İlginçtir; Tevrat olsun, Mushaf(Kuran) olsun, ikisi de 'B'(Be, ba, bet) harfiyle başlıyor. Ve ikisi de 'B' ile başlayan bağlaçla başlıyor. 'De, da', 'ile' anlamına gelen bağlaç(rabıt); 'Be, Bi'! Bağlaçlar tek başına anlam ifade etmezler. Öyleyse Allah'ın kitabı bizi neye bağlıyor? O bağı takip edersek ucu nereye varıyor?.. 'B'nin bir de noktası var sırlı. Belki de herşey orada başlıyor, orada bitiyor. Ola ki mevzubahis 'hakikat'imizdir!
Tevrat alimleri bu konu üzerine çok kafa yormuştur. 'A' yani 'alef, alfa, elif' harfi tüm diğer harflerin başı, anası durumunda kabul ediliyorken neden 'Ba'? Menkıbevi bir anlatıya göre Allah(cc), kitabını yazılı olarak vücuda getirmeye karar verdiğinde, tüm harfler kendi hikmetlerinden dem vurarak bu kutsal görevde yer alacak ilk harf olmak üzere gönüllü olurlar, ancak 'Ba' mütevazi bir şekilde kenarda kalmayı tercih eder. Allah'ın tercihi 'Ba'nın ilk harf olmasıdır. Çünkü bu mütevazi harf 'Bereket' kelimesinin de ilk harfi olarak mübarektir ve Allah, kitabını varoluşa bir 'bereket' vesilesi kılmak istemiştir.. Ya Barik Allah! Baruh Ata Adonay, Elohenu Meleh haOlam (Mübareksin sen ey Efendim, Alem'in Maliki{kralı} Allah'ımız..)!
Tevazu, kulun giydiği, giyeceği sıfatlar içinde her zaman baştacı edilmiştir; Civarda başka daha yüksek dağlar varken 10 emrin Tur-u Sina'da verilmesi, Allah'ın Hz.Musa'ya kendini onca daha görkemli ağaç varken, yanan ortaboylu bir çalılıkta açık etmesi, seçtiği peygamberlerinin akıl almaz tevazuları vb… Ve konumuz olduğu üzere 'Kitab'ın ilk harfinin de mütevazi 'Ba' olarak tercih edilmesi, hep bize mütevazi olmamız üzere verilen nasihatler.. Azamet küçülmekle açığa çıkar. Yoksa yaradılış olmazdı! Ba'nın noktası; nokta, yaradılışta ifade bulan en küçük(!) birim…
Bazı alimler de derler ki; 'Allah'ın kitabı' yaradılış ile ilgilidir, Allah'ın bilinmesini istediklerini, zuhuratı bildirdiği kitaptır. O halde tabi ki 'B' ile başlayacaktır. Çünkü 'A'nın bilgisi Allah'ın indindedir, gaybdır, sırlıdır. Gaybı hakkıyla bilen ancak Allah'tır. 'A' batındır(görünmeyen). Onun için aşikar olmasını istediklerini, (belli bir noktadan itibaren) yaradılışın, varoluşun zahiri(açık, belli) anlatımını, kitabını 'B' ile başlatarak işaret etmiştir Rabb. 'A', Allah'ın insan aklı ile bilinemeyecek zatını, alfabede ikinci gelen 'B' ise bilmemizi murad ettiği isim, sıfat, fiillerini ifade eder. Aynı zamanda 'A', 'ilmi ledün'dür(Tanrı katının bilgisi, gizli ilim)..
Önce şartlar yerine gelmiş mi bir bakalım..
Herşeyden evvel; demek ki canımız, cananımız, imanımız, insanlığımız zulüm ile tehdit altında.
Bu tehdit, tehdit olmaktan da çıkmış hatta, zulüm, katliama dönüşmüş durumda.
Huzurumuza, bekamıza kastedilmekte; Kendini savaşarak korumaktan başka bir seçenek kalmamış masada..
Bazen seyretmekten başka bir şey gelmez elimizden… Günler geçer, yıllar geçer, hayat geçer. Yapabileceğimizi yapmaya çalışırız. Nasibimizce.. Ektiğimiz tohumların kimi biter, kimi toprak olur, gider. Yaşananların seyranı ise filtrelerimizden geçer, zamanı delen, gönle nakşolan irfan olur, bizi besler. Gün gelecek şahitliğimize başvurulacak anı beklemekten gayrısı kalmayacak. Sessizce…
Fakat bu günler ne yoğun, bu ne karışıklık, aman, daha ne kadar hızlanacak zaman? İnsanoğlu böylesi bir dönem yaşamış mı? Fakir yaşamadım şu kısa ömrümce! Seyretmeye dahi yetişemez oldum; Bir yanda televizyon, görüntüler ardı ardına geçmekte, öte yandan sosyal paylaşım sitelerinde insanların halleri, sözleri, hatıraları, hayalleri sonbaharda düşen yapraklar misali ekranıma düşmede.. Bu kadar çok bilgiyi nasıl işlesin ruhum? Bu kadar fazlasını görmem, bu kadar fazla şey bilmem gerekiyor mu sahiden? Bunca sorumluluğu nasıl kaldırsın aciz yüreğim.. Neden? Tanrı'yı oynamaya soyunan insanın acıklı dramı olsa gerek bu deneyimlediğim. Zaman dolmadan, tamamlanması farz olanlar yağıyor sanki pür telaş, bakmadan hiç; 'Acaba taşıyabilir miyim?'. Heyhat gözlerimi de kapatamazım… Görülecekler görülene, anlaşılacaklar anlaşılana, bilinecekler bilinene kadar.. Buradayım!
* * *
Seyrederken içimizden geçer bazen; Nifak kumkuması köpürdüğünde iki sırlı söz söyleyip dindirsem, umarsızlıkla buz kestiğinde içim, aşk ateşini körüklesem. Kalbim olsa üzülsem, o kadar hassas olmasam, haddinden fazla da üzülmesem. Şunu şöyle yapsam, bunu böyle yapsam, mücadele etsem, yok teslim olsam. Ah, bu kadar ince hesapların içinde boğulmasam! Yaptığımı 'marifet', yapamadığımı 'izafiyet' diye kendime yontmasam. Sanmasam. Görsem, gördüğümü huşu içinde seyretsem. Ama yargılamasam.. "Yok mu beni benden kurtaracak?". İyisi mi tüm bunları istemesem, istememeyi dahi istemesem. Yine de beni yaratır mıydı Yaradan? Yerde sürünen yılan, gökte gezen doğan yeter miydi anlaşılmana? Seyransa, onlarınki de seyran…
Şeker Bayramınız kutlu olsun! Ramazan ayını kazasız belasız geçirdiyseniz, hele ki Yaradan'la bir yakınlık vesilesi olduysa size, tam sırası; "Şükür Bayramı", aslen 'Eid el Fıtr'(Ramazan Bayramı), ancak biraz da bu bayrama verdiğimiz kıymetten olsa gerek, olmuş bizde "Şeker Bayramı"! "Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım; böyle kutlayalım" hesabı… Hele çocuklar, ne de çok severler şekeri, kutlamaları.. İçimizdeki şımartılmayı seven çocuk, bir de bilse şekerin şeker olup soframıza gelene kadar geçirdiği maceraları. Onun için ödenen bedelleri… Belki daha iyi anlardı neden kıymetlimize 'Şekerim' dendiğini..
O da bir kamışmış ilk başta; buğdaygillerden 'şeker kamışı', şekerin bilinen ilk hammaddesi.. Bugün de halen dünya şeker üretiminin %70'i şekerkamışından karşılanıyormuş. Bundan en az 9000 yıl öncesine kadar gidiyor kullanımının bilgisi. Kökeni Yeni Zellanda imiş. Oradan Hindistan'a, Çin'e gelmesi.. Kutsal kabul ettikleri bu kamışa "Sarkara" adını vermiş Hintliler; 'şeker' kelimesi buradan türetilmiş. Yiyenler bilir; sokaklarda, yol kenarlarında satılır bazı memleketlerde parça parça. O emilen liflerden süzülen tatlı sıvı, zamanla Dünya'yı kendine esir etmiş. İlk önce suyu çıkarılır olmuş. Elle çevirilen mengenenin bir tarafından sokarsınız kamışı, parçalanmış şekilde çıktığında öte taraftan, nefs mücadelesi yolunu almış derviş misali, altındaki oluğa bıraktığı özü, bir bardakçık tatlı sıvı, hem ısıtır, hem de gevşetir adeta içinizi. Buzla birlikte ise, keyifli bir yaz içeceği; parçalanmış kamışın içi…
Hintliler'den Persler'e, onlardan da 7.yy'da Araplar'a geçmiş şeker kültürü. Artık şeker şurubunun bir miktar arındırma işleminden geçirilip yaygın biçimde ticareti yapılmaktayken Doğu ve Ortadoğu'da, yeni ve esaslı bir kalem daha eklenmiş Araplar tarafından şeker bazlı ürünlere; "Khurat al Milh", dilimize 'karamel' olarak geçmiş. Mısırlılar'ın şeker şurubunu arındırmayı bir adım daha ileri götürmesiyle, böylece daha uzun süre muhafaza edilebilen konsantre ve nispeten daha kolay taşınabilen şeker, Ortaçağ'da da Haçlılar tarafından Avrupa'ya tanıştırılmış nihayet. Önceleri uzun süre çok nadir ve pahalı bir madde olarak, ancak kısıtlı miktarlarda özel eczanelerde satılıyormuş. Reçeteye tabi ve hassas terazide tartılarak… İskenderiye limanından Venediğe, oradan da Avrupa'nın diğer liman ve şehirlerine dağılan "kahverengi şeker ekstresi, esmer altın"ın daha da yaygınlaşmasında, Venedik'te, bugünün bildiğimiz şekerinin öncülü 'kristalize beyaz şeker' üretimi yapmak üzere kurulan rafinerilerin payı yadsınamaz herhalde..
Sonraları biraz tatsız; Şeker ticaretinin başarısı ve cazibesi tüm sömürgeci ülkelerin iştahını kabartır olmuş ve gitgide şiddetlenen bir rekabet başlamış çok geçmeden. Kristof Kolomb'un ikinci Amerika seyahatinde kargosunda taşıdıklarından biri de şekerkamışı imiş. Guadalup başta olmak üzere bazı Karayip adalarında başlatılan plantasyonlar zamanla Küba, ardından da Güney Amerika kıyılarına yayılmış. Avrupa'nın şekere talebi arttıkça, ihtiyaca cevap vermek için zahmetli bir işçilik gerektiren plantasyonlarda çalışmak üzere Afrika'dan gemi gemi köle taşınmaya başlanmış. Şeker ticaretine hakim olmaya çalışan ülkeler arasında artan gerginlikler, çatışmalar… Bu sırada Avrupa'da seçkinlerin tüketim alışkanlığı şeker yavaş yavaş eczanelerden baharatçılara kaydıkça, halk da kullanabilir olmuş. Paralelinde gelişen şekercilik ve pastacılığın yaygınlaşması Napolyon dönemini buluyor. Rafinerizasyonda ilerlemeler ve artık "beyaz zehir", kolonizasyon ve köle ticaretinin başat ürünü olarak Avrupa'nın tüketim alışkanlıklarını geri dönüşü olamayacak şekilde değiştirmiştir. Sonrasında da 'küreselleşme' ile birlikte tüm Dünya'nın… Bir de bakmışız ki şekere doyamaz olmuşuz! Şeker hastası…
İnsanla kamışın ilginç hikayesi! O kamış ki firavungillerin nefsini daha da kabartmada, hakikatın peşine düşenlerin ise gönlünü yapmada. 'On Emir'in nebisi Hz.Musa'nın(as) etkisi de böyle olmamış mıydı? Kıpti dilinde "Mu", su demekmiş, "Sa" da kamış, kargı; "Musa" da sudan gelen kamış anlamına gelebiliyor o halde.. Allah'ın kamışı, kimine delici bir mızrak, kimine de içi dağlanarak boşaltıldıktan sonra, 'Allah'ın edebiyle edeplenmenin nişanı olarak üzerine yerli yerince açılan delikler ve içine üflenen sıcak nefes marifetiyle gönülleri irşad eden 'ney' sesi; "Kelamullah"… Kamışlardan şekerkamışının dönüştüğü şeker de kah insanoğlunun hırsını beslemiş, zalimleştirmiş, köleleştirmiş, kah gönüller almaya vesile olmuş, aşk şerbetine dönüşüp paylaşanları mutlu etmiş. Bize verilen nimetleri nasıl değerlendirdiğimiz kim olduğumuzu belirliyor bir yerde. İnsanı boşuna bir kamışa benzetmemiş Hz.Mevlana; kamışlıktan kesilmiş, asli vatanından uzaklaşmış.. Aslımıza döneceğiz inş'Allah sonunda!
Bozulmamış çocuklar ki her güzelliğe layık, kapımıza gelecekler mutlaka bu bayramda. Onlara şeker bilabedel, bedava. Biz de nefsimizle cebelleşerek, alacağımız bir parça şekerin bedelini ödemeye çalıştık Ramazan boyunca; umarım Bayram'ı hakettik, çocuklar gibi masumlaştık ve kimsenin de gönlünü kırmadık bu yolda… Madem şeker ile bayramı birleştirmiş insanoğlu, şükür, fakir Musa da şekerkamışı ile ismimi böyle birleştirebildim ancak, yazının ucunda.. Aşk olsun, selam olsun tüm birlik yolunda olanlara! Karamel tadında bir Bayram dilerim hepinize! Hu
Geçen haftaki "Bektaşi fıkralarına giriş" yazısının sonunda söz verdiğim üzere, bir zamanların popüler 'Bektaşi' fıkra ve nüktelerinden, özellikle şu içinde bulunduğumuz Ramazan ayına uygun görüp seçtiklerimi, dimağınızı lezzetlendireceğini, içinizi gülümseteceğini umarak ve de hoşgörünüze sığınarak huzurlarınıza sunuyorum Erenler;
* Ramazan ayı gelince yeni evlendiği hanımı özenle hazırlamış ilk sahur sofrasını. Afiyetle yemiş Baba Erenler, ama hanımı bakmış ertesi gün Erenler'de oruç moruç yok; 'Belki maruzatı vardır, sonraki gün tutar' diye yine hazırlamaya devam etmiş sahur sofrasını ancak Baba Erenler hiçbir sahuru kaçırmadığı gibi, bakmış oruç da tutmuyor hiçbir gün. Böylelikle ayı yarılamışlar ki hanımı sonunda dayanamayıp laf etmiş; - "Efendim her gece size sahur hazırlıyorum, yiyorsunuz ancak oruç tuttuğunuz yok, öyleyse hazırlamayayım artık boşuna sahur sofranızı!". Baba Erenler cevabı yapıştırmış; "A be hanım, oruç farz, sahur sünnettir. Zaten mahcubum farzı yerine getirememekten, bir de sünneti terk edeyim de iyice mi mahcup olayım!"..
* Bektaşiyi Ramazan günü oruç yerken yakalayıp Kadı'nın huzuruna çıkarmışlar. Kadı; "Bre zındık, niye oruç yiyorsun?", Bektaşi; "Seferiyim!". Oradan boşboğazın biri çıkıp; "Kadı Efendi, bunu tanırım, 40 yıldır burada oturur, seferi değil, yalan söylüyor!" deyince Baba Erenler cevabı yapıştırmış; "İlelebet burada kalacağıma dair elinizde senet mi var? Seferiyim dedim ya; Ahiret yolcusuyum!"..
* Baba Erenler beleş bir iftar sofrası bulup güzelce yerleşmiş. Yanında iki kişi gevezelik ediyor, biri diğerine sormuş; "Bu Ramazan kaç gün oruç tutabildin?", diğeri; "Hastalığımdan dolayı ancak bir gün tutabildim". Soru sahibinin gözü Baba'ya takılınca; "Ya siz kaç gün tutabildiniz Erenler?" diye ona da bulaşmış. Baba hiç istifini bozmadan yanıtlamış pişkince; "Bu arkadaş benden bir gün fazla tutmuş!"..
* Erenler'e sormuşlar; - "Niçin oruç tutmazsınız?". Cevaplamış; - "Tutmak isterdim ama halim, mecalim yok!". Beriki sıkıştırmış; - "Ama iftara çağırılınca gidiyorsunuz!". Baba; - "Evet, doğrusu ne yapar eder giderim!". Fırsat arayan bizimki lafı yerleştirmiş; - "Canım olur mu hiç? Allah'ın emrine icab etmiyorsunuz da kulun davetine gidiyorsunuz!". Baba Erenler; - "Yahu ne şaşırıyorsun? Allah merhametlilerin en merhametlisidir, eşref saatine gelir, affediverir. Kullar böyle mi? En ufak sebepten gücenirler. Davetlerine derhal gitmek gerekir. Yoksa Allah korusun kul hakkıyla çıkmayayım huzura!"..
* Erenler o sene hanımının ısrarına dayanamayıp bir gün oruç tutmuş. Ramazan öylece geçmiş. Akabinde Baba'nın da bulunduğu bir bayram meclisinde konu tutulan oruçlara gelince sofunun biri sızlanmış; - "Yarın ahirette hesabını nasıl veririm bilmem ki, maalesef bu Ramazan bir oruç kaçırdım!". Baba Erenler hemen lafa karışıp bizim sofuya hitaben; - "Sen hiç merak etme Erenler, rahat ol! Bu konuda hesap verirken zorda kalırsan hemen bana haber et, gelir hesabını denkleştiririm!"..
* Baba Erenler ile çömez dervişi demleniyorlarmış bir köşede ki zabıtanın biri görüvermiş. Hem de Ramazan günü… Zabıta tuttuğu gibi ikisini de çıkarmış Kadı'nın karşısına. Olay anlatılınca Kadı gürlemiş; - "Mübarek Ramazan günü, bırak orucu, bir de içki içmek ha, ulan Müslüman değil misiniz siz?". Çömez boynu bükük; - "Elhamdulillah!" demiş de Baba Erenler başka konuşmuş; - "Yok Kadı Efendi, ben Hıristiyanım doğrusu!". Çömezin şaşkın bakışları altında yine gürlemiş Kadı; - "Peki o zaman sen git, şu yeni genci de tez atın zindana!". Baba Erenler lafa girmiş hemen; - "Bir dakika Kadı Efendi, şu zabıta bizi tuttuğunda delikanlı tam da İslam'ı anlatıyordu bana. Sevgi ve hoşgörü dini olduğundan bahs'ediyordu. Aklım yatmaya başlamıştı valla. O halde şimdi ben İslam'ı kabul edersem bunun hatırına affedilmez mi bu delikanlı da?". Kadı düşünmüş, birine Müslümanlığı kabul ettirmenin sevabı büyük; "Tamam o zaman!" demiş. Baba Erenler 'kelime-i şehadet' getirdiği gibi kapmış çömezini de kolundan, atmışlar kendilerini dışarı. Çömez halen şaşkın 'nasıl inkar ettin iki dakikada dinini' der gibi bakıyormuş Baba'nın suratına ki Erenler çıkışmış; - "Ne bakıyorsun evladım, yanlış mı; Hıristiyan oldum, kendimi kurtardım, Müslüman oldum, seni de kurtardım!"..
"Türk milleti İslam'ı daha ziyade, elim Kerbela vakası sonrasında Emevi hükümranlığının baskısından kaçan 'Ehl-i Beyt' muhiplerinin(sevenlerinin) sığındığı Horasan illerinden zamanla Anadolu'ya sökün eden 'Horasan Erenleri' yoluyla öğrenip, benimsemiştir" desek yalan olmaz herhalde.. Bu bakımdan coğrafyamızda halkın çoğunluğunun tabi olduğu İslam anlayışı, Kur'an ve Hz.Peygamber'in(sav) sünnetini öne çıkarmakla birlikte, Ehl-i Beyt[Hz.Muhammed'in(sav) hane halkı; Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan, Hz.Hüseyin (ra)] muhabbeti ve buna bağlı olarak da hikmet, hoşgörü, sevgi, civanmertlik çerçevesinde gelişmiştir. Kanımca cihanşümul(dünya çapında) bir devlet geleneğine ulaşmış olmamız ve bu anlayış yozlaşana değin İslam'ın bayraktarlığını yapagelebilmemizin başlıca nedeni budur. Bahsettiğimiz anlayış Osmanlı'da bilhassa, tarikat kurumları olan tasavvufi tekkeler etrafında şekillenmişti. Bir dönemin manevi üniversiteleri olan tekkeler, dergahlar tüm çevrelerini etkilemekte ve halka yüksek bir ahlaki anlayışı örneklemekteydiler. Bu kapılar genelde 'tevhid'(birlik) ülküsünden kopmaksızın, ancak her meşrebin de kendini bulabileceği biçimde bir çeşitlilik sergilemekteydi..
Zamanında Anadolu'yu İslam'la mayalayan sözkonusu 'Hak Erenler'in başlıcalarından biri de Pir 'Hacı Bektaş-ı Veli'dir. Hakkında türlü rivayetler olmakla beraber 13. yy'da yaşamış olduğu, Horasan'dan Anadolu'ya gelerek Kırşehir ve civarında öğretisini yaymaya başladığı konusunda mutabakat vardır. Peygamber(sav) soyundan (Seyyid) olduğuna inanılmaktadır, ancak eldeki silsileler muhteliftir, son dönemde manevi silsilesini 'Vefai'liğe bağlayan görüşler ağırlık kazanmıştır.
Hazreti Hacı Bektaş Veli'nin ardıllarınca kurumsallaştırılan 'Bektaşilik', bilhassa hoşgörüyü öne çıkarması ve aristokratlaşmaya gösterdiği direnç ile, hem kentlileşmemiş halk kesimleri ve hem de kadim Türk 'kamlık'(şamanizm) gelenek göreneklerini kısmen de olsa muhafaza etmeye eğilimli bazı (özellikle Türkmen) aşiretler açısından İslam'ı yaşayışa elverişli bir zemin oluşturmuştu. Zaman içinde, zaten kökeninde güçlü bir Ehl-i Beyt sevgisi olan (özünde ehl-i sünnet) 'Bektaşi tarikat geleneği'nin yerel unsurlarla da sentezlenerek, önemli oranda 'Alevi/Bektaşi' inanç türevlerine evrilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu dönüşüm zamanla devletin resmi dini anlayışı olarak yerleşen 'Sünni İslam' itikadından bir ayrışma olarak algılanmaya başlanmış ve bugüne dek süregelen türlü sorunlara sebep gösterilmiştir. Kimi zaman da sınıfsal yahut kökene dayalı sürtüşmelerin yönetici kesim lehine hallinin kılıfı olarak sunulmuştur kamuoyuna..
Yaşanan türlü sosyopolitik meseleler sebebiyle ve ayrıca da Bektaşi öğretinin kök saldığı kültürel zeminin gerekliliği olarak bu tarikatte aktarımın ekseriyetle zengin bir sözlü geleneğe dayandığını görüyoruz; Menkıbeler, darb-ı meseller, nefesler(şiir, türkü), nükte ve fıkralar… Alevi/Bektaşi nefesleri olsun, Bektaşi fıkraları olsun ortaya konulan bu edebi ve manevi zenginlik, taşıdığı insani değerler bakımından yalnızca bu yolun izdeşleri tarafından değil, halkımızın oldukça büyük bir kesimi tarafından sahiplenilmiş, Anadolu İslam'ı yahut Türk/İslam sentezi denilen olgunun ana sütunlarından, halk kültürümüzün can damarlarından birini oluşturmuştur..
Böylece konuyu Bektaşi fıkralarına getirmiş olduk, ki içinden geçtiğimiz Ramazan gecelerinde de Karagöz/Hacivat gibi, ortaoyunları gibi halkın geleneksel neşe kaynaklarındandır. Başkahramanı 'Baba Erenler', Hoca Nasruddin gibi hem güldürür, hem düşündürür.. Halk nezdinde, riyaya(ikiyüzlülük) bulaşmış sözde dindarlara, hoşgörü fakiri asık suratlı kimi ulemaya, tepeden bakan zengin yönetici kesime, ama en çok dini taassup(bağnazlık) sahiplerinin baskısına karşı bir başkaldırı temsili, en azından mizah yoluyla bu baskıyı hafifletici bir unsur olarak benimsenmiştir fıkralardaki Bektaşi karakteri 'Baba Erenler'. Baba Erenler, kalıplaşmış dini uygulamaları sorgulayışındaki içtenlik, düştüğü zaaflar karşısında hüsn-ü zanla Yaradan'a sığınması, bazen O'na karşı isyan görünümünde nazlanması, insancıllığı, nüktedan zekası ve en aykırı görünen duruşunda dahi muhabbeti, yakınlığı hissettirmesi ile sevdirmiştir bize kendini. Züğürtlüğü, miskinliği, samimiyeti, hesapsız hoşgörüsü, günahı, sevabıyla bizden biridir o, gerçektir.. Selam olsun!
Daha kendisi teşrif etmezden önce, Ramazan ayının tatlı meltemi hafif hafif estirmeye başlamıştı ki, kendimi tuhaf bir şekilde mutlu hisseder olmuştum. Sanki özlediğim birine kavuşacakmışçasına, içimde pır pır minik kelebekler… Bu anlaşılmaz hal üzere, cüzzi aklım işin acayipliğinden dem vurup kendisine mantıklı bir sebep sunmamı talep etti. Garibim herzamanki gibi ikilemde kalmış, gönlümün bu coşkusuna iştirak etmeli mi, etmemeli mi, onun derdine düşmüş sızlanmadaydı. Kendince yönettiği elemanları da endişesine taraf etmek için kulis yapmaya başlamıştı hatta ufaktan. En başta mideyi muhatap olarak kestirmiş gözüne, ona fısıldıyordu kaygı gerekçelerini; "Bak şimdi, hissettin mi sende garipliği, hayra alamet değil korkarım patronun bu yersiz sevinci! Ramazan geliyor belli ki. Hem de senenin en uzun günlerinde, bir de sıcaklar bastırdı mıydı, yedik ayvayı! Hatırladın mı mübarek ayı, hani oruç ayı.. Aç kalacaksın, aç! Benim için de iyice zor olacak yönetmek bu şartlarda, sorumlusu olduğum şu koca sistemi. Varlık içinde yokluk.. Kolay mı? Gel gör ki patron inatçı! Gerçi tüm elemanlar idare eder durumda ama, daha rahat olurdu, ah bir anlayabilseydim işin hayrını…"..
Sevgili aklımın kendini hikaye kahramanlarıyla özdeşleştirmekten hoşlandığını bildiğimden, Ramazan'a dahlini de pek istediğimden ona inci gibi bir mesel getirdim okyanusun derinliklerinden, anlatalım mealen :
"Leyla'nın babasının, arazilerindeki bazı mevsimlik işler için dışarıdan işçi tutması icab etmişti. Bunu haber alan Mecnun da boş durur mu? Biricik sevdiğini görebilmek uğruna bu kaçırılmaz fırsatı ganimet bilip o da işçilerin arasına yazdırmıştı kendini. İşyerine giderlerken sevincinden yerinde duramıyor, 'Leyla da Leyla, ah sevgilim Leyla' deyip duruyor, aşklarının yüceliğinden dem vuruyor, o da yetmez, yüksek sesle şiirler okuyup halden hale giriyordu. Mevzunun heyecanı diğer işçileri de sarmış, onlar da seviniyorlardı sevgililerin bir şekilde kavuşacak olmasına..
Aşkla, şevkle çalıştı Mecnun yorulmak bilmeden tüm sabah. Derken öğlen olup da yemek vakti geldiğinde, heyecan doruk noktasına varmıştı zira Leyla idi karavananın başındaki. Herkes merakla bekliyordu Mecnun'un meşhur sevgilisinin onu görünce vereceği ilk tepkiyi. Mecnun da içlerinde, işçiler ellerinde boş taslar, Leyla herbirine özenle boşaltıyordu kepçeyi. Sıra Mecnun'a geldiğinde, bir anlık bakışma ve 'tınn' diye bir ses yankılandı havada.. Geçti Leyla, Mecnun'un tasına bir lokma bile boşaltmadan; elindeki kepçeyle boş tasına vurup Mecnun'un, öylece devam etti. Ve karavanayı dağıtmayı bitirip aceleyle, dosdoğru eve girdi, gözden yitti..
Acayip sevinçliydi Mecnun! Diğer işçiler bizimkinin 'Mecnun'(çılgın, deli, divane, tutkun) lakabını boşuna almamış olduğuna iyice kani olmuşlardı şimdi. Kendileri daha fazla üzüleceklerdi neredeyse Mecnun'dan. Anlamsızdı Mecnun'un bu sevinci. 'Delidir ne yapsa yeridir' derler amma, belki vardır akla mantığa sığar bir açıklaması? Biraz meraktan, az da eğlenmek için haliyle fukaramın, takılmadan edemediler; 'Bre Mecnun, sen harbi deliymişsin ha, seninki bir damla aş komadı tasına, 'tın' dedi geçti, sense sanki dudağına buse kondurmuş gibi sevinmedesin oysaki, bu ne iştir yahu?'. Mecnun, taptaze bir gülümseyişle cevapladı suali; 'Aşık olmayan, aşığın halinden ne anlar? Sizin açlığınızla benimki bir midir? Siz midenizin açlığına açlık dersiniz, ben gönlümünkine.. Leylam halden anlar. Size istediğinizi verdi, bununla anca bir öğün karnınız doyar. O benim halimin başka olduğunu bilir de bana size davrandığı gibi davranır mı hiç? Can paresi sevgilim, hepiniz şahitsiniz, bana farklı, özel davrandı Leylam; Duydunuz nasıl da titretti yüreğimin tasını, böyle verdi velhasıl gönlümün lokmasını, şükürler olsun, ki ne unutulmaz bir andı!"…
İşte böyle ey akıl.. Şimdi söyle; Ne zaman gönül kayığına bindin de zarar ettin? Siz ikiniz birlikte hareket ettiğinizde fakir hep rahat ettim! Sevinmez mi insan? Rabbim'den güzel bir hediyedir 'Şehr-i Ramazan'! Öğrenemedin mi hala; O'nun rızası için neden feragat etse insan, Rabbim'in katından, daha latif bir ihsana kavuşur mutlaka. Midenin çanağı az boş kalsa da merak etme, buna koşut gönül tası dolar nurani bir gıdayla. Şu cesette öyle bir organ ki adına kalp denen, o sıhhat buldu muydu, sıhhatlenir tüm beden. Maksadı ruha hizmet etmek olan beden… Yorulacaksa bu yolda yorulsun! Elbet ölüm erişecek gün gelince lakin ne gam, ebediyyette gönlündekiyle daim olacak can.. Senin hizmetlerin de hatırlanacak ey akıl, hiçbir gayret karşılıksız kalmayacak inan! Patrondan çok patronculuk taslama yalnız sakın. Bir üst akıl var ki senin menbağındır. Herşeyin en hayırlısını bilir. Güven! Sana muamelesi özeldir. Ramazan'ın Müslümanlara muamelesi gibi, Leyla'nın Mecnun'a muhabbeti gibi… Damlanın okyanusa kavuşmasının acı/tatlı hikayesidir yaşanan.. Her birimizinki olması gerektiği gibi, hususi… Kıymetini bil; Gel sen de bu kutlamaya katıl! Varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık; Kucaklaşıyor bak! Huu…
Allah yardım eder kardeşim, şimdi çok meşgulum ben.. Yani herşey bana kalıyor, çünkü bir şeyi doğru dürüst yapamıyorlar ki. E mecburen iş başa düşüyor. Bari yardım etseler, onu da beceremiyorlar! Beceriksiz miskinler… Bunlar öyle iyi şeylere layık değiller de, ne yapayım benim de mayamda her şeyin en iyisini yapmak var. Ama değerini bilen kim? Şeytan diyor; 'Bırak ne halleri varsa görsünler'..
Bir kız arkadaş edineyim dedim. Ki bana destek olsun. Neymiş, ona ilgi, şefkat göstermiyormuşum. Yahu sen bi kere daha neyi doğru dürüst yapmayı biliyorsun? Önüme çorba getirmişsin, tuzu eksik, tatsız. Ben doğru dürüst beslenemezsem işlerimle nasıl ilgileneceğim? Yatakta koca yer dururken dibime sokulup bi de bu sıcaklarda boğazıma sarılırsan ben nasıl dinleneceğim. Aklı fikri zamanımı çalmak, hayatımı daraltmak üzerine çalışıyor sanki mübarek. Neden? Kıymetimi bilmiyor! Bilse rahat edecek, hem kendi dağınık aklıyla saçma mevzulara kafa yoracağına, Amerika'yı baştan keşfetmeye gerek yok, ben biliyorum zaten doğrusunu, bu bir şans senin için, şükret, örnek al, dediğimi yap, destekle beni, böylece yaptığım işlerin hayrından payın olsun! Bu halinle neyine yetmiyor. Bencillik işte. Herkes illa bir halt olacak ya, inat. Romantik hayaller… Bu çağ böyle, sormayın; Ayaklar baş olma sevdasında..
Annem babam desen; 'Evladım, seni özledik, uğrasan, bari ara sıra ara, sesini duyalım..'. Arayabilsem ararım, di mi, ne sıkboğaz ediyosunuz. Beni hala çocuk zannediyorlar. Ama artık büyüdüm, dünyanın yükü omuzlarımda, para kazanmaya bakıyorum, sizin gibi emekli emekli evde pineklemiyorum, bir ihtiyacınız olduğunda göndermiyor muyum, biraz anlayış gösterin canım.. Problem olunca arayan arkadaşlar, benim derdim başımdan aşmışken, ne yapayım, bana mı sormuştun o belayı başına sarmadan, ayağını yorganına göre uzatsaydın. Sizin sıkıntılarınızı da mı ben sırtlanayım? Bela olasınız diye mi arkadaş edindim ben sizi? Uzatmayayım ama herkes böyle, 'ne koparsam kardır' kafası.. Ya bi de gariban takımı var, faydasızlar, arttılar bu günlerde, bir sürü pejmürde, yoluma çıkıp duruyorlar, zaten hayat standardım düşüyor bunların artması yüzünden, cep harçlığınızı da mı ben vericem! Ah efendim, İstanbul böyle miydi eskiden? Fakir fukara, cahil cüheyla, çirkinlik doldurmuş ortalığı, moralim bozuluyor. Üstüne üstlük bu 'demokrasi' denilen rejimde yöneticilerimizi de bunların çoğunluk oyları belirliyor.. Halbuki ben çok daha iyisine layığım herşeyin, ama adalet yok ki! Aile geçmişim, eğitimim, yaptıklarım, durduğum yer itibariyle bu kadar öneme haizken, hayret nasıl da mağdur olmuşum?
Böyle zamanlarda gidilecek tatil, eğlence ortamları tamam da, bi de alternatif mistik toplantılar oluyor. Felsefe, maneviyat falan. Ayıptır söylemesi benim entelektüel birikimim de artık biraz daha üst düzey çevrelere girmemi, nasıl desem, mecbur kılıyor. İyi geliyor ayrıca, ne diyorlar; 'İnsan önce kendine bakmalı, herşey sende, keyfinizi kaçıran insanları çevrenizden uzaklaştırın, bugün kendinize güzel hediyeler verin, sen herşeyin en iyisine layıksın, tanrı sensin' vs. Haklılar! Tam da inandığım gibi. Ben bu işlere çok evvelden uyanmıştım aslında.. Buralarda güzel kızlar, oğlanlarla tanışılıyor hem, içim açılıyor, ne güzel özgür bakıyorlar hayata, evet ya, bana yakışan elit kimseler.. De biraz pahalı oluyor bu seminerler, kurslar, ardından eve geliyorum iyiyim ama sonra çabuk mu geçiyor etkisi ne? Neyse, geçen gün bir tanıdığım 'Abi seni sufilerin ortamına götüreyim, Mevlana, aşk, havas ilmi, ne bileyim, hoş sohbetler, iyi gelir ha!' deyince kabul ettim. Değerli vaktimden ayırdım, belki faydalı olur düşüncesiyle, gittik..
Önce ikramlar, herkes pek bi kibar, tabi boş biri olmadığımı anladılar, baş köşeye oturttular. Sanki hepsi hizmet etme yarışındalar, bir ara şüphelendim, 'şimdi bunlar benden bir şeyler isteyecekler herhalde' diye. Ama yok, anlaşılan bu devirde bunlar yazık biraz saf kalmışlar. Herşey iyiydi, ta ki 'Musa Dede' denen o ukala sohbeti başlatana kadar. Efendim ne kadar demode fikir varsa bunda, tutturmuş 'nefs terbiyesi' diye bir nakarat, illa keyfinizi kaçıracak.. 'Mürşid-i kamil' diye etten kemikten bir zat aranacak, rehberliğinde kul olunacak. Halka hizmetle Hakk bulunacak. Fedakar, cömert olunacak, hem de olabildiğince herkese. Yani o pejmürdeleri bile dahil ediyor, hatta hayvanları dahi. Oh ne güzel, ben çalışayım onlar yesin! Akıllı ol, akıllı! İtiraz ettim, anlattım insanların ikiyüzlülüğünü, pisliğini, demez mi; 'Şikayet ettiğin hepsi kendinde bulunanlar, dervişin ilk işi kusur gören gözleri kör etmeli kişi. Ancak şeytan etmedi Adem'e secdeyi. Sevmek için gönülden kibiri temizlemeli. Allah'ın verdiğiyle başkasına üstünlük taslamak firavunluk emaresi, sürekli 'ben, ben' demek de bunun işareti. Herşey yerli yerince, görebilsen, 'Eyv'Allah' diyebilmeli. Nefsini Hakk'ta yok etmeli, ki zaten hiçlik nefsin hakikati'.. Sonra 'fenafillah'mış, 'bekabillah'mış bir sürü laf salatası. Moral bulmaya gittim anlayacağınız, yerin dibine soktular adeta beni. Zor kurtardım kendimi.. Gitmeyin derim böyle yobaz ortamlara, şimdi Ramazan da gelmiş, iyice coşmuşlar, oruçla kafa buluyorlar, kendisinden 'fakir' diye bahsedenden ne hayır gelir zaten, fakirlerle işim olmaz abi, kurtulmaya çalışıyorum bunlardan tam tersi. Ha konuyu zekata getireceksen yanlış adres, çalış, kazan arkadaş; 'Zaten çok yoğunum, bi de sizle uğraşamam'. Gudbay canım, mübarek Ramazan sizin olsun, hayrını görün! Ne diyorlar; Hu"…
NOT: Biz de diyoruz ki "İllaHu".. Bu hicivli latifemizi hoş görün erenler, "Edebi edepsizden öğreniniz" türünde tersinden bir yazı kurduk, kendini haddinden fazla önemseyen, aklıevvel, hayali karakterimiz de pek sahici oldu doğrusu, demek ki içimde var böyle bir densiz, aman zincirini elden bırakmamalı.. Bu ay iyice zayıflar oruçla, nafile ibadetlerle, Hakk sohbetleriyle de, uzun bir süre çıkmaz sesi daha, kafamız rahat eder, huzurumuz kaçmaz inş'Allah! Aşk olsun, daim olsun, gönüller Ramazan'ın feyzi, rahmetiyle dolsun efendim!