Rüyamız biraz da neyi muhatap alacağımız, hitaba ne cevap vereceğimiz hakkında… Peki nasıl daldık bu rüyaya?
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” (Hadis-i Șerif)
Kuran-ı Kerim, Rabbimiz’in bizi bir tek nefisten yarattığını ve sonra ondan eşimizi halk’ettiğini bildiriyor. Yani ilkin vahdetteki nefsimiz akabinde ikilik alemine indiriliyor. Velakin henüz cennette; ikilik aleminin keyfiyetleri arasında, Rabbimizin sözünden dışarı çıkana değin güzel bir yurtta konaklamada, çirkininde değil.. Ne zaman ki Adem ile Havva asi şeytanın onlara vesvese vermesiyle yasak meyvayı yiyorlar, iyi ve kötünün bir arada bulunduğu sınav yurdu, dünyaya indiriliyorlar. Burada zahmet de var, rahmet de, zulmet de var selamet de…
Nihayet bu indiriliş Adem’in tevbesine vesile olacak ve insan iyiyi kötüyü bilerek kendi iradesiyle iyiye yönelecek; Rabbinin merhametini, affediciliğini tanıyacak ve düştüğü cennete tekrar kavuşacak. Hem de irfan(tecrübeyle biliş) sahibi olarak…
Șüphesiz ki güzelliğin en güzeli iç güzelliğidir. Nihayetinde iç dışa yansır. İbnu’l-Kayyim el-Cezviyye diyor ki; “İç güzellik, bizzat sevilendir. O da ilim, akıl, cömertlik, iffet, cesaret gibi niteliklerdir. İşte bu iç güzellik Allah’ın(cc) kulunda gözetlediği ve sevdiği yerdir. Sahih hadiste buyurulduğu gibi: ‘Allah yüzlerinizin güzelliğine veya malınıza bakmaz, ancak kalbinize ve yaptıklarınıza bakar’. Bu iç güzelliği, kişi cemal sahibi olmasa bile onu güzelleştirir, süsler. Sahibine imanı ölçüsünce güzellik, heybet ve tatlılık giysisi giydirir. Onu gören önemser, onunla birarada bulunan sever. Bu gözle görülebilen bir gerçektir. Salih, iyiliksever, güzel ahlaklı kişinin, görünüşçe insanların en tatlı ve çekicisi olduğunu gözlemlersin… Kalplerin, bu niteliklere sahip insanları yüceltmek, sevmek ve eğilim duymaktan kopamayışı da, iç güzelliğin dıştakinden daha iyi olduğunun kanıtlarındandır”
“Allah’ın boyası; Allah’ın boyası ile boyanandan daha güzel olan kim vardır? Ve biz, O’na kul olanlarız” (Bakara 2;138)
Bize göre güzellik soyut ve göreceli bir kavramdır. Algımızı nefsani şartlanmalardan özgürleştirdiğimizde esas güzelliğin manevi bir neşe olduğu anlaşılır. Deruni hazlara ancak böyle erişilir. Nefsin kaba, replika nitelemelerinin ötesine, güzele bakmak… Güzel bakmak sevaptır. Bu sevap ne güzel bir yurda vardırır! Adına cennet demişler…
“Muhakkak ki Bizden kendilerine güzellikler(hüsna) ulaşanlar, işte onlar cehennemden uzaklaştırılanlardır” (Enbiya 21;101)
Bundan dolayıdır ki: “bu yola niyetli kişilerin ilk işi kusur gören gözlerini kör etmektir; ‘hüsn-ü zan…” denildi. Ve buna direnenler hep güzellik kavramlarını genişletmekten korkanlar oldu. Çünkü nefsin direnci vardır kendini ve çevresini kendi kendince tanımladığı (çoğu zaman yanlış öğrenilmiş) bir kalıbı yıkıp da yerine bir başkasını inşa etmeye, değişmeye. Kusurunu seven müptezeller gibi. Güzel sevmek gayrete layık değil mi halbuki? Öyleyse uzat elini, Hakk’tan sana ulaşanı al, o da senin işin ey tembel kişi!
Çirkinlik, güzelliğin perdelisi, karanlığın aydınlığı belirtmesi gibi; ikilik aleminin keyfiyetleri. Her şey zıttıyla kaim. Lakin bazısı bazısından üstün. Varlığın yokluğa üstünlüğü misali.. Var her şeyi yerli yerine koy, birle iç aleminde sen de! “O zaten öyle ki!” Farket! Neden ayrı düşesin hakikatten? Düşme, kalk! O işi cehaletin huzursuz uyuşukluğuna tamah edenlere terk et. Elini tutmak istemeyeni kendi haline bırak, ısırmak isteyendense korun, gerekse kaç! Ahmaklık değil bizden istenen! Kibir, nefret, ihanet; onlar ki zaten yoktular. En güzeli yokluklarını teslim edici muamele ile açığa çıkardıkları hoşluklara bak! Edepsizden dahi (zıttını takdir etmek suretiyle) edebi öğrenene ne gam.. O, teslim olunan, tam…
“Seyyiati (kötülüğü), en güzel olanla yok et. Biz, (onların) vasıflandırdıklarını en iyi biliriz” (Müminun 23;96)
Kainatın bir sahibi var. En güzelini bilen, güzeli tavsiye eden.. Buyruğun tut Rahman’ın, temizlen! “Hanginiz en güzel ameli yapacak?’ diye sizi imtihan etmek için 6 günde(evrede) semaları ve yeryüzünü yaratan O’dur” (Hud 11;7). Velhasıl yarışındayız güzelliğin hep birlikte. Güzeli seviyorsak gerçekten, güzel sevmeliyiz; budur ibadetimiz. Güzelliği aramak, bulmak, yüceltmek, sevmek.. Diken gülü koruyor, o da gülden, eyvallah, ama biz goncayı koklamadayız, gülü goncası için sulamadayız…
Lale mi bahardandır, bahar mı laleden bilmem. Fakir onu yabanda tanıdım çocukken, adına gelincik derler; yaban lalesi. Kırmızı, narin, müjdeci… Bir sap ve bir çiçekten ibaret olmasından kendisi, lale; tevhid remzi. Lale benzeri değil mi elif, ‘kelime-i tevhid’in ilk harfi..
“Gül ü bülbülden özge zevk virdi hâtır-ı lâle / Çerâgân’inayetde Hanif gördük İkram-ı Hakk” (Seyyid Hanif Efendi)
Hamdolsun yetiştim bu bahara da, seyrettim laleleri doya doya. “Emirgan Parkı”nda, 1959’dan beri yapılırmış “lale festivali”.. İstanbul laleseverdir! Doldurmuş insanlar parkı, her telden, her meşrepten; lale aşkına.. Lale aşka değerdir çünkü, “ism-i celal” yani “Allah” ismi ile “lale” isminin ebced değeri aynı, 66’dır. Muhakkak ki aşk ancak Hakk’a yaraşır.
“Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa hakkâ lâle / Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle” (İzzet Ali Paşa)
Bizden bulaşmış “Lale Deliliği”(Tulipomania) Avrupa’ya, Dünya’ya. Belki de “Avusturya-Macaristan İmparatoru”nun Sultan Süleyman nezdindeki büyükelçisi O.G.Busbecq’in İstanbul’dan götürdüğü bitkiler, soğanlar arasında..
"Gül ü lâle biterse yiryüzinde / Benüm kanlu yaşımdan nemdür iy dost” (Sa’di-yi Cem)
Șöyle yazmış hatıratında Busbecq; “Edirne’de bir gün kaldıktan sonra, fazla uzak olmayan hedefimiz İstanbul’a doğru yola çıktık. Yolun geçtiği ova boyunca bize her tarafta nergiz, leylak ve Türklerin “lâle” dedikleri çok miktarda güzel çiçeklerden hediye ettiler. Șuna şaşıyorduk; Kışın ortasında, buz gibi soğukta, her tarafta çiçekler ölürken burada Trakya’da nergizler ve leylaklar her tarafı dolduruyor ve öylesine bir rayiha saçıyorlar ki, alışık olmayanların kokudan başı ağrıyordu. Laleler ya hiç kokmuyorlar ya da çok az kokuyorlardı; bunlar güzel ve çeşitli renkleri dolayısıyla aranıyor” (Karl Tebly, Dersaadet’te Avrupa sefirleri - çev.Selçuk Ünlü)
“Șarab-ı ergavânîdür
Ne güzel geçmiş iç içe!.. Hazreti Peygamber’in(sav) çocukları ne kadar sevdiği malumunuzdur. Öyle ki; “Miraç”tan ümmetine hediye olarak indirdiği ‘göz nuru namaz’ını kılarken sırtına tırmanıp oyun oynayan torunları Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin (ra) rahatsız olmasın diye secdesini uzattığı bilinir. “Kulun miracı namaz” ve sevgili çocuklarımız da sırtımızda… Biz bireylerin her türlü haklarını güvence altına almak demek olan “milli egemenlik” ise bu güzellikleri huzur içinde yaşama hürriyetimizin teminatlarından! Mutlak Hakim(Egemen) olan Rabbimiz ceminin ihyasını görmeyi bizlere nasip etsin, daim eylesin…
Çocuklar geleceğimizdir. O halde bizlerin miracımıza çıkarken -inşaallah- çocuklarımızı sırtımızda taşımamız kadar doğal bir şey olamaz. Onlar yarın kendi yürüyecekleri yolun deneyimini ilkin bizlerin sırtında yaşarlar. Çoğunlukla da neyi nasıl görürlerse bizden, kendileri de öyle yapacaklar. Madem bu milletin geleceğini onlar oluşturacaklar, gönül ister ki muhabbetin tadını şimdiden alsınlar. Milletine faydalı olsunlar. “Küfür tek millettir” denir ya, işte nefsin egemenliğindeki o milletten olmasınlar. Bilakis başkalarının da kurtuluşuna vesile olsunlar.. Velhasıl büyük bir sorumluluktur sırtımızdaki. Layıkıyla yetiştirebilirsek, büyük lütuf hayırhah çocuklar. Bu dünyayı terk etsek de zamansız, adımıza amel defterine sevap yazdırmaya devam edici olacaklar…
Dünya dengeleri yeniden oluşurken, bizler de yeni bir gelecek inşası gayretindeyiz hayırlısıyla. Hedefimizi adlandırmak icap ederse, “milli mirac” denilmesini arzu ederdim buna. Bir toplumun nezdinde insanlığın ulaşabileceği en ideal konum, en yüksek değerlerse sahiden ülkümüz, bu belki de kuşaklarca sürecek bir tırmanış. Bu yolculuk için gereken yol azığını aktarabilmeliyiz bizden sonraki kuşağa; Kulluk bilinciyle gelen tevazu, hizmet bilinciyle gelen gayretkeşlik, ilimin yanısıra keşif ve ilham kanallarını açacak eğitim sistemi, Muhammedî muhabbetin lezzeti, vefa, adil düzen için gerekli altyapı ve anlayış, inancın gerekliliği hoşgörü ve hilm, temizlik, engelleri aşacak azim ve kuvvet, doğruluk, dürüstlük, birlik bilinci ve kültürel mayamızda olan tüm hikmetler ihyaya muhtaç. Ki hissebend olalım vaadedilen cennetten… Borçluyuz çocuklarımıza şimdiden!
İnançlı biri için, Allah(cc) yardım edenlerin en güzelidir. O ne güzel vekildir, bilene. Bildiysek bildirelim öyleyse; Zorluk yoktur O’nda, yeter ki samimi olalım, istemesini bilelim ve sabırla gayret edelim. Duaya muhtaç geleceğimiz. “Dua kaderi değiştirir” derler. Çünkü lineer(doğrusal) bir zaman yok noktada. İnteraktiftir(etkileşimli) yaradılış. Rahmetini tetikleyen o Yüce Nebi’nin(sav) miracının yüzü suyu hürmetine bu gün ve bu gece, bir fırsattır verilen. Dua, Rabbimizle iletişimimiz; O’nunla konuşmayı bilen çocuklar, yalnız, yardımsız, çaresiz kalmayacaklar. İşitsinler sırtımızda; kime kulluk eder kimden dileriz, ne ister, nasıl isteriz. Șahit olsunlar ki o güzeller güzeli Habibullah’ın(sav) izindeyiz ve Resulunu vesile eden kullarına yetişir Rabbimiz.. Seni över, Seni tesbih ederiz gündüz gece, sesli, sessiz, ayakta, oturarak, yanlarımız üzerinde yatarak, dil ile, kalp ile, hal ile… Ya Hu! Ne bizi ne evlatlarımızı Kendinden başkasına muhtaç etme!
* İbn Mesud(ra) Peygamber’in(sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Mirac’a çıkarıldığım gece, İbrahim Peygamber(as) ile karşılaştım. Bana şöyle dedi; ‘Ey Muhammed! Ümmetine selam söyle ve onlara şunu bildir: Cennetin toprağı iyi, suyu tatlı, arazisi geniş ve düzdür. Cennete ekilecek tohum, -Sübhanallahi ve’l Hamdülillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber- cümlesidir” (Hadis-Tırmizi 34;62)
Bu kültürü yeşertmeli toplumda. Tohumlama kültürdür; üretme, yetiştirmedir. Tohum yarının ağacıdır. Kültür ekimdir. Ne ekilirse o biçilir. Çocuklar yetişkin olur, toplumu oluşturur. Nasıl ki ağaçlar ormanı oluşturur. Mesuliyeti bizimdir. O masum çocuklar, hepsi bizim.. Yabani otların istilası altında bayındırlık oluşmaz. Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur.. Tohumlar da elinde, kazma, kürek, tırmık, çapa da. Çok çalış, yeterince sula, “gayret bizden, takdir Allah’tan” de, gerisine hiç sıkılma ey ahiret tarlasının bahçıvanı, mirac merdiveninin tırmanıcısı. Allah yar ve yardımcın olsun! Bu da çalışırken okuman için günün hediyesi bir dua;
“Ey ayıpları setredip örten, ihsan eden, fazl-u kerem sahibi, yardım eden, mağfiret eden, merhamet eden. Ey ayıpları ortaya çıkarıp da kulunu rezil etmeyen, kalpleri kırmayan, ey gönül almayı emreden, marifetle gönülleri aydınlatan Yüce Mevlam! İlk habibin, en kerim sevgilin, en büyük kulun, en mükerrem resulun, en azim vesilen, çağlayan mededin, Seyyidimiz, Efendimiz, Hazreti Muhammed(sav) hürmetine, gönderilen tüm peygamberler hürmetine, indirilen kitaplar hürmetine, sevdiğin bütün kullar hürmetine ve sana yakın her bir mukarreb melek hürmetine bana ihsanlarının kuşattığı bir sır, bir fazilet ve bana yardım eden bir gufran istiyorum. Ayıplarımdan dolayı beni rezil etmemeni, benden ilgini keserek kalbimi kırmamanı, beni üzüntü içinde bırakmamanı, nimetlerinle gönlümdeki kederleri gidermeni, Seni tanımakla ve kereminle içimi nurlandırmanı istiyorum. Șüphesiz Sen her şeye kadirsin. Seyyidimiz Hazreti Muhammed(sav)’e ve O’nun âl ve ashabının hepsine salat-ü selam eyle” (Seyyid Mahmud el-Esmer k.s. Hazretleri’nden) Amin!
Aşk olsun! 26 Recep Mirac Kandili, 23 Nisan Dünya Çocuk Günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi’mizin açılış yıldönümü dolayısıyla Milli Egemenlik Bayramımız, kutlu olsun! Bir bütünün parçaları.. Tüm kutlayanlara selam olsun! İllahu…
Yuvarlak bir kesecik; içinde su ve besin, mineraller… Güvenli bir yer bulana kadar yuvarlanır. Bunun için yükseklik ve alçaklıklar var. Yardım eder rüzgar. O hisseder. Gerekirse bekler. Ve nihayet kırar zırhını hayat. Mevsim bahar!
Belli belirsiz bir uzantı; toprakta göremediğimiz deliklerden içeri sızar. Bir diğeri ışığa uzanıyor, önüne çıkan engellere aldırmadan. Dolanır etrafından, sarar, sarılır. Filizinin üzerinde zarif tüyler bitiriyor. Yalnız kendisi biliyor. Hassas duyargalar; tutunurlar..
Binlerce kere hızlansın algımız şimdi: İşte sarmal sarmal dans ediyor dallar. Kıvrımları şekilden şekile giriyor. Yanlarından paneller açılıyor; yapraklar… Genişliyorlar, daha fazla ışık için. Ve laboratuvar çalışıyor. Hepsi özsu, dallanan, yapraklanan, goncayı oluşturan; yine tohum olacak. Gizini bir başka döngüye aktaracak. Bu seyre değer mucizeyi kim anlayacak? İnsana muhtaç doğa.. Sübhanallah!
Șiştikçe şişiyor arzular. Güneş gibi, başı var. İnce boynu taşır onu, işini yapar. Gün gelir içi içine sığmaz olur. Patlar. Saçılan tohumlar… Buna benziyordu ilk zuhurat. Hidrojen, 19’dan bahsederken, saçıldı etrafa zerrecikler. Dağınık boşlukta şekiller oluşturuyorlar. Benzersiz olmak için kuşak kuşak uğraşacaklar…
Herşeyi birbirine bağlayan nice yollar var. Yollar damar damar. İçersinden hayat akar.. Leke leke kendini çeşitliyor desen. Önce renksiz, siyah beyaz, sonra aradaki tayflar; renk renk, dalga dalga… Kah titreşir kah sıçrarlar. İçine alır ötekini, beslenir, dönüşür. Akar, katılaşır. Gaz olur, uçmayı öğrenir. Çeker kendine olasılıkları çaba. Rüzgar ve koku arkadaştır…
Doğa saymayı biliyor. Gelişmek için zamana ihtiyaç var. Vesileleri tanıdıkça muhabbet doğar. Çiçekler hem yatay hem dikey. Mektup taşır böcekler. Ormanlar; anlaşmalı alanlar. Sıcaklık, soğuk, kuruluk, rutubet; askerleri yönlerin. Yeter ki istikamet ver. Serpilsin polenler. Pamuk pamuk mutluluk öbeklerine dönüşsünler…
Ne güzeller! Zarif ve güzeller. Vahşi ama güzeller. Göz gördükçe sever. Sevilenin ardında seven var, böyle ister. Șükür gösterene, şükür ettirene! Hayat bilgisi bu; sırların aşikar olması, sayfa sayfa, kare kare, yıldız yıldız..
Mikrokozmos, makrokozmos, ayna olmuş birbirine. İnsan, hapsediyor görüneni. Daraltıyor mekanda, genleşiyor, yavaşlatıyor, hızlandırıyor zamanı. Zevk ediyor. Yoksa yok! Gözdür herşey, göz ve kulak. Fotoğraf, film, biliş, gösteriş… Bilim ve sanatı anlamlandıranlar, hep varolacaklar… Ve bizler aktörleriyiz muhabbetin..
Gençliğimi satın almaya çıktım pazara bu sabah. Tezgahların üzeri dolu, envai çeşit mal. “Taze vakit” dedim, “hemen nakit” dediler. Döktüm varı yoğu baktım, servetini akıtsan da tartmıyor pazarcının kefesi. Karşılığı üç beş domates, iki don, ekmek peynir, toprak ancak. Anladım ki gençliğim tezgah altında kalmış, bedeliyse cennet yükü yaşam ellerimden kayan…
Tombul bir cüceydim ben de sizin gibi bir zamanlar. Nasıl da geçti, hatırlasanıza! Kel kafa, yumuk eller, çarpık bacaklar, dişsiz dudaklar… O kaygusuz bıdıklığımız öyle güzelmiş ki demek; sanki yaş alıp olgunlaştıkça insanlar, o günlerine benzemeye çalışırlar..
Ölmezlerse tabi, erkenden, büyüyemeden, büyüyüp de küçülemeden yeniden. Yarı yolda, yol kenarında… Açlıktan susuzluktan, bombaların altında, hasta, inim inim… Çaresiz, bizim sorumluluğumuzda, çocuklar… Ölüyorlar. Ölüyor çocukluğumuz yaşa maşa bakmadan. Gözlerimizin önünde… Ya Rahman! Hayata uyanmadan gençlik de yalan!
Tek gerçek var mutlak, o da ben değilim. Olana dek, Onsuzlukta yalnız, Bensiz; boşluk üzerine hiçliği tasvir etmedeyim. Timsah gözyaşlarıyla kuyruğumu ısırıyorum arsızca. Sarmal sarmal dolanıyorum ıssız sularında ömrümün. Kara deliğin girdabındayım. Ve etrafa çarpıyor kendimi önemseyişlerim. Yaralıyor. Sorumluluktan kaçmak için, sessizce parçalanışını izliyorum gerçekliğimin…
“Allah’a kaçın” diyor Hakk(Zariyat 51;50). Hakk’tan kaçmak ise bizi katil yapıyor. Kendi kendimizin katilleri olmak katliamın en hafifi. En zalimler ise bu işi topluca işler. Ocaklar, gökteki yıldızlar misali söner. Gün gelir “komşuda pişmez, kimseye de düşmez” olur. İnsan insanın çöpüne muhtaçken komşusunu aç bırakanlar, biraradalığımızın hikmet-i sebebini ıskalayanlar, haksızlığa göz yumanlar sonunda kendilerini yiyecekler..
Yeme kendini Musa, yeme sen de hak, uyan yol yakinken, hakikate bak! Ziyan olan hayatlardan muzdaripsin. Bu garip topraklarda ölen çocuklarla gitti gider neşen. Haksız yere can alanlardan şikayetçi, kendinden şikayetçisin madem. Ölüm bu kadar kolayken, esirgediyse seni Rabbim, bir amaç uğrunadır elbet.. “Heyhat, bu amacın neresindeyim?” Sor; “Yitirdiğim çocukluğun, geçen gençliğin hesabını vermek icap ettiğinde gün be gün, kime, ne diyeceğim?” Evet…
Korkarım, böylesi bencilcedir aslında derdim. Büyümek istemeyen o çocuk, benim. Bahanem hazır. Beni benle yüzleştirenlere kızgın, haklı bulduğum kızgınlığımla önemliyim. “Katarsis”in hafifliğine sığınırım bazı. Ya da ötekinin derdini kendi derdime kılıf yapar, kendimi ötekileştiririm.. Halbuki yüce makamlar hep nefsini vahdete kurban edenlerindir bilirsin.. Kötülükle kötülüğü meşrulaştırmayalım sakın!
Gönlüm dağınık bugün dostlar, içim onsekizbin parça, karışık. Hangisine baksam O’ndan, biliyorum da parçaları bir türlü uyumlu biçimde birleştiremiyorum. Toplanmak için dağılmak gerekirmiş ya bazen. O günlerden bir gün işte tüm çaresizliğimle. Bir yanda pişmanlıklar, şikayetler, gece, yalnızlık, isyan, tövbeye bakan, öte yanda umut, hoşgörü, dostlar, aydınlık, güven, kibirlenmekten korkan… En hayırlı yol arkadaşları hangileri, Sana yakınlaştıran? Yoksa hepsi mi? Bilemem ki büyümeden!
Peki nedir medya? Latince’de “ortam, araç” manasındaki “medium”un çoğulu olan “medya” sözcüğü, iletişim dilinde “ara katman, aracı” olarak kullanılıyor. Başka deyişle; “iletişim araçlarının tamamı medyadır”. Az daha özelleştirirsek; “kitle iletişim araçları, basın yayın”… Bu konudaki evsaflı tarifler ise ansiklopediler doldurabilir.
Birkaç önemli unsura değinmek gerekirse; “medeni ülkelerde medya, toplumun bilgi edinme özgürlüğüne, düşünce ve (kanuni ve etik sınırlar içinde) ifade özgürlüğüne hizmet etmesi bakımından özel birtakım haklarla donatılmış, işleyişi güvence altına alınmış bir kurumdur. Yasama, yürütme, yargı yanında, kamuoyu adına vazife yapan, denetleme özelliği bulunan -demokrasilerin olmazsa olmazı- dördüncü kuvvettir.
“Bilgi, eğlence, eğitim” medyanın üç temel sorumluluğudur. Medyanın işleyişinde kamu yararı esas tutulmalıdır. Bu bakımdan da medya özgür olmalıdır. Dolayısıyla medya, kamu yararı için işlev görme, toplumu doğru, gerçek, dürüst biçimde bilgilendirme niteliklerini kaybederse, özgürlüğü elden giderse, itibarsızlaşır, kendisine sağlanan haklar da anlamını yitirir ve savunulamaz hale gelir. Bu gibi medya bazı odakların propaganda aracı haline gelmiştir ve bu durumda medya hakları savunusu, medyanın asli görevlerini yapmasını engelleyenlere karşı yapılmalıdır. Aksi taktirde hayati bir uzvu hastalanmış olan o toplumun kalkınması sekteye uğrayacaktır.
Medya kamusal forumdur. Forumlar eski Roma’da, Antik Yunan’daki agoraların karşılığına denk geliyor. Toplumun biraraya geldiği, meta pazarı olmanın yanısıra fikirlerin değiş tokuş edildiği meydanlar. Fakir için daha önemlisi “aydınlar”ın da halkla buluştuğu ve sosyal, politik, sanatsal, felsefi vs görüşlerini halka aktardıkları, halkın bilinçlenmesine hizmet eden, toplumun nefes aldığı alanlar. Kültürel işlevleri politikacıların nutuklarına yankı vermekle sınırlı kalmamışlar.
Günümüzde medya da bu işlevi yapan başlıca alan konumundadır. Bir zamanlar agoralarda, forumlarda halkı aydınlatmak üzere görüşlerini paylaşan filozofların yerini de artık gazetelerde köşe yazarları, görsel medyada görüşlerine başvurulan akademisyenler, kanaat önderleri vb almıştır.. Yukarıda paylaştığım medyanın çeşitli klasik tarif ve görevlerini fakir olsam özetle “toplumu aydınlatma” olarak nitelerdim. Bunun gerçekleşmesi de ancak halkını gözeten gerçek aydınların medyada yer bulmasıyla olasıdır.
Lakin bizim için “aydın” tarifinin de, zihinsel bir çaba ifade eden, Batı’dan ithal “entelektüel” kavramından daha geniş bir şekilde ele alınması kanımca şarttır. Zira aydınlar toplumu ay gibi aydınlatmakla mükellef en müstesna aracılardır(medya) ve kültürümüzce ilim ile irfanı gönüllere nakşedebilecek vasıflarla donanmış oldukları varsayılır. Varlıklarının gerekliliği, ne türlü ideolojilerin propaganda aracı olmaklığa, ne de -neredeyse- kamuoyu kavramıyla özdeşleşmiş burjuvazinin ticari kaygılarına kurban edilemez. Madunlar da gözönünde bulundurulmalı, topluma katkıları sağlanmalıdır. Toplumumuz kalkınırsa, medyamız da kalkınacaktır, ya da tersi de geçerli…
“Kamuoyu açık ve özgür bilgi akışıyla gerçekleşebilir”(Winfried Schulz), “İktidar temelde kamuoyuna dayanır”(J.J. Rousseau) ve “Kamuoyu dünya kraliçesidir”(Blaise Pascal)…
Niyet ettiğimiz toplumsal kalkınmayı gerçekleştirebilmek için daha fazla aydınımızın medyada ses bulmasını, daha fazla aydın yetiştirecek eğitim, kültür atılımlarını yapabilmekliğimizi, bu istikamette hayati bir yeri ve önemi olan medyamızın asli görevlerini önceleyecek gerekli revizyonları hayata geçirmesini ve toplum nezdinde itibarını artırmasını temenni ediyorum. Medyamız kavga yeri değil uzlaşma yeri olsun, ayın güneşten yansıttığı ışıkla karanlık gecelere nur olması gibi insanımızı hakikat ışığıyla nurlandırsın dilerim. Bu bakımdan medya kamuoyu nezdinde bilgi akışının “eşik bekçiliği” görevini layıkıyla yapmalı ve gereken özveriyi göstererek kendini tüketim toplumu bezirganlarının “rıza devşirme” aracı olma sultasından özgürleştirmelidir vesselam.
Doğrusu aklından şüphe edene ender rastlanır. Ve nadir insan cepte bildiği, sorgulamanın akla gelmediği aklının gerçekte ne olduğunu araştırır. Descartes’in savladığı üzere: “Düşünüyordur, demek ki vardır!” Gördüğümüz için gözün varlığını bildiğimiz gibi… Ama ayna olmadan göremeyiz onu, göremez göz kendini! O halde akıl da kendini saf bir aynada gördüğünde ancak varlığının gerçek niteliğiyle tanışır… Yoksa o mudur ayna? Zata bakan… Kim bilir?
“Andolsun ki; içinde sizi zikreden bir kitap indirdik. Hâlâ akıl etmez misiniz?” (Enbiya 21;10)
‘Kamus-u Türki’de şöyle diyor “akıl” için: “Düşünme ve anlama gücü; insana has olup herkeste değişik dereceleri bulunan manevi kudret. Ruh gibi, anlaşılması ve kavranılması mümkün olmayan bir sırdır”. “Sır” ki tasavvuf öğretisinde, enerji merkezlerimizden(latifeler), göğsümüzde karşılıklı bulunan “kalp latifesi” ile “ruh latifesi”nin kavuşum noktasının da adıdır. “Sır latifesi”… Kuran’ın övdüğü akıl ola ki buralarda, sadırdadır, satırda değil!
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur” (Hacc 22;46)
Velhasıl “akıl, kalpte bulunan bir nurdur” demişler. Bundan sinelerdeki aklın, Hakk’tan gelen manevi ışığın yansımasının mazharı(bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer) olduğunu çıkarıyorum fakir. O halde aklını kötüye kullanan ve böylece kalbini körelten, hakikat bilgisinden uzaktır, karanlıkta kalacaktır. Aklını ruhuna ayna kılacağına, kendisine verilen özgür irade dolayısıyla nefsine hizmetkar kılarak alçaltan kişi, “Nur-u Muhammedi”den nasibini ancak yerde debelenecek kadarla kısıtlamıştır.
“Gerçek şu ki Allah katında, yerde debelenenlerin(canlıların) en kötüsü(bayağısı), (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfal 8;22)
Anlaşılıyor ki insan olmanın olmazsa olmazı “akıl”, Allah’ın ayetlerini -ki heryerdedir- algılamanın, anlamanın, değerlendirmenin, aktarmanın bir aracıdır. Prof.Dr.Ahmed Yüksel Özemre’ye göre Kuran-ı Kerim’de akıl; 1)Düşünmek için, 2)İbret almak için, 3)Öğüt almak için, 4)Hidayete ermek için, 5)Cehalette kalmamak için, 6)-Gönül yönünden- kör, sağır, dilsiz olmamak için, 7)Kuran’ın manasını anlamak için kıymetli bir yardımcıdır. Ve bunu en ileri derecede gerçekleştirenler Kitap’ta “ulü-l elbab” deyimiyle övülmüşlerdir. Kanımca cüzi aklımızın değeri ancak bu tartıdaki ederiyle ölçülebilir.
“Cüzi akıl, söz ve işlerimizde bize delil olur, ama Allah bahsinde değeri sıfır olur” Hz.Mevlana Celaleddin Rumi(ks)