Bu tarih küreselleşmeyle birlikte Hıristiyan olmayanlar arasında da 'İsevi' dini sembollerden nispeten arınmış şekilde, adeta bir 'hediyeleşme bayramı' olarak kutlanabiliyor, böylece ekonomimiz canlanıyor(!). Fakir de bu tarihi sevdiğimiz peygamberlerden olan İsa a.s.'ın bazı hadislerini aktarmaya vesile etmek istedim, maksat maneviyatımız da canlansın.. Ancak seçtiğim kaynak, Hazreti İsa'nın dünya bedenini terk edişinden 350 yıl kadar sonra toplanan '3.Kartaca konsili'nce son şekli verilen ve 'Yeni Ahit'i oluşturan toplam 27 baplık 'kanonik incil'ler "Matta, Markos, Luka, Yuhanna" incilleri değil, Roma kilisesi tarafından 'sahih' kabul edilmeyen 'apokrif incil'lerden 'Mücahid Toma'nın kitabı olacak. İsa a.s.'ın havarilerinden Aziz Toma'nın kaleme aldığı düşünülen bu 'hadis' kitabı 1945 aralığında diğer bazı 'gnostik' elyazmalarıyla birlikte Yüksek Mısır'ın 'Nag Hammadi' bölgesinde iki köylü tarafından kil bir çömlek içinde bulunmuş. İnanılmaz maceralar akabinde, 'Nag Hammadi' külliyatının yayınlanması ancak 1977-1988 döneminde gerçekleşir ve Hıristiyan dünyasını derinden etkiler. İşte noel hediyesi niyetine, ilk atom mühendisimiz, araştırmacı/yazar-mutasavvıf rahmetli 'Ahmed Yüksel Özemre'nin Türkçe'ye kazandırdığı kitaptan(Hazret-i İsa'nın 114 hadisi - sufi kitap) sizler için seçtiklerim (parantez içine alınan yerler orijinal metinde okunmaz bulunup, cümle gelişine göre müellif tarafından tamamlanmıştır) ;
* Giriş bölümünden ; II.3. .."Toma, buna cevap olarak, Halaskar'a<kurtarıcı> dedi ki: 'Batıni olduğunu söylediğin ve bizlere gizli olan bu umurdan söz etsene!'. Halaskar dedi ki: '(Bütün) bedenler (biliniz ki) nefs(ani vasıfların) sebebidir… Bu tıpkı (ağaçların gövdelerinden zuhur eden meyvalar kadar) aşikar(dır). (Buna karşılık) yüce nesneler(in mahiyeti ise) görünen nesneler(den farklıdır), ama bunlar kökleri (itibariyle kendilerini) izhar ederler ve onları besleyen de meyveleridir. Fakat (bütün) bu zahir bedenler kendilerine benzeyen mahlukatı yutarak hayatlarını sürdürürler. Bunun sonucu olarak da bedenler değişime uğramış olur. Şu halde, (söz konusu olan) hayvani bir vücud olduğundan bu değişen (de) bozulup yok olacak; ve o andan itibaren de (bunun) 'Hayy'<diri> olma ümidi olmayacaktır. Hayvanların bedenleri nasıl yok olup giderse bu tesviye olmuş bedenler de öyle yok olup gideceklerdir. Bunlar da hayvanlarınki gibi (bir tür) birleşmeden türemekte değiller midir? Eğer bu da cinsi ilişkiden türüyorsa nasıl olur da bu, hayvanlardan farklı bir şeye sebep olur? İşte bundan ötürüdür ki sizler kamil oluncaya dek bebeklerden başka bir şey olamazsınız"..
* Sıra numarasına göre, 'Mücahid Toma'nın kitabından, 'Hazreti İsa'nın seçme hadisleri…
2 / İsa dedi ki: Arayan, buluncaya kadar aramaktan vaz'geçmesin! Ve o bulduğu zaman şaşıracak; şaşırdığı zaman hayrete düşecek ve Alem'e hükmedecektir.
5 / İsa dedi ki: Sen kendi önündekini teşhis et, sana örtülü olan da sana izhar edilecektir. Zira örtülü olan hiçbir şey yoktur ki (günün birinde) ortaya çıkmamış olsun.
18 / Müridler İsa'ya sordular ki: "Söyle bize! Bizim sonumuz nasıl olacak?". İsa dedi ki: "Başlangıcı keşfettiniz de mi sonu arıyorsunuz? Zira başlangıç neredeyse son da orada olacaktır. Ne mutlu o kişye ki başlangıçta kaimdir! O sonu da görecek ve ölümü tatmayacaktır".
Dünyanın dörtbir yanından akın eden bu ziyaretçilerin geliş sebebi Hazreti Mevlana Celaleddin Rumi'nin 'Şeb-i Arus' kutlamalarıdır. Bu sene 17 aralıkta 741'incisi kutlanacak 'Şeb-i Arus' çerçevesinde Konya'ya gidecek olanlara kısaca da olsa ziyaret edebilecekleri zatlar hakkında bilgi sunmayı isterim. Sufi güzergahı sadece Mevlana müzesinden ibaret değil… Hepsi ayrı feyiz kaynağı olan bu zatların sufilerce 'diri'(Hayy) kabul edildiğini, bu bakımdan edeple ve muhabbet dolu bir gönülle gelen misafirlerini en güzel şekilde ağırladıklarını, hatta manevi hediyelerle gönderdiklerini söylesem bilmem inanır mısınız.. Ziyaretlerimizde talep ve niyazlarımızın ancak Allah katında karşılık bulabileceğini unutmadan, huzurlarında bulunduğumuz Allah dostlarının hatırına arzuhalimizin kabul ve makbul olmasını dileyelim. Gönülden sevenler bedenen orada bulunmasalar da bizimle birlikte olacaklar ve hepiniz için herşeyin en hayırlısını dileyeceğim, dertlerimizin halli hasanı(güzelce hallolması) için ricacı olacağım inş'Allah! Bu vesileyle işte bizi kabul edeceklerini umduğumuz Konya'nın bazı erenleri ;
* Hz. Mevlana : Mevlana Celaleddin Rumi şüphesiz tüm dünyanın kabul ettiği gibi Türk-İslam tarihinin bildiği en büyük sufilerdendir. Hem bilge bir kişi, hem yüce bir aşık, hem de büyük bir şairdir. Sonradan Hüdavendigar, Mevlana, Rumi lakaplarını alacak olan 'Muhammed Celaleddin' 30 eylül 1207’de Türkistan’ın Belh şehrinde doğmuş. Babası Sultan-ül Ulema lakaplı Bahaeddin Veled Hazretleri ailesiyle beraber Moğol istilasından kaçarak Selçuklu hakimiyetindeki Anadolu’ya sığınmış, ve sonunda Konya’ya yerleşmişler. Mevlana’nın hayatı Şems’ten önce ve Şems’ten sonra olarak ikiye ayrılabilir. Sonraki dönemine 'Kemalat dönemi' demek yanlış olmayacaktır. Şems Hazretleri'nin kaybından sonra kendisine etki eden isimlerin başında Hz. Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi'yi analım. İlk eşinden iki oğlu, ikinci eşinden yine iki oğlu ve bir kızı olduğu bilinmektedir. En önemli edebi eserleri Mesnevi, Divan-ı Kebir, Fih-i Ma Fih, Mecalis-i Seba ve Mektubat’tır. Kendisi hayatını "Hamdım, piştim, yandım!" kelimeleriyle özetlemiştir. Vasiyeti üzerine Hz.Mevlana'nın fani bedeninin ölüm gününü(1273), Mevlasına kavuştuğu "düğün günü" olarak kabul ediyor, her 17 aralıkta 'Şeb-i Arus' adı altında kutluyoruz.. Müze içerisindeki türbede Hazret'in soyuna ait zevatla birlikte Mevlevilikte makam sahibi olmuş bazı zevatın da türbeleri bulunmakta, civarında ise dervişan ve kimi horasan erenlerinin türbeleri yer'almakta..
* Şemsettin Muhammed Tebrizi : Yaygın inanca göre Azeri asıllı olan Şems Hazretleri(d.1183/4?), Ebubekir Selebaf adlı ümmi bir şeyhe müridlik etmiş. Tebriz doğumlu olduğu kabul edilir. Kalenderi dervişlere özgü kıyafetle gezdiği gibi, bazı seyahatlerinde kendini gizlemek için gezici bir tüccar olduğunu söyleyegeldiği de rivayet edilir. Kökeni ve vefatı üzerine çeşitli söylenceler mevcut olup, gerçek kimliği gizemini korumaktadır. Biz onu büyük bir veli ve Mevlana'nın hakikate ulaşmasına vesile olan dostu olarak biliriz. Denir ki Şems, Mevlana’yı ateşleyen kıvılcım olmuş ancak Mevlana o kıvılcımla bir volkan gibi yanmış ve alevleri sonunda Şems'i kavurmuş, yok etmiştir. Mevlana, Şems'in ölümünden sonra aşkını daha da ileri taşımış ve "o ben, ben de o oldum" diyecek kadar içselleştirmiş. Aslında bir anlamda ikisi birbirine hem ayna hem mürşid olmuşlar. Hz.Şems'e atf'edilen en bilinen eseri 'Makalat'tır. Hz.Mevlana'yı ziyaret etmezden evvel, adıyla anılan cami içerisindeki makamında Şems Hazretlerini ziyaret etme adeti vardır..
* Sadreddin Konevî : Konya'nın en büyük velî ve alimlerindendir. İsmi Muhammed bin İshâk, künyesi Ebü'l-Meâlî, lakabı Sadreddîn'dir. 1210 târihinde Malatya'da doğmuş, 1274 tarihinde Konya'da vefât etmiş. Sadreddîn-i Konevî'nin babası İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde îtibarlı, yüksek mevki sahibi biriymiş. Sadreddin küçük yaşta iken, İshak Efendi vefât etmiş. Sadreddîn-i Konevî, genç yaşından itibaren manevi babası Muhyiddîn İbn-i Arabî Hazretleri tarafından eğitilmiş, kendisinin yakın ilgi ve ihtimamıyla yetiştirilmiş, onunla seyahat etmiş. Konevî hazretleri, tasavvuf düşüncesine kazandırdığı boyutlarıyla ve özellikle tasavvufun kendisinden sonraki gelişimine etkileriyle "dönüm noktası" olarak nitelenebilecek bir mutasavvıf-düşünürdür. Hz.Konevi, yakınlıkları sebebiyle Hz.Mevlana'nın cenaze namazını kıldıracakken, o sırada heyecandan bayıldığı için namazı kıldıramamış. Türbesi vasiyeti üzerine açık havadadır..
Günlerden bir gün ve o his içimde kaynarken, 'acaba nereden geldi' diye sorgulamakla vakit kaybedemem. Çünkü bunu daha önce yaptığım günler olmuştur ve bilirim ki sorgulamakla uğraştıkça zihne çıkar, o histen uzaklaşırım. Tefekkürün ayrı yeri ve zamanı vardır. O halde iyisi mi bu lütfun zevkine varmalı, yaşamalıdır..
O his ile aynaya baktığımda güzelimdir. O gün üzerime ne giysem yakışır. Herkes güzel, herşey yakışıklıdır. Sebepler dünyası evvelki gün bıraktığım seyrindedir belki, ama benim görüşüm, bakışım, yorumlayışım bambaşka bu gün. Öyle ki sebepler kendilerini kifayetsiz görmede, kenara çekilirler. Ah o hisle 'eyvallah' demek, razı olmak, şükretmek ne kolaydır..
Bizim mahallenin yaramaz çocukları cıvıl cıvıl oynamakta, var'oluşlarını haykırmaktalar yaşama ve fakir de hissim bir başka bu sabah, çalan müzikte vals yapasım geliyor döne döne. Çıtır simit elimde.. Şu beyaz peynir ve zeytin ne lezzetli yanında taze çayla; ince belini sıkı sıkı kavratan o histir işte. Dudaklarına kondurduğu sıcak, tatlı buseyle cevap verir sarılışına. Çünkü bulaştırmışsındır ona da, içini tıngırdattığın ufak kaşıkla.. Kaşık değil aşık, köşk değil aşktır mutluluğun menbağı. Köşk, aşkın tahtı kuruluysa başköşeye, haremidir aşkın, halvetidir aşık ile maşuğun. Ve o taht nereye kurulsa, viranelikse bile saray görünür gözüme..
Köşkümden dışarı çıkacağımda, heyecanımı kontrol etmeliyimdir. Bugün piyango bana vurmuştur, lakin günün nasipsizlerine nazire yapar gibi dolaşmak da ayıp olur. Örtünme edebine sığınırım bu günlerde. Gülümseyişimi bıyığımın altına, ışıldayan gözlerimi gözlüklerimin arkasına, suretimin cezbesini şapkamın gölgeliğine gizlerim. Bir de aklımı başıma, dilimi de temkine bağlasam sıkıca. Yoksa sonum 'Hallac-ı Mansur' gibi, 'Nesimi' gibi olmasın korkarım.. Saklanırım beceriksizce ama hep açık bir kapı arar aslında gönlüm. O güne benim gibi başlamış biri, o hisle dolu birini bulmak isterim gizli gizli. Yaşamı kutlayacak bir dost. Belki henüz uyuyordur, daha uyanmamıştır. Usulca dürterim bir iki canı, homurdananlardan uzaklaşırım özür dileyerek. Gözünü açınca fakiri görüp de karşısında, muhabbetle gülümseyeni bulabilsem yüzüme ne ala, elinden kaptığım gibi birlikte alemi seyre, kutlamaya.. Kaybedilecek zaman yoktur, o his geçerse herşey eski solgunluğuna geri dönecektir. Bilirim haldir geçer, yalvarır, yakarırım hali verene, 'makam-ı daim' eylesin bu hali ki hiç bitmesin diye, hiç gitmesin burnumdan cennetin kokusu. Dayanamazmışım gibi gelir özlemine…
Yaşadım bir kere, unutamam; bütün kuru yapraklar sıra sıra yerde, parmak uçları bükülmüş göğe, sana övgüler düzüyorlardı ayrı ayrı hal dilleriyle. Sazlıkların ney üflediği gündü rüzgarla. Duvarların saydamlaştığı, martıların gökyüzünü süslediği, yoldaki çöplerin dahi sanat eserine dönüştüğü adeta.. İşte 'o his' bunları gördüren! O his olmadığında ne yapsan tadı yok; bulutlar şekilsiz, insanlar suratsız, gelecek karanlık. İstersen hep hayalini kurduğun yerde ol, etrafını saran hayranların, nezih bir davetin başkonuğusun, dışarıda bekleyen son model araban, yediğin önünde, yemediğin arkanda olsun, hep yavan; içinde mutsuzsun. O his, yok.. Seni hayatta tutan; belki tekrar uğrayacağı o günü, o anı beklersin. Ve yine uğradığında, hiç sebep yokken, herşey mutluluğuna sebep, dünyan senfonik bir ahenklilik içindedir. Seversin, sevinçlisin!
Şiir gibi bir his, mayhoş bir sefa, seninle nazlaşmak yastık kavgası tadında. Gökgürültüsü azametinde, hem boyun büküşte, duruştasın. Yalnızlıkta, mum ışığında, sayfaların hışırtısında. Açık havada, yoldasın. Tarlaların yüzüşünde, endamlı süzülüşte, saçakların altında. Cumbaların camında, kasedeki ezogelin çorbasındasın. Kadife dokusunda, Haliç'in sularında, balık sesinde. Manavın meyvaları dizişinde, solucanın büklümünde, karganın ağzındasın. Delice, cahilce, meydan okurcasına. Zig zaglar çizerek, kah ayağını sürerek. Telefonun ucunda, direklerin tepesindesin. Başüstüne, ne varsa elimde avucumda.. İçimdesin. Hey, dur, nefes alış verişlerini düzenle. Uydur ritmini, bak; kedinin koşuşunda. Eksik kelimelerde, kırık cümlelerde, seninle. Gülme, ağlama, kendini bu kadar ciddiye alma! Ne yaparsan yap, bugün o his benimle! Koca bir Ah! Ve…
Ağacın tüm niteliklerini bünyesinde barındıran bir tohum gibi., Potansiyelimizi gerçekleştirmek.. Olacak olan, olmadığımız bir şey değildir. Yine de olmak ister…
Varlık sürecimizin seyri maceralarla dolu. Maceralarımız, başımıza gelenler eğer anlayabilirsek rastgele değiller. Hepsi de yüksek bir amaca, 'kendini bilmekliğe' hizmet ediyorlar.
Bir yandan varlığımızın hakikatine ermeyi özlüyoruz ki bence amaca yakınlaştıkça idrakımıza, kudsiyetimizin giderek artan farkındalığı eşlik eder. Bu halin zamanla gelişmesi, 'ihsan' etme arzumuzun yoğunlaşması ve buna bağlı bir haz ve doygunluk hissi ile kendini gösterecektir. Gönülden taşan aşk, şükür ve minnet hisleri de cabası..
Öte yandan var'oluşumuzun gölgesi, 'bencillik' suretinde haddi aşarak bizi engelleyen bir canavara da dönüşebilir. Kişisel gelişim süreci saçtan ince, kılıçtan keskince bir köprüde ilerlemeye benzer, son derece özen gerektirir.
Sanırım başımıza gelenleri nasıl karşıladığımız ve içselleştirdiğimiz kişisel gelişimimizin istikametini belirlemekte…
Belirsizlik ve bilinmezliklerin kişide korku ve kaygıyı doğurduğu kabul edilir.. Bugünkü yazımızda 'Freudien' psikanalitik yaklaşıma göre ilerlememizin önündeki başlıca engeller olan korku ve kaygılarla(anksiyete) başa çıkmak için bilinçsizce oluşturduğumuz '12 temel savunma mekanizmamız'ı sizlere açmak istiyorum. Sözkonusu yaklaşıma göre bu savunma mekanizmalarımız; "Kişinin kaygı yaşamasını önler ya da az düzeyde yaşamasını sağlar. Kişinin kendisine olan saygısının sürmesine yardım eder.". Çünkü baş'edilemeyen yetersizlikler, başarısızlıklar kişinin kendine olan saygısını azaltır, ruhsal denge bozulur, sosyal ilişkilerde uyumsuzluklar baş'gösterir..
Yani bilincimizin alt katmanları bazen inisiyatif kullanarak hayat yolculuğunda önümüze gelen, kaldıramayabileceğimiz dozdaki tehlikeli(!) 'gelişim imkanları'nı, kazara toptan bir iflasa, ciddi bir çöküşe düşmememiz için, yumuşatacak, erteleyecek kimi savunma mekanizmalarını o anda üst bilincimizle algılayamayacağımız bir çabukluk ve refleksle devreye sokuyorlar. Böylece 'nefsimiz(ruhsal aygıt)' kendini korumaya alıyor. Bazen başarılı, bazen de başarısız oluyor..
Bu seçkiyi hazırlamak ciddi bir arşiv çalışmasıyla, uzun zamanımı aldı. Yazıma çalışmamın ancak ufak bir bölümünü yansıtabileceğim. Maksat ağzınıza bir parmak bal çalabilmek. Bu bağlamda geçen hafta yayına geç verilmesinden ötürü okuyamamış olanların "Dünden bugüne 'ilahi müziklerimiz' konusuna kuşbakışı" yazımı okumalarını tavsiye ederim. Listemi yaparken sizlere 'İlahi/manevi dünya müzikleri' dairesinden, İslami/sufi geleneği referans alan eserler seçtim. Seçkiyi, kaliteden ödün vermemeye çalışarak ama mümkün mertebe geniş tutmaya gayret ettim. Hem tür, hem coğrafya bakımından.. Listemde geleneksel, etnik/folk, klasik icraların yanında pop, füzyon, elektronik aranjmanlar da yer alıyor. Afrika'dan, Hindistan'a, Balkanlar'dan, İran'a, çoğu naat, kaside, münacat, ilahi, şarkı vs. formlarında sözlü, kimi özgün, sıradışı, kimi enstrümantal sizler için seçtiğim müzikler.. Hepsi olmasa da bir çoğunu internette bulup dinleyebilirsiniz. Amacım daha ziyade dünya müzikleri yönünde bir seçki sunmak oldu, arada çok yetersiz de olsa kendi müziklerimize de yer verdim ki isteyenler kıyaslama olanağı bulabilsin. Tabi ki koca İslam dünyasını yansıtmaktan uzak, yetersiz bir çalışmadır, ancak yine de sizleri daha fazlasını araştırmaya şevklendirecek, keyif alacağınızı umduğum fakirane bir sunum olarak lütfen kabul ediniz;
* Beyt Bieh / Ensemble El Moukhadrami / Moritanya
* Ma'bud Allah / Hasan Hakmun & Adam Rudolf / Fas-USA
* Hangama Hai Kyon Barpa / Ghulam Ali / Pakistan
* Greyley / Sussan Deihim / İran-USA
* Daimi Dönüşüm / Yakaza Ensemble / Türkiye
* Nebine / Malouma / Moritanya
* Aldı Dert Beni / Cavit Murtezaoğlu / Türkiye
Dünyanın farklı coğrafyalarında Müslümanlar Kur'an okuma estetiğine verdikleri önemin yanında, ilahi, kaside, naat ve türlü yerel formlarda Allah'a yakarışlarını seslendirmişler. Zamanla oluşan farklı 'İslami' müzik türlerinin pekçoğu gelişim süreçlerinde Sufi kültüründen ziyadesiyle etkilenmiş. Kaynak bir ve aynı olmasına karşın mesela Hindistan'da icra edilegelen müzikle, Balkanlar'da yahut Afrika'da icra edilen müziklerin öz, duygu ve temel İslami kavramları dile getirmeleri dışında biçim, enstrümantasyon vb. bakımından müthiş farklılıklar içerdiğini en amatör kulak dahi rahatlıkla farkedebilir.
Bu çeşitliliğin başta gelen sebebi, İslam'ın ilk çağlarında çoğunlukla tebliğ vazifesiyle uzaklara seyahatlar eden sahabe ve onları takip eden nesiller, tabiyyin, tebe-i tabiin ve ilk dönem sufilerinin, gittikleri yerlerde insanlara İslam'ın hakikatini anlatmak ve sevdirmek üzere şekilden ziyade öze ve manaya önem vermeleri olmuştur diye düşünüyorum. Böylelikle İslam'ı seçen bir Hintli, duygularını kendi folk müziği enstrümanlarını, dil ve müzik formlarını, Afrikalı da kendininkileri kullanarak ifade edebilmişler. Binaenaleyh kendilerine ve kültürlerine yabancılaşmadan 'Allah' demeyi benimsemeleri kolaylıkla mümkün kılınmış. Adaptasyon sağlanmış. Kılıçla yapılan fetihlerdense kalıcı etki bırakan yaklaşım da bu olmuştur bence. İslam'ın evrenselliği, özde birliğe verdiği değer bu şekilde, yaradılışla uyumlu harika bir renkliliğe imkan vermiş..
Bundan, din adına 'Şeriat'ın dışında hareket etmenin teşvik edilebileceği manası çıkmamalıdır ve öyle olmuş olduğunu da düşünmüyorum. İfade etmeye çalıştığım, İslam'da helal dairesinin oldukça geniş olması ve olgun Müslümanlar'ın Hak'tan sapmamak kaydıyla ekseriyetle esnek, kolay uyumlanabilen, uzlaşmacı, çözümcü ve çoğunlukla da ilerici, yaratıcı kimseler olmasıdır. Konumuz müzik olduğuna göre örnek olarak, Hint 'Raga' müziğinin en temel enstrümanlarından 'Sitar' ve 'Tabla'nın 13.yy'da sufi şair ve müzisyen 'Amir(Emir) Khusro' tarafından icad edildiğini söylemem sanırım şimdilik yeterli olur.
Gerçekten de Sufiler başta olmak üzere bilhassa erken dönem Müslümanları, bağnazlığın İslam'a henüz hakim olmadığı yer ve zamanlarda, bilim dallarının birçoğunda olduğu gibi, sanatta, müzikte de insanlığı çağın ötesine taşımakta büyük hizmetler etmişler. Bu bakımdan coğrafyamız özellikle kısmetli olmuş. (Günümüzde de az sayıda 'Has Müslüman' bu misyonu devam ettirmektedirler.).. Zamanla bu gidişe ket vurulmuş ve İslam'ın altın çağları ufukta yitmeye başlamış. Görünen sebep, dini ve tarihsel geçmişinden ders alamayan insan nefsinin tekrar tekrar dünyeviliğe, süfliyata düşmesidir. 'Asrı saadet'te nispeten sağaltılan bu kötü eğilim hemen Hz.Peygamber'in(sav) vefatından sonra yeniden hortlamaya başlasa da, iyi yetişmiş Müslümanlar'ın çabaları ve Hz.Hüseyin(ra) gibilerin doğruluk uğruna kendilerini feda edip 'ışık şehidi' olmalarıyla düşüş yumuşatılmış, batıla karşı Hakk'ın izzeti nurunun gönüllerde soluklaşması geciktirilmiş..
Muhtemelen hepsi de bir açıdan doğru olacaktır. İnsanlığın manevi arayışıyla koşut gelişen 'tasavvuf ilmi' her zaman bu isimle anılmasa da kastedilen ama bir türlü tam dile getirilemeyen mana hep aynıdır. Tasavvufu diğer mistik öğretilerden ayıran başlıca özellik, merkezinde yüzü "Bir olan Yaradan 'Allah'a(cc) dönük 'insan"ın yer'almasıdır. Bu bakımdan derinliği ve kapsayıcılığıyla tüm varoluştan feyz almakla birlikte tasavvufu 'ilahi din'in izleğinden ayırmak, bir bebeği annesinden ayırmak gibidir. Aslında inanan, inanmayan herkese sunabileceği bir şeyler vardır ama hakikatine ermek isteyenin gönlünde aşk ve inanç, aynasında ise 'Sırrı Muhammed' uyandırılmalıdır.. Diyelim ki tasavvuf dev bir ağaca benzer, tamamını idrak etmek belki de az insana nasip olmuştur. Yine de zevk edildiği kadarı dahi pek doyurucu ve bahsetmeye değer bulunmuştur. Çünkü herkes nasibince pay alabilir ve paylaşabilir. Kimi onun tohumunu bilir, kimi köklerini, kimi gövdesini, dallarını, yaprağını, çiçeğini, meyvesini, üstüne konan kuşları, yağan yağmuru, kimi de yalnızca altındaki toprağı.. Doğrusu en güzeli yaşayanların anlatmasıdır, o da yetmez yaşatmasıdır. Fakir, bir papağan olarak, 'deneme' mahiyetindeki bu yazıyı haddim olmayarak böyle bir düşünüşle yazmaya cüret etmekle sizlerin ve büyüklerimin affına sığınıyorum. Lakin bu yolda kimine susmak, kimine de konuşmak emrolunmuştur… Kendimce anladığım kadarıyla ;
"Tasavvuf inceliktir, letafettir. Tasavvuf güzelliktir, zerafettir. Şükr'edebilmektir. Şükrün şükrünü edebilmektir. Bazen hayranlıkla kalakalıp hiçbir iş edememektir. Edemeyeceğini bilmenin miskinliğiyle yine de gayret etmektir. Ahde vefadır. Kadere rızadır. Duadır..
Tasavvuf ilahi aşk kültürüdür. Kendinden başka sevecek birini bulmaktır. Leyla'dır, Mecnun'dur. Yana yana dönmektir. Leyla'dan Mevla'ya geçmektir. O sevdiği için kendini de sevmendir. İlerlemektir. Almaktansa vermektir. Hizmet etmekle himmet bulmaktır. Evrimdir..
Tasavvuf dinde ihlastır, diyanettir. Kalbin durmaksızın ibadeti, zikridir. Her şeyde, her yerde ve her zaman Yaradan'ı görmektir. Gafil olmamaktır, dirayettir. Bilmektir. Cesarettir. Sır tutmaktır, kah açık açık söylemektir. Herşeyin yerli yerindeliğine denir..
Tasavvuf düşüp kalkmaktır. Düşeni kaldırmaktır. Affetmektir, affedilmektir. Halden anlamaktır. Susup dinlemektir. Halinden anlaşılmaktır. Usulcadır. Biriktirmemek, hafifliktir. Yüklerden kurtulmak, arınmaktır. Tövbedir. Öze dönüştür. Temizlik, sadelik, basitliktir..
Tasavvuf iyiyi dilemek, hayra yönelmektir. Vakti boşa harcamamaktır. Çalışkan olmaktır. Güzel ahlaktır. Edeptir. Haddi bilmektir. Tüm güzel sıfatların sende canlanmasıdır. Sabretmektir, tefekkürdür. Önceliklerin iyi kararlaştırılmasıdır..
Tasavvuf hayvanı dizginleyip, doğru istikamete yöneltebilmektir. İncitmemek ve incinmemektir. Gönlün açılması, zihnin genişlemesi, ruhun uyanmasıdır. Ölüme hazırlanmaktır, kurtuluştur. Hayattır. Güvenmektir. Seyrandır..
Dünyevi iktidar kavgasına indirgenmiş bir siyaset anlayışına epeyce mesafeli sayılırım. Ancak bu tür siyasetin insanlık tarihindeki etkisini azımsamak olası değildir. Hele bazı 'politik(!)' olaylar vardır ki, ne kadar önce yaşanmış olurlarsa olsunlar, tarafları vesilesiyle, günümüze ışık tutarlar.. İyinin kötüyle savaşını, siyahı ve beyazı, Hak ile batılın hesaplaşmasını, aradaki neredeyse tüm gri tonlarıyla resmeden olaylar.. İnsanın iç savaşını anlatırlar!
Muharrem ayını idrak ettiğimiz şu sonbahar günlerinde, dünyanın tüm yaprakları düşse de yere, hiçbir şey Hz.Hüseyin ve Kerbela şehitlerinin şerefli kanlarının toprağa düşmesinin hatırası kadar kederlendiremez 'Ehl-i Beyt' muhibbi Allah(cc) dostlarını.. Ruhları şad olsun! Nasıl ki 'kardeş kavgası' Habil ile Kabil'in karşılaşmasına dayanıyorsa, Ortadoğu politikası ve hatta dünya politikası da bugün halen, elim 'Kerbela' vakıasının izdüşümleri üzerinden okunabilir kanımca..
Günümüz siyasi haritası üzerindeki hareketliliğe bakıyorum ve anlamaya çalışıyorum; Kimler zalim, kimler mazlum. Anlamaya çalışıyorum yezid ordularının savaş tertibini. Hangi bölükler şerrin hizmetinde ve kim perde arkasındaki komutanları? Esas önemlisi, kim Hüseyin ve kimler kılıç arkadaşları? Neredeler? Ki elim kılıç tutmasa da, o içinde bulundukları Kerbela çölünün kavurucu sıcağında, gönüllerini serinletecek bir yudum su olsun eriştirebilsem yanlarına, yeterdi bana..
Anladığımı zannettiğimden fazlasını anlamaya çalıştıkça, işin karmaşıklığı karşısında iyice hayrete düşüyorum. Müslümanlar, hariciler, fırkalar, yezidiler, müminler, kafirler, münafıklar, halifeler, yalancılar, korkaklar, yiğitler, seyirciler.. Yalnızca tarih sayfalarında değil. Sanki her yerde, her satıhtalar. Hem içimizde, hem dışımızda! Sanırsın her yer Kerbela ve her gün 'Aşure'..
Bugünü anlamlandırabilmek için, Osmanlı hanedanlığı süresince İslam coğrafyasında nispeten dinen yangının ne zaman, ne için tekrar alevlendiğini merak ediyorum. Tarihçi de değilim ama tarihten feyz almaya çalışıyorum. Görünürde olanın azıcık olsun altında yatanı araştırdıkça, işte yerim yettiğince 'Cumhuriyet öncesi' yakın tarihe dair aldığım bazı notlar, bilmem kafalarda biraz daha netleşir mi saflar :
* Osmanlı'nın gerileme döneminde(1699-1792) Arabistan'da, Bedevi bir ailenin başı olan 'Muhammed b. Abdulvahhab'(1703-1792) adlı, Selefi görüşe sahip bir 'Şeyhülislam' çıkmış ve bu görüşü daha da ileri götürerek 'savaşçı-Selefi' bir ekol kurmaya soyunmuş.
* Abdülvahhab, marjinal görüşleri sebebiyle gerek akrabaları, gerek Osmanlı'ya bağlı yerel aşiret reisleri tarafından dışlanınca, o zamanlar küçük bir aşiretin reisi olan Muhammed ibn Suud'un(30 hanelik bir kasaba olan Diriyye emiri) himayesine girmiş, ona görüşlerini benimsetmiş ve dahi kızkardeşiyle evlenip akrabalık tahsis etmiş.