Musa Dede

Sistem biziz!

14 Haziran 2015
Bir seçimi daha geride bıraktık. Bilmem bu seçimde "Ya Rabb, başımıza bize layık olanı değil de kendine layık olan yöneticileri getir!" dualarıyla oy kullananlar dualarının kabul olduğunu düşünüyorlar mıdır?

Belki de henüz buna karar vermek için pek erken.. Fakir şu satırları yazarken, ülkemizin siyasi geleceğinin nasıl şekilleneceği hakkında spekülasyonlar dışında kuvvetli bir eğilim belirtisi yok.

Çevreme baktığımda, kendini son dönemde baskı altında hisseden kesimlerde bir rahatlama, statükonun devamına taraf olan kesimlerde ise bir endişe kendini hissettiriyor.

İki tarafın da kendine göre haklı sebepleri var. Bir uzlaşma kültürü olarak tercih ettiğimiz 'demokrasi' bu kesimlerin optimal bir dengesinin kurulmasını gerektirmekte.

Taviz vermeye asla yanaşamayacaklara göre tatmin edici bir sistem değil demokrasi. Taviz verilmeden de çoğulcu siyaset yapılamaz..

Siyasetten benim anladığım; kelime kökü itibariyle 'seyislik'ten gelen yani bir seyisin atları eğitmesi gibi insanın nefsini terbiye etmesinin ilmidir.

Topluma uyarlanan 'siyaset ilmi' doğru uygulandığında toplumun birbirini anlayarak, duyarlılıklarına, tercihlerine saygı göstererek kendi kendini terbiye etmesi oluyor.

Bizler de demokratik bir sistem içinde siyaset yoluyla yönetilmeyi kabul etmiş bir toplumuz.

Ve körlerin, herbirinin farklı bir yerine dokunarak fili tarif etmeye çalışmaları gibi demokrasiyi de farklı farklı tarif ediyoruz.

Yazının Devamını Oku

Bizans kalıntıları 'Büyük Saray Mozaikleri'

7 Haziran 2015
Sultanahmet 'Arasta çarşısı'nın hemen yanındaki müzede sergilenen 'erken Bizans dönemi'ne ait mozaik gibisini bugüne kadar görmemiştim.

Nitekim bu mozaik büyüklüğü ve kalitesiyle, antik döneme ait emsalsiz bir parçaymış. Sultanahmet Cami'nin olduğu 'Saray Tepesi' denilen bölgeye kuruluymuş Doğu Roma yani 'Bizans' sarayı 'Bukaleon'. Bir zamanlar o sarayın büyük sütunlu temsil odası avlusunun zemini olan yer mozaiğinin eksiksiz orijinali 1872 m2 alan kaplıyormuş. Yıllar süren hassas çalışmalar sonunda ortaya çıkarılabilen parçalar tamamının ancak yedi,sekizde biri oranında. Mozaik 1983-1997 arasında gerçekleştirilen 'Türkiye-Avusturya ortak projesi' ile yeniden hayat bulmuş. 'İstanbul Büyük Saray Mozaikleri Müzesi', sözkonusu zemin mozaiğini orijinal yerinde muhafaza ederek bunun üzerine kurulmuş.

Zamanında yekpare olan mozaikten elimizde kalan parçalardan anlaşılan, mozaiğin o dönemin yaşantısından kesitleri bir konu akışı içinde sergilediği. Betimlemeler son derece canlı. İki büyük parçanın bulunduğu alanı çevreleyen terastan, mozaiği seyrederken o dönemin yaşamı gözlerimin önünde canlandı. Doğayla içiçe bir yaşamı yansıtan, 6.yy Bizans uygarlığının her toplum kesiminden karelere yer veren, mitolojik öğelerle süslü, son derece de estetik bir film gibi; Eğitilmiş köpekleriyle avlanan aristokratlar, tarlada çalışan köylüler, bebeğini emziren bir anne, çember çeviren çocuklar... Önü aslan, ortası keçi, arkası ejder 'Chimare' ile savaşan efsanevi avcı 'Bellerophon', 'Harry Potter' serisinden aşina olduğum 'Hipogrif' gibi mitik varlıklar, dönemin inanç, değer ve hayal dünyası hakkında bize fikir veriyorlar. Öyle bir dünya ki içinde şarap, cezbe ve tiyatro tanrısı 'Diyonisos', vahşi doğanın, çobanların keçi ayaklı şehvetperest tanrısı 'Pan'ın sırtında bir çocuk, dolaşıyorlar. Tablonun hareketi ise belli bir yöne doğru; güneydoğu!


Mozaik tablonun M.S. 450-550 yılları arasında İmparator I.Jüstinyen tarafından yaptırıldığı tahmin ediliyor. Anadolu'da filizlenen, Yunanistan ve İtalya'da gelişen mozaik tekniğinin zirvelerinden olan sanat eserinin, o dönemin en iyi ustaları biraraya toplanarak
yaptırıldığı kuvvetle muhtemel. Figürler arasında kimi zaman sanatçının değişik olduğunu düşündürten nüanslar var.. Kolay iş değil, 5 mm'lik 75-80 milyon parçayı balık sırtı tarzında böylesi bir uyumla bir araya getirmek. Projenin baş mimarını kutlamak isterdim. 12.yy'dan itibaren gitgide harabeleşmeye başlasa da sonuçta eseri kısmen de olsa günümüze kadar ulaşmış. Bugün elde kalan; farklı yüz ifadeleriyle, dönemin modasını sergileyen giyim kuşam detaylarıyla 150 ayrı insan ve hayvan figürü, türlü egzotik bitki, alet edavat, silah ve türlü mimari öğe, geometrik şekil betimlemeleri de cabası. Sadece 1,5 mt genişliğindeki natüralist çerçeve deseni bile başlıbaşına bir şaheser..

Yazının Devamını Oku

Berat Gecesi…

31 Mayıs 2015
Yarın gece pazartesi, Şaban ayını yarılıyoruz; bu gece(Şaban'ın 15'i) ülkemizde Ramazan ayını müjdeleyen 'Berat Kandili' olarak kutlanmaktadır.

Gecenin fazileti hakkında rivayet edilen hadislerin, çoğu müfessir tarafından senedi zayıf kabul edildiğinden Berat Kandili'ne mahsus ibadetlerin ve o gün tutulabilecek orucun farz olmaması bir yana, sünnet olduğunu dahi iddia edemeyiz[Ancak Şaban ayı Hazreti Peygamber'in(sav) en fazla oruç tuttuğu ay olarak bilinmektedir]. Ne var ki bir iddiada bulunmadan, "Allahu alem"(Allah bilir) diyerek, yapılması adet haline gelmiş nafile ibadetler, anma ve kutlamaların Allah'a(cc) yakınlaşma, Rahmetine erişme vesileleri olabilmesi bakımından taraftarıyım. Allah dualarımızı kabul buyurursa Berat gecesi anmalarımız da makbul olmuş olur.. Hem dememişler mi "Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil!" diye? Ya tutarsa!

"Ey nefislerini israf eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, muhakkak ki Allah tüm günahlarınızı bağışlar, şüphesiz O Gafur'dur, Rahim'dir." Zümer suresi 53.ayet

'Berat', Osmanlı Devleti'nde Padişah tarafından verilen rütbe, nişan ya da imtiyaz belgesine denirmiş. Arapça kökenli 'Beraat' kelimesi aklanmak anlamına geliyor. Bizim için de 'Berat gecesi' Mevlamız'dan, aklanmaya dair bir nişan, bir rütbe umduğumuz, bunun için dualarla, niyazlarla O 'Gani' Sultan'a yöneldiğimiz gecelerden, güzel bir gecedir. Rütbe lafını kullar arasında bir derece anlamında değil, gönlümüzün aklanmak suretiyle O'nun 'Nur' tecellisine mazhar olabilmesinin ifadesi olarak kullanıyorum. Çünkü kalbinde bir hardal tanesi kadar bile kibir olan kimse O'nun pak 'Cemal'ini nasıl umsun? Bu bakımdan 'yakin' özlemindekiler için arınmış, temiz bir gönül nişanesi imtiyazların en yücesi olsa gerektir..

Lakin günahımız, kusurumuz çoktur. Ne kadar çok olsa da Yaradan'ın rahmet, lütuf ve kereminden çok olabilir mi? O'nun rahmeti gazabını geçmiş, herşeyi kuşatmıştır. Yeter ki O'na yönelelim, isyanı bırakıp isteyelim, istemesini bilelim. Günah ve kusurlarımızla, (çevremiz bir yana) kendimize ettiğimiz zulümun farkında olarak samimiyetle pişmanlık duyabilecek kadar bencil kibirimize galip gelebilelim ve bu yöndeki ısrarımızdan vazgeçelim; özür dileyelim, değişmeye niyet edelim, telafi yolları arayalım, Allah'tan bunun için medet dilenelim, vesileler bulalım.. O halde, kandil vesilesiyle Allah'ın güzel esmalarından, bera(a)t niyazlarınız için faydalanabileceğinizi umduğum bazılarını sizlerle, çok kısaca anlamlarını vererek paylaşmak istiyorum. Dualarınızda Allah'a hitabetinizi zenginleştirmesi bakımından zikredebileceğiniz bu isimleri ayrıca düzenli vird edinmek, yani belli sayılarda, belli maksatlarla tekrarlamak, daha önce de uyardığım gibi ancak ehil bir ustanın önermesiyle ve onun gözetiminde olmalıdır. Fakir, niyetinizi temiz tutmanızı diler, Allah'tan (varsa) günahlarınızın affedilmesini, O'nun doğru yolu üzerine daim olmaklığı, tüm sıkıntılardan kurtularak cemaline kavuşma ve herşeyin en hayırlısını istemenizin ötesine bir şey diyemem. Bir de dualarınıza sevdikleriniz yanında tüm inananları da katmanızı arzularım ki duanın bereketi artar… Niyet hayır, akibet hayır inş'Allah!

"En güzel isimler Allah'ındır. Madem öyle, O'na bu güzel isimlerle seslenin(yakarın).." A'râf suresi 180.ayet

er-Rahman : Ayırd'etmeden bütün mahlukata ihtiyaçlarını veren, ihsan eden, merhametli…

Yazının Devamını Oku

Sultan Süleyman'ın adaleti…

24 Mayıs 2015
Paylaşamadığımız koca bir dünyada yaşıyoruz. Aslında hepimize yeter. Ama insanoğlu bencil ve açgözlü olabiliyor, hem de iddiacı…

Hepimiz hak iddia ediyoruz Dünya üzerinde, nefsimizce. Sadece Dünya mı? Birçok şey üzerinde… Herhangi bir şey üzerinde hak iddia etmenin ispata ihtiyacı vardır. Kim kanıtlayabilir bu dünyanın, bu vatanın, bu bedenin bizim olduğunu, hele hele sadece ve sadece bizim olduğunu? Sahiplik iddiasında olduğumuz her neyse, üzerinde bir oranda tasarruf sahibi olabilmemiz yeterli delil midir? Bu tasarrufun sınırları nereye dayanır? Ya aynı şey üzerinde birçok kimse hak iddiasındaysa? Farklı tasarruflar irade ediliyorsa birbiriyle çatışan? Bölüşebilecek miyiz, didişecek miyiz? Lakin bazı şey var ki bölününce yiter. Artık kimseye kalmaz hayrı. İddiasında az çok hak sahibi olanların birliği dışındaki her ihtimal zarar olur. İddia sahibi olmaktan vazgeçmek müstesna.. Bazen aklın almayacağı bir biçimde Hakk'ın adaleti vazgeçenleri ödüllendirir. Bu vazgeçişin altında Hakikatin adaletine duyulan güven, fedakarlık ve sevgi yattığı koşullarda.. Adalet, merhametle tamamlandığında… Hak yerini bulur. Yokluktan varlık yükselir!

Sultan Süleyman'ın yeryüzünde Hakk'ın temsilcisi olduğu çağlardı.. Tabi ki Dünya hükümranlığı yanında 'Manevi Sultan'lığı da elde ettiği aşikar, Süleyman a.s.'ı kastediyorum. Milattan önce 10.yy'da İsrailoğulları'na krallık yaptığı söylenen Hazreti Süleyman(Kral Şlomo), Allah'ın izniyle tüm canlıların dilini konuşabildiği gibi, sadece insan ve hayvanlara değil, parmağındaki yüzük marifetiyle cinlere de hükümdarlık edermiş. 'Şlomo', İbranice Şalom yani Selam kökünden türemiş 'Selamet getiren, teslim olmuş yahut İslam üzere olan' olarak anlamlandırabileceğimiz bir isim. Dinin maksadı olan 'Tevhid(birlik)' sırrına erenlerin tüm yaradılmışların dilini anlaması ve Allah'ın(cc) halifesi olarak üzerlerinde tasarruf sahibi olması bence de doğaldır. Rahman istediğine dilediği oranda gayb aleminin sırlarını açar, nimetlerini ayağı dibine saçar.. Davut a.s.'ın oğlu Hz.Süleyman da yaşadığı dönemin adalet temsilcisi olarak bulunmakta, üstün bilgeliği sayesinde kullar arasında hakemlik yapmayı vazifeleri arasında bilmekteydi. Kendisine bahşedilen zenginlik ve krallığının haşmeti bir yana, bilhassa da doğruluk ve bilgeliğiyle yedi düvele nam salmadaydı…

Bir gün iki kadın getirdiler Süleyman Peygamber'in huzuruna; İki anne ve bir de bebek. Aralarında ihtilaf vardı. İkisi de bebeğin kendilerinin olduğunu iddia ediyordu. Hz.Süleyman meseleyi anlatmalarını istediğinde birincisi söz aldı önce; -"Efendim, bu kadınla birkaç gün arayla doğum yaptık. Birlikte otururuz. İkimizin de kocası, kimsesi yok. Bebeklerimizi bir arada büyütmeye başlamıştık ki bu kadının bebeği öldü, bunu hazmedemeyince ölenin benim bebeğim olduğunu söylemeye başladı, yalan, ardından bebeğimi çaldı ve şimdi de kendisinin olduğunu iddia ediyor, vermiyor. Yavrumu geri istiyorum!". Hz.Süleyman doğru hüküm verebilmek için kucağında bebek olan ikinci kadına da söz verdi. O da aynı hikayeyi anlatıyor ama kucağındakinin kendi bebeği olduğunu, kıskanç arkadaşı bebeğini elinden almaya çalıştığı için şikayetçi olduğunu söylüyordu. Meseleye ışık tutacak ne bir şahit ne de bir delil vardı. Mahkeme salonundakiler başlarını öne eğmişler krallarının bu işin içinden nasıl çıkacağını merakla bekliyorlardı. Hz.Süleyman bir an sessiz kaldıktan sonra ayağa kalktı ve celladın tez huzuruna çağırılmasını emretti. Sonra kadınlara döndü ve bebeği tutan kadının kucağından kundaktaki bebeciğin alınmasını işaret ederek hükmünü açıkladı; -"Madem aranızda anlaşamıyorsunuz ve ikinizin de iddiasının aksini ispat etmek mümkün değil, bebeği tam ortadan ikiye böleceğiz, ikinize de birer yarısı verilecektir!". Dehşet içinde açıldı salondakilerin gözleri. Elinde kılıcıyla cellat huzura varmıştı bile, efendisinin bir dediğini iki etmeyeceği belli, hazırdı emri uygulamaya. Kucağından bebeği alınan kadın öfkeli bir bakış fırlattı ötekine ve mecburen razı olduğunu belirtircesine salladı kafasını. Diğer kadın ise hıçkırıklara boğularak atıldı bir anda Kral Süleyman'ın ayaklarına; -"Yalvarırım yapmayın, ben annelik hakkımdan vazgeçiyorum, tamam, arkadaşıma verilsin bebek, razıyım, yeter ki yaşasın, n'olur bir zarar gelmesin yavrucağın tek bir kılına..". Süleyman(as) usulca gülümsedi, bebeğin, ayaklarına kapanan kadına verilmesini emretti hemen; ancak seven, gerçek bir anne böyle davranırdı. Mesele müthiş bir şekilde çözülmüştü. Kralın tebası ise bir kez daha efendilerinin hikmeti karşısında hayran, böyle bir hükümdara sahip oldukları için Tanrı'ya şükrediyorlardı..

Belki de bebeğini kaybeden kadın durumu kabullenebilse diğerinin bebeğini beraberce büyütebilirlerdi, ona süt anneliği yapardı ve belki sonra Rabbi ona daha hayırlı olacak bir başka evlat bahşederdi, bilinmez.. Aktardığım meselin, adaletin bilgelikle uygulanmasını hikaye etmesi ayrı, sevdiğinin hayrını kendi çıkarının üstünde tutmasıyla, bu uğurda sevdiğinden ayrı düşmeyi dahi göze alarak fedakarca iddiasından vazgeçebilen kişinin sonunda muradına ermesi de ibretliktir..
Bize sınav olsun diye ödünç verilenler üzerinde bu kadar ihtilafa düşmemiz ve birbirimize girmemiz pek acıklıdır. Acziyetimize rağmen sahip olduğumuz iddiacılık ise gülünç.. Beraber büyütebileceğimiz bir medeniyeti, birlikte refah içinde yaşayabileceğimiz dünyamızı, cennet gibi memleketimizi, üzerinde kimin hükmü geçerli olacak kavgasına bölük pörçük etmeyi göze almış kimilerimiz çoktan. Bundan herkesin zararlı çıkacağını görememecesine hırstan, kıskançlıktan. Anlaşılan bize de acil bir Süleyman gerek adaletiylen. Neden gelmez ki? Acaba "Her toplum hak'ettiği şekilde yönetilir" tezinin doğruluğu mudur sebep? Yoksa bir yerlerde bir Sultan var da biz mi ona tabi olamıyoruz bir türlü nefsimizle çekişmekten? Peki ya bulsak da çıksak huzuruna, acaba hikayedeki kadınlardan hangisi gibi olmaktır halimiz? Hikayedeki Süleyman olmak isterdiniz ha! Hakkeden olur elbet! Ancak bunun için üzerinde 'Süleyman'ın mührünün olduğu, 'İsm-i Azam' yazılı yüzüğe malik olmalısınız; "Yüzük kimdeyse Süleyman O'dur!" keza.. Yüzüğün sırrından da başka sefere bahsederiz nasipse.. Selametle kalın! Hu…


Yazının Devamını Oku

Merdivenimizin basamakları; "Çakralar, küreler, latifeler"…

17 Mayıs 2015

Kendi içimizde birer merdiveniz hepimiz. Değil mi ki insan evrenin bir temsili nispetinde ve tüm kainatın sırrını içinde taşır. Yaradılışın en alçak mertebesinden başlayan basamaklarımız bizi meleklerden dahi yücelere çıkaracak yüksekliklere ulaşabilir..

Geçtiğimiz 'Miraç Kandili' münasebetiyle içimizdeki yükselme potansiyelinin dinamiklerini düşünür oldum yine bu günlerde. Hepimizin bir miracı olduğunu… Tüm peygamberlerin kendilerine özgü miraçlarından çıkarılabilecek dersleri düşündüm. Hz.Yakub'un merdiveni, Hz.Musa'nın Tur-u Sina'ya çıkışı, Hz.İsa'nın göğe alınışı, Hz. Muhammed(sav)'ın Cebrail(as)'in dahi ilerleyemeyeceği menzile ulaşması; "Mirac" sırrı…

Var'oluş evrelerinin tüm sırları adeta aynamıza yansıtılmış. Neredeyse tüm ruhani disiplinler insanın manevi yolculuğunun mertebelerinin vücudumuz üzerinde de temsil bulduğunda hemfikir olmuşlar. Olduğumuz merdivenin basamaklarını her kültür kendi dilinde açıklamaya çalışmış. Aşina olduğunuzu tahmin ettiğim doğu kökenli "Çakra" dizilimi felsefesi bugün özellikle Batı'da vücudumuzdaki başat enerji odaklarını ifade etmede kabul gören terminolojiyi belirlemiş vaziyette. Bu yaklaşıma göre evrenin yaradılış hiyerarşisine tekabül eden enerji merkezlerimizi omurgamız doğrultusunda aşağıdan yukarı doğru uyandırmaya başlamamızla bilincimizin evrimi paralel gidiyor. Sözkonusu enerji merkezleri Çin'de 'Akapunktur noktaları', Kabala öğretisinde 'Sefirot/Küreler', Sufilerce ise 'Letaif/Latifeler' olarak ele alınmış. Öğretilerin gösterdiği benzerlikler ayrıştıkları nüanslardan çok daha fazla..

Bugünkü yazımızda kimi Sufi ekollerinde önemle üzerinde durulan "Latife" sistemini kısaca tanıtmaya çalışacağım; Öncelikle "El Latif" ismi, Allah'ın(cc) 99 güzel esması arasında Yaradan'ın lütfunun bolluğunu, hoşluğunu ve O'nun tüm inceliklere vakıf olduğunu niteler. Dolayısıyla sıfatlarının belirme merkezleri olan 'latifeler' de Allah'ın hoş lütuflarıdır. Fakirane fikrim, "Yaradılış" başlı başına latifedir, latifeler silsilesidir..

Yaradılış evre evre olmuş ve oluş devam etmekte. En önce yaratılan, "Akl-ı evvel" yani 'İlk Akıl' olmuş ve tüm yaratılanlar da onun marifetiyle yaratılmışlar. Bu süreç bir yandan en ince belirmişlik düzeyinden en kaba düzeye doğru bir yay çizerek iner ve öte yandan en kaba düzeyden en ince düzeye doğru yükselen bir yayla yaradılış çemberi tamamlanır. Herşey aslına dönecektir. Zaten Sanskritçe kaynaklı 'Çakra' kelimesi de tekerlek, dönüş anlamı taşır. Başka deyişle nokta düzeyinden sonsuzluğa genişleyen var'oluş, hem de sonsuzluktan nokta değerine doğru toplanmaktadır. Kainatta kendini türlü görünümle tekrar eden aynı sistem içimizde de gizli. Bu açılıp kapanmayı latifelerin merkezi kabul edilen 'Kalb'in hareketinde, yahut soluk alıp vermede de deneyimleriz bir oranda..

Yazının Devamını Oku

Her günümün annesine…

10 Mayıs 2015

Vasiyetnamelere yazılmayan, yazılamayan bir mirasın mirasçıları olarak başladığımız hayat yolculuğumuzda ilk sermayemize vesile olan anne babalara selam olsun. Hele ki anneler, 'Rahim' esmasının tecellisi olmadan hiçbir babayiğidin altından kalkamayacağı bir ikramla lütuflandırılmışlar. Bugün de temsili olarak onları anma günü ilan edilmiş yurdumuzda; 'Anneler günü', 1955'ten beri.. Kutlu olsun!

Gelenekleşmesi ümidiyle kültürümüze tanıtılmış; epeydir türlü kurumlar tarafından yurt sathında yılın annesi seçilir. Anneler yarıştırılır mı kuzum? Hepsi kıymetlidir.. 1969'dan beri benim annem eksiksiz her sene yılın kazananıdır. Yılın annesi ödülünü şatafatsız bir törenle alışı medyada yer almaz ama ne gam, evlatlarının kendisini anması ona yeter. Kaldı ki anılsa da anılmasa da, anneliğini ruhunu teslim etmeden teslim etmeyeceğini bilir, kardeşimle ben şımarırız bazen..

İlk senelerimde anneler günü hediyem yalnızca var'oluşumdan ibaretken, sonraları kah tatlı bir söz, kah bir çiçek, bir eşarp yahut sevecen bir ziyaret var'oluşumun yanına 'bonus' olarak eklenir olmuştur. Şakacıktan bir hediye, olsa olsa sevgimi göstermeye ufacık bir bahane hakkı ödenemez anneciğime… Aslında çok da bakmaz böyle şeylere..

Şuna bakar ama; mutlu muyum, sağlıklı mıyım, iyi miyim. İyi bir insan olma yolunda mıyım, kendime ve çevreme hayırlı bir evlat mıyım.. Bilmem her anne böyle midir? Hoş, bir varlığı dokuz küsur ay karnında taşıma zahmeti bile tek başına şükrana değer ya, bundan fazlası da vardır onda; hayırlı bir evlat yetiştirme gayreti, bu yolda çekilen cefalar, göğüs gerilen zorluklar.. Böylesi hal üzere tüm fedakar analar insanoğluna sevgi tohumları aşılar. Aşı tutarsa mutlu olurlar; iki cihanın en kutlu hediyeleriyle donanırlar.. Ah! Biz gül dermeye koşarken üzerine bastığımız minik papatyalar, sessiz kahramanlar. Biliyorum, papatya doludur cennetteki çayırlar…

Ruhun yaşı olmaz, ne de cinsiyeti. Hepimiz görünmez ipliklerle bağlıyız birbirimize. Peki anneyle çocuk arasındaki güçlü manevi bağın sırrı ne? Burada öğrenemezsem cevabını eğer, perdelerin kalktığı öte dünyada soracağım anneme; "Can kardeşim, yıllar yılı serserinin teki olacağımı bile bile, (inş'Allah) bir gün adam olana değin seni bu kadar üzeceğimi göre göre, canlar pazarında onca ruh arasında başka ne gördün bende ki gönüllü oldun annemliğe?". Ya da nasıl oldu bu mübarek eşleşme?.. Umarım o güne kalmadan anneme olduğum sınavların, bazen de sanırım cezaların kat be kat üstünde ödüller sunabilirim dizi dibine. Diliyorum bunu, anne babanın hakkını bu dünyada kendilerine ödemenin neredeyse imkansız olduğunu bilsem de. Ana baba hakkını kişinin, ancak yetiştireceği evlatlarına, bir sonraki kuşağa ödeyebileceği söylense de… Diliyorum, çünkü benim evladım yok, borçluyum çok ve borcumu ödeyebileceğim biyolojik çocuklarım da yok. Bu yaştan sonra artık zor, belki de kısmetim manevi evlat sahibi olmak bir gün, kim bilir; ancak budur tesellim…

Onun için bugün anneler gününü kutlarken, başta sevgili ustam, manevi yolda annelik yapan er kişileri de anmak istiyorum. Ve hatta insanlık ailesine bir tutam güzellik sunmuş, ortaya sevgiyle, bizler için faydalı bir eser koymuş olabilen, en azından niyet etmiş herkesin içindeki anneliği selamlamak istiyorum. Anneler için edilen tüm dualardan hissebend olasınız!

Yazının Devamını Oku

Gül zamanı…

3 Mayıs 2015

"Sen gülce bilirsin, ne diyor dinle şu güller" (Râbia Hatun)

Bahar geldi, mayıs aylardan… Bilirim, gül zamanı yakın! Takvim yapraklarında haberin; 23 Nisan 'Regaip Kandili'yle sanki açıldı kapıları bahçenin.. 24 Nisan cuma 'Çiçek fırtınası' ve ipek böceğinin kozadan çıkması, 26 Nisan pazar arıların doğurma, gül ağaçlarının bakım zamanı… Ben gül deyince gönül anlarım. Madem bakım zamanı; aşk ile dokunmalı, şiirler okunmalı, gönlü uyandırmalı!

- Güzel yüzün görülmezdi / Bu aşk bende dirilmezdi / Güle kıymet verilmezdi / Âşık ve ma'şuk olmasa (Âşık Veysel)

- Açılalım güller ile / Ötelim bülbüller ile / Diyelim pâk diller ile / Lâilâheillâllah (Aziz Mahmud Hüdâyî)

Bu haftanın tarihçesi; 27si pazartesi kalem aşısı, 29 çarşamba serçelerin yavrulama zamanı, derken 1 mayıs cuma 'Bahar bayramı'. Bugün pazar 'Dünya çiçekçiler günü' ve nihayet 6 mayıs çarşamba kapıda 'Hıdrellez' (Büyük saatli maarif takvimi).. Öyleyse Hızır-İlyas sabahı gül ağaçları dibinde niyet açıp mani söylemek adet; bülbül gibi gülden söylemek gerek..

- Girem denize gark'olam, ne elif, ne mim, dal olan / Dost bağında bülbül olam, güllerin derem, yürüyem (Yunus Emre)

Yazının Devamını Oku

Korkuyu korkuyla alt et!

26 Nisan 2015

Korkmayanımız var mıdır? Aptallar dışında… Yok, insanlığın cesaret abidelerini aptallıkla itham etmiyorum, yanlış anlaşılmasın. En cesurlarımız da korkarlar, nefsani korkularına galip gelecek daha yüce bir korku anlayışına ermişlerdir onlar.. Cesurların cesuru Hazreti Ali(ra) korkmaz mıydı? Hazreti Hüseyin(ra) ve Kerbela aslanlarında korku yok muydu? Korkmayan Peygamber inmiş mi hiç yeryüzüne? Bence onlar en çok korkanlardı. Allah'a en yakın olanlar, O'ndan en çok korkanlardır. Çünkü onlar en çok sevenlerdir. Aşıklardır. Gerçek aşka korkusuz varılamaz..

Korku evrilerek aşka varıyor. En basit haliyle korkuyu doğada, hayvani bir dürtü olarak gözlemliyebiliyoruz. Sevginin en ilkel hali bu aslında.. Varlık zerresini devam etmeye, güçlenmeye, çoğalmaya, beğenilmeye, evrimleşmeye, birleşmeye sevk eden dürtü. Bu dürtü yaradılanların hayatiyetlerini koruması için gerekli görünüyor. Var'oluş çabası, yok'olma korkusundan ayrı düşünülemez sanırım. Varlık ve yokluk gibi, korku ve aşkı da iki ayrı kutup olarak kodluyor cüzzi aklımız. Varlık coşkusu ile yokluk dehşeti arasında bir yerlerdeyiz. İkilikte.. Ya da birlik(tevhid) penceresinden görmedeyiz; Varlık nasıl zıttı görünen yoklukla açığa çıkıyorsa, aşk da zıttı sanılan korkuyla açığa çıkmakta, hatta ancak onunla birlendiğinde tamamlanmakta..

Yüksek manada aşk, yaradılmışlardan insana özgü bir duygu. Evrimin bizde belirginleşen üst bir değeri. Korku ve yoksunluk temelli hayvani dürtülerin kemal bulmasıyladır aşk. Biz de kendi hayatlarımızda bu evrim sürecini yaşarız aslında. Aşkı yeniden öğreniriz bebeklikten itibaren. Korkuyu öğreniriz. İnsanın öğrendiği korku, dürtüsel korkunun çok daha gelişmişi, kavramlaştırılmışı olmakta; akıllı korku diyebiliriz belki buna. İlk farkındalıktan itibaren içimize, doğal olarak var'olan temel güdü dışında çevremiz tarafından ekilen türlü korkular, biz büyüyüp faydalılıklarını kaybettikçe, yeni ve daha sofistike, daha akıllılarıyla yer değiştirmek zorundalar. Yoksa toplum nezdinde sorunlu, az gelimiş olarak kodlanır, var'oluşumuzu tehlikeye sokarız. Evrim kuralı…

Toplumun yapısı çarpıksa iş değişir tabi. Gelişmek ve daha iyiye yönelmek için motivasyon sağlayan sağlıklı dozda korku, fazlaca yüceltildiğinde zararlı etki yapıyor. Böyle toplumlar korku toplumları olmakla tutuculaşma eğiliminde oluyorlar. Halbuki patinaja düşmeden evrimimizin gerektirdiği adımları yeri ve zamanı gelince atmak lazım..

Korkunun bir adım sonrası saygı… Üzerimizde etki yaratan güce karşı zamanla bir saygı gelişir içimizde. Saygı duymak sevmeye bir adım daha yakınlaştırır bizi. Yaklaştıkça daha iyi tanımaya başlarız. Muhabbetledir tanımak. Tanıdıkça korku objesini, varoluştaki yerini, ardında yatan hakikati, duygumuzun doğaldır sevgiye evrilmesi. Korkudan aşka; gelinen her evre kendinden öncekini de kapsar, varılan yeni bilginin ışığında bir önceki safha yeniden anlamlandırılır. Aynı bütünün, her geçtiğimiz evrede tekrardan isimlendirilmesidir olan aslında. Ama sonu nasılsa aşka varıyor demekle ve her evreyi hakkını vererek yaşamadan son nokta idrak edilemiyor. Ki son nokta, ilk nokta aynı zamanda ve tek nokta hem, sonsuz…

Yazının Devamını Oku