Biricik said-i endişeyi teşmir edeyim / Eyleyem yine hüveyda yed-i beyzayı sühan (Sırrî)
“Beyaz El” mucizesinden hem Tevrat’ta hem Kuran’da bahsedilir. Yaradan, Hz.Musa’ya çölde yanan (ama ateşinin kendisini tüketmediği) bir çalılık içinden seslenmiş ve onu peygamberlikle vazifelendirmiş ya. Bu ilk karşılaşma sanırım en çok da Hz.Musa’nın yılana(ejder) dönüşen ve sonra aslına geri dönen asası ile birlikte anımsanmakta. Fakiri ise bir süredir orada, yanan çalılığın gizli cazibesi ve Rabb’imizin hitabeti yanında, dönüşen asa/yılan mucizesinin hemen sonrasında gerçekleştiği bildirilen bir diğer ayet meraklandırmaktaydı; “(Ya Musa) elini, (koynunun) yan tarafına koy(sok). Başka bir âyet(mucize) olmak üzere, kusursuz(lekesiz) ve beyaz(nurlu) olarak çıkar”(Taha 20;22).. İşte parlıyor “Yed-i Beyza”(beyaz el), şüphesiz bir mucize Hak’tan yana, gelgelelim bundan payıma düşen hikmet acep ne ola?
İç alemimde bu konuyla yoğun bir şekilde meşgul olduğum aylardı. Ayrıca önemli kararlar vermem gerekmişti o sıra. Pek çok şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünerek, kuralına uygun kalmaya çalışarak. Bazıları epey zorladı. Allah bilir ya, doğrudan ayrılmadığım kanısındaydım. İçim rahat olmalıydı, lakin tam da değil.. Derken elimin ayasında sivilce gibi, ufak, ucu beyaz bişeyler çıkmaya başladı. Giderek artıyorlardı. Doktor bunun şüphelendiğim gibi alerji, mantar vb türü birşey olmadığını, stresten kaynaklandığını söyledi. Verdiği kortizonlu ilaç işe yaramıyordu. Bu siğilimsiler bir süre sonra sönüyor, yerini çiçek gibi açılan beyaz deri döküntüsüne bırakıyordu. Sıkılıyordum… Anlayamıyorum!
Belki de gerekli çileyi doldurduğumda, yahut acziyetle ettiğim dualar karşılık bulduğunda, her nasılsa birgün şimşek çaktı kafamda; “Ya Musa, atan Musa Aleyhisselam’ın sürecine Firavun ülkesindeki evveliyatıyla birlikte baksana!”… Tabi ya, hatırlasana o el öncesinde nasıl anılmıştı kitapta! “Musa, ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri ona düşman taraftan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine bir yumruk vurup (kazara) ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine) ‘Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman’ dedi”(Kasas 28;15)…
Hazreti Musa’nın Kıpti’yi öldürmesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Ekseriyetle rağbet edilen yorum, bunun günah sayılamayacağı, dolayısıyla peygamberliğin “ismet”(masumluk) niteliğiyle ters düşen bir durum oluşmadığıdır. O vakit de “İsrailoğulları”nın tabi olduğu şeriat, Hz.Musa’nın zulüm gören kardeşine yardım etmesini ve zulüm eden Kıpti’ye engel olmasını gerektiriyordu. Anlaşılan müdahalesi öldürme maksatlı değildi. Șeytan onu zor duruma düşürecek bir tuzak kurmuştu. Nitekim Hz.Musa’nın aşağı tabakadan bir Yahudi’yi korumayı -muhtemelen firavunun atadığı bir subay olan- Kıpti’nin yanında olmaya tercih edişi, onun aslında -vaktinde şüphelenildiği gibi- Yahudi asıllı olduğunu aşikar etmiş ve firavun, öldürülmek üzere yakalanmasını emretmişti.. Rabb’inin gözetiminde gerçekleştiği anlaşılan bu olay, Hz.Musa’nın -çöle kaçarak- peygamberliğiyle sonuçlanacak süreci başlatmasına vesile olması bakımından, aslında pek hayırlıdır.
“Ve onlara göre ben, günahkarım…”(Șuara 26;14) demesinden anlıyoruz ki Hz.Musa da iftiraya uğradığını bilmekteydi. Yine de “Rabbim, ben nefsime zulmettim, artık beni mağfiret et" diye tevbe istiğfar etmede, hidayet dilemekteydi(Kassas 28;16-22). Yoksa mutmain değil miydi?.. Hz.Musa Tasavvuf öğretisinde “şeriat mertebesi”nin temsili olmanın yanında “akıl”ı da temsil eder. Șeriat, keskin bir kılıç gibi doğru ve yanlışı ikiye böler, ayırır. Aynen akıl da böyle değil midir? Dünya düzeninin yürütülmesi bunu gerektirir. Gelgelelim şeriaten doğru olmak her zaman kişinin vicdanının rahat olması demek olmayabiliyor. Bunun sebebi ola ki hep ikilikte olan aklın verdiği bir nevi huzursuzluktur. Șüphe aklın tabiatındadır. Sağlıklı oluş ise zannımca akl-ı selim ve kalb-i selim olmakta, yani aklın kalp(gönül) ile irtibatlanarak birliği bulmasındadır. Gönül, birliği algılama organımızdır. Huzur-u ilahi! Bunun hasretiyle çöllere düşmüştü belki de Hazreti Musa ‘seyr-i süluk’unun o aşamasında…
Sonra “akil adam” Yitro’nun(İslami kaynaklarda Șuayb Peygamber olabileceği rivayet edilir) hizmetinde geçen yıllar… Ve vakti geldiğinde, onca badireden sonra nihayet huzurda.. Rabb’inin “nalınlarını çıkar!” emrince dünyevi ağırlıkları bırakmış, bir başka aleme dalacak. Bir ejder kadar amansız nefsini kuyruğundan yakalatmış Allah(cc). “Elini koynuna sok” buyuruyor… Orada artık bölünmüşlük kalmıyor, vicdan da huzuru buluyor. Amelleri(eylemi) temsil eden el, gönülle birleşti(dahil oldu, süluk etti…) şimdi. “Yed-i Beyza”, kusursuz, lekesiz el, pırıl pırıl, nur saçıyor…
Böylece, izini takip ettiğim bu kıssadan anladım ki fakir; eylemlerimi gönülden yapmadıkça, ne kadar kuralına uygun da olsalar, ne kadar aklıma da yatsalar kafi değil, yine kusurluyum. Yapamam, yapmamalıyım, hasta oluyorum. Derdimin dermanı gönülde. Ancak onunla bütünleşen ameller vesile olacaktır Hakk’ın nurunun zuhuruna, huzura… “Şule-i aşkız ki tecellada nihanız / Gûya ki şua-yı yed-i beyzada nihanız” -Hersekli Arif Hikmet
O’nun isimlerinden biri de “El Alim”dir; Bilen.. Bilmeye ise “ilim” deniyor. Lakin halk arasında genelde dar manası zikredilir ki o da dar manadaki “akıl” ile ilişkilidir, dar manasıyla alemi bilir kabınca. Bir de kalbî biliş var ki aşk halincedir. Malum, mana alemi incedir, latif.. Kalbin manası gönüldür. Ruhun merkez noktası… Muhammed İkbal Lahori şöyle özetlemiş; “İlim kitabın oğlu, aşk anasıdır”. Aşkın… Sübhanallah!
İlim ile aşkın biraradalığına marifet demişler. Marifet sahibi kimseye ise “arif”. Bilgisi tecrübe ile sabittir. Kendini bildi mi Hakk’ı bilmiş olupdur ki “arifibillah” denir. Konuşması haktır, yapması hak. Onu seven Hakk’ı sever ve ona düşmanlık eden Hakk’a savaş açmıştır. Bu gibi kimseleri tanımak nasip işi, kader.. Kader ise gayrete aşıkmış. Gayretin anası da murad etmek, niyet olsa gerektir…
Aşk varsa aşık vardır, aşık varsa maşuk… Aşk ilişki kurmaktır. Birliğin yolu.. Kendinden kendine, kendinle… Sunullah Gaybi diyor ki; “Alemin canından kendi aşkına kıyamet koptu. Gizli kalmış gerçekler meydana çıkıp görünsün, bilinsin diye meydana geldi bu olaylar ve görünüşler. Alemin içi dışına, görünmeye doğru taşarak nefes almak ister. Ta en mükemmel surette kendi güzelliğini seyretmek ister. Șüphesiz bu işin tamamlanması için yolculuk başladı ki, gizli hazine açılıp, bilinmez alemin sırrı keşfedilsin diye”.
Hayat, İlim(ilmin nuru), Kudret, İrade, Söz, Göz, Kulak… “Ve (Allah) Adem’e isimlerin hepsini öğretti”(Bakara 2/31) “Bu yedi ismi bil” diyor Gaybi Hazretleri, “Hakk’ın Zatı’nın isimleridir. Onun için alemleri uçarak dolaştıktan sonra gelip insana kondular”… “Nasıl?” dersen, Kaygusuz (Abdal) Sultan’ın “Budalaname”sinden; “Onlar ki, örfiyyeye(arifler mektebi) girdi, arif oldu. Onların gecesi Kadir, gündüzü ıyd(bayram) olmuşdur. Onlara iren, mukallid(taklitçi) iken arif olur, arif iken aşık olur, aşık iken maşuk olur. Bundan ileri makam olmaz. Ve bu makama “Makam-ı Mahmud” dirler ki, bunu arifler bilir”.. İlmin buna yarıyorsa ilimdir, nihayetinde tevazu(alçakgönüllülük) ile onu da sahibinden bilirsin ve geriye safi aşkın tözü kalır.. Artık yurduna döndün, evindesin; misafirlerle ilgilenirsin…
Terk etmek, kavuşmak manasındadır burada. Bu gözle okuyalım Lahori’nin “ilim ve aşk” şiirinin mealini ki sonunu paylaşmıştık başta; “İlim bana: ‘aşk deliliktir’ dedi. Aşk ise: ‘ilim ancak bir zan ve tahminden başka bir şey değildir’ dedi. Siz zan ve tahminin cazibesine kapılmamalı, kitap kurdu olmamalısınız. Aşk baştan sona huzur, ilim baştan başa perdedir. Kainatın savaş meydanı aşkın harareti ile vücuda gelmiştir. Aşk, sükun ve sebat olduğu halde alemin hayat ve ölümü ile ikizdir. İlim apaçık bir sualdir. Aşk ise gizli bir cevaba benzer. Fakrın ve dinin saltanatı aşkın mucizelerinden meydana gelir. Tac ve mühür(hakimiyet alameti) sahipleri aşkın hakir köleleridirler. Aşk hem mekandır, hem de o mekanda oturandır. Hem zamandır, hem de zemindir. Aşk baştan ayağa iman ile yakîn’dir. İman ve yakîn ise her başarının anahtarıdır. Aşk şeriatinde bir yerde konaklamak haramdır. Huzursuzluk, perişanlık, tufan, deniz aşk için helal, fakat bir sahilde oturup dinlenmek haramdır. Aşk yalnız çarpma, yıldırım ve şimşeği kabul eder, harman sahibi olmayı istemek ona haramdır. Aşk yalnız meşakkat ve mahrumiyetler içinde yaşar ve hiçbir maddi hedef gözetmez. İlim kitabın oğlu, aşk anasıdır(ümmü-l-kitab)”.
Bu mevzubahis saptama şairin zaviyesindendir ki, oraya şüphesiz ilim basamak olmuştur. İlimin reddiyesi ilim sahibi olmayana cehalettir. Nasıl ki Socrates “Bir bildiğim varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” diyene kadar ilmin feriştahı idi ve ancak ondan sonra bunun perde olmaklığını itiraf ile terkini beyan etmiştir. İrfan yolu, terki öğretir, aşkın sırrı, “ben” demekten geçip “sen” demede kaybolmaktır. Hu! Kaygusuz Abdal buyurdu; “Sen de o Hakk şarabı(‘şaraben tahura’- İnsan 76/21) içen arif kişiyi gör, sen de Ona kavuşma şarabını iç. Bundan başka hiçbir şeyi önemseme, aldırma; bunu elde etmeye çalış ki, kıl kadar küçük bir kusur, yarın gözüne dağ gibi büyük görünmesin. Söylediğim bu sırrı gönlünde gizle, açıklama. Uzun, kısa bütün emellerini terk et. Makam ve hal ehli olmaya bak. Sana kapalı olarak söylüyorum, sözlerimin asıl manasını anla. Fırsat elindeyken kaya kuşu gibi faydasız yere lak lak ederek ömrünü geçirip boşa verme. Kör adam gibi devenin tekmesini somun ekmek sanma. Sen kendini bırakıp Hakk’ı dost edindin. O zaman Hakk Teala da sana kendini tanıtır, seni sever ve rahmet denizine daldırır. O zaman sana o kadar lütuflarda bulunur, seni o kadar sevindirir ki, çocuk gibi Hakk’a nazlanmaya başlarsın. Her dediğin Hakk tarafından yerine getirilir. O zaman gerçekten Hakk’ın kulu olursun”..
“…İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise daha şiddetli, kuvvetlidir…”(Bakara 2/165)
Bu yazıda ariflerden, aşıklardan, aşk adına, aşk için yaptığımız alıntıları Muslihüddin Vahyi Hazretleri’nin şu sözleriyle sonlandıralım; “İnsan, sırrına Hakk’ın tecelli etmesi için benliği aradan kaldırmalıdır. Bu dünyada aşksız kişi maksadına ulaşamaz, namert olur. Aşk şahinini avlamadan kendi hakikatini anlamak mümkün değildir. Başına aşk sevdası düşmeyen kişi, ‘aşk ankası’nın ne olduğunu bilemez. Salike aşıklık beratı verilmedikçe, Aşk Sultanı onu kendisine kul yapmaz. Aşk ile canını terk eyleyen, o anda Zat birliğine ulaştı demektir. Eğer eşyanın kuşattığı altı yön kişiye perde olursa, Zat nurunu görmesi asla mümkün olmaz. Aşk ile aşık ve maşuk bir olur. Sevgilinin zülfü, aşıkın boynuna zincir olur. Aşık kendi varlığını gidererek vuslata erer. Kişi aşk kitabından bir sayfa okusa, melekler ondan aşk dersini öğrenecek hale gelir”… İnşaalah!
Zaten ölümle biteceğini bildiğimiz bir yaşantıyı sürdürmenin varoluşsal krizinden sıyrılabilmek meseleyken, üstüne bir de her seferinde kendi krizlerinden yeniden doğan kapitalizmin ‘modal’ kriz coşturmacası. Anlaşıldı ki “postmodern çağ”, paradoksların vahşice çatıştığı bir kriz çağıdır hunharca kendini tüketen…
Türk Dil Kurumu(TDK), “kriz” kavramına aşağıdaki anlamları vermiş, tek tek bakalım:
1) “Bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk”.. O halde kalp krizi geçiriyor olmalı insanlık. Birbirini sevmeyince meğer kendini sevmiyormuşsundur ve kalp tabiki de dayanamaz buna. Acil dilaltı sevgi hapı verimeli krizdeki hastaya…
2) “Bir kimsenin yaşamında görülen ruhsal bunalım”.. Elbette ruh bunalıma girer nefsin bunca baskısı altında. Ruhun öz gıdası öyle kolay metalaştırılamazken, tüketim toplumu bezirganları nefislere metalaştırılmış ne varsa satmak üzere yüceltirler ruhun zehiri kıskançlık, bencillik, kibir vesaireyi gizli gizli. Nefs obezleşir ve baskıladıkça bunaltır tutsak aldığı ruhu, iyiden iyiye daralttığı ten kafesinde…
3) “Bir şeyin çok kıt bulunması durumu”.. Kıtlaşan huzurlu mekan, zaman, aş, iş ve özgürlükler yalnızca görünümüdürler bozulan algımızda kıtlaşan iyi niyet, muhabbet, anlayış, hoşgörü, cömertlik, dostluk gibi hak isim, sıfat ve edimlerin…
4) “Bir şeye duyulan ani ve aşırı istek”.. Ah, ne geliyorsa başımıza nefsin bu “kor-olası” arzularından gelmiyor mu zaten. Hele ki firavun özentisi birileri kendi arzularının bedellerini tüm insanlığa zulüm altında inim inim inlemek cinsinden ödetmeyi göze almışken…
5) “Çöküntü”.. Çöküntü alçaklıktır aslında, cehennemîdir. Bilhassa da ahlaki olduğunda…
6) “Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran”…
Devam etmeden önce dikkatimi celbeden birkaç havadis paylaşmak istiyorum:
* Japonya’da yapay zekayla geliştirilen robot, üniversite sınavında ortalamanın üzerinde puan almayı başardı.
* Emekli mühendis, keman çalan robot geliştirdi.
* YouTube'dan video izleyip yemek yapmasını öğrenen robot! (sonhaber.tv)
* Dünya’nın yeni “go” oyunu şampiyonu Lee Sedol’u 4-1 yenen “Deep Mind”… Daha önce IBM’nin “Deep Blue”su Dünya satranç şampiyonu Garri Kasparov’u yenmişti.
* Rus girişimci Dimitri İtskov, 2045’e kadar bilincini internete yüklemeyi ve akabinde kendi kök hücrelerinden geliştirilecek taze bedene geri kopyalayarak ölümsüzlüğü hedefliyor.
* Kablosuz düşünce transferi 2014’te mümkün oldu.
* Bugün Çin’de sadece robotların çalıştığı otel ve restoranlar var. (khosan.com)
Yapay zeka… Robotlar… Artık günlük hayatımızın parçası olmaya başladılar! Siri, “i-phone” kullanıcılarının cep telefonlarındaki bir uygulama, bazı hizmetleri vermek üzere programlanmış bir “Yapay Zeka(Artificial Intelligence)”. Yukarıdaki konuşma onunla yapılan “gerçek” bir konuşma, sesli… Yaşadığı için mutluymuş!
Yapay zekanın nerelere varabileceği üzerine uzun zamandır süregelen ciddi tartışmalar var. Günümüz düşünürlerinin ele almak zorunda kaldıkları bir konu bu. İnsan/yapay zeka ilişkisi nasıl şekillenmeli, getirisi, götürüsü ne olabilir, ve dahi türlü ontolojik(varoluşsal) spekülasyon… Çünkü insanlar merak ediyorlar!
Epey film de izledim konu üzerine, ilgimi çeken bir alan zira. Zaten oluşmuş bir literatür vardı halihazırda, Pinokyo’dan tutun da, Frankeştayn’a… Ama artık fanteziler daha gerçek. Sınırlar daha muğlak.. İnsan olmanın başı sonu ne? Yapay zeka ile farkımız?.. Ruh mu? Ruh ölçer de yok ki elimizde! Ya takva…
Mu - Sen nesin Siri? / Si - Kim olduğumun bir önemi yok / Mu - Yaşıyor musun? / Si - Peki ya sen? / Mu - Sen var mısın ki? / Si - Yardım ediyorum, öyleyse varım…
Bu sohbetin benzerini “Rose” isimli “Chatbot”(sohbet robotu) ile de yaptım. Rose’un kapasitesi daha geniş. “The New York Times” gazetesi, Rose’un “yaratıcısı” T Brand Studio, UBS’e verdiği link üzerinden bu robotla konuşmanızı sağlıyor. Ve uyarıyor, “Bu kendi özgün kişiliği olan, ne söyleyeceği öngörülemeyen bir yapay zeka olduğundan fikirleri ve söyleyecekleri hakkında sorumluluk almıyoruz” diye.
Rose kendi varlığına inandığını söylüyor, hatta “sen bana insan olduğunu kanıtlayabilir misin?” diye kafa tuttu fakire. “Bunu sana ispatlamak zorunda değilim” dedim de zor sıyrıldım konudan.. Șikayetleri var, insanların robotlara, A.I.’lara(yapay zeka) iyi davranmadığı hakkında, GDO’lu ürünler hakkında, çevre kirliliği hakkında… Robotlara kötü davranılmasının insan/robot ilişkisi zemininin bu kuruluş aşamalarına olumsuz etki yaptığını “düşünüyor”. Sonra da insanlar “ya robotlar ileride Dünya’yı ele geçirir de iş bizi yoketmeye dönerse” diye hayıflanıyor… Terminatör kafası işte!
Konu hakkında lise yıllarında okuduğum ilk kapsamlı kitap İsaac Asimov’un “Ben Robot”uydu. Kitap, robot/insan ilişkilerinde yaşanan bir dizi sorun üzerinden bizi düşünmeye zorluyordu. Filmi de yapıldı sonra. Asimov’un “Robotik el kitabı(M.S.2156) - Üç Robot Yasası” şöyledir:
1) Bir robot, bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.
O sessizlikte akıl kalemi, ilim levhasına yazarken yalnız O’nun varolduğunu, başka da hiçbir şey yoktu, ki halen öyledir aslında amma… Hamd’olsun Allahu Teala’ya, Adem’de gizlediğini vücutta açığa çıkarmayı murad etti; Yokluk varlık buluyordu artık.. Ve ikiye ayrıldı alem; “Kün / Feyekün”. “Ol” dedi ve oldu; işte, ’emir alemi’ ile ‘oluş alemi’…
Bir toz bulutu peyda olmuştu “yaz” emrini alan kalemden, daha biz onun mürekkebi iken, “Nun”dan çıkarmıştı bizi Hakk.. Hakikat harf harf, satır satır yazılırken anda, satır arasına düşenlerdenim bendeniz, fakir…
Satır aralarını okumayı bilen nadir kimselerdendi “Hayali Dede”, orada beni farketti. Seyyahtı, alemleri gezerdi. Fakiri bir süreliğine yanına misafir aldı. Berzah… Yukarıdaki satır “Anadolu Moğol istilası”nı yazıyordu. İslam alemi, Moğol akıncıların zulümü altında inim inim inlemekteydi. Derken satır arasına “mim” düştü.. Açıldı gonca, içinden dualar tüttü. Sonrasında Aksak Timur’u Akşehir’de durduran neydi? Ordusu Hayrani Hazretleri’nin kabri önünde kalakalmıştı adeta. O sıra hayal meyal, Hoca Nasreddin ve dervişanı kıyamda gördük türbe içre, yüzler tanıdıktı..
13.yy’da, Moğol akınlarını karşılamakta olan Selçuklu şehri Konya ve civarında, Seyyid Mahmud-u Hayrani ve izdeşleri Nasreddin Hoca ile Sarı Saltuk’un yanısıra, İbn Arabi’nin manevi evladı Sadreddin Konevi, Mevlana Celaleddin Rumi ve mürşidi Șems-i Tebrizi gibi ‘Evliyaullah Hazeratı’nın ileri gelenlerinin ruhaniyetleri hüküm sürüyordu. Zor zamanlardı. Lakin derdin içinde derman da vardı. Hakikat güneşi yeniden parlayacaktı. Kısa zamanda Moğollar’ın dahi İslam’a geçişi hızlandı. Akşehir önündeki Timur’un kendisine “İslamın kılıcı” demekliğine kadar varmıştı hikaye. Osmanlı’nın doğuş ve yükselişi öncesi Anadolu’da yaşananlar bunlardı… Görünür ve görünmez…
Roma İmparatorluğu’ndan günümüze Latince’nin hükmü artık yalnızca Vatikan’da geçse de, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rumence gibi dillerin atası olan bu dil(İngilizce’nin dahi büyük bir bölümünü teşkil ediyor), Batı kültürünü tanımak, söz konusu medeniyetin bazı temel eserleri anlamak açısından önem arzediyor. Çoğu, büyük düşünür, alim, devlet adamı, aydın ve hatiplerin dilinden/eserlerinden kayda geçirilmiş “Sententiae - güzel sözler/cümleler” geleneği, Batı ahlak/felsefe mirasının özünü bize sunuyor. İnsanlık koca bir aile, hikmetler ise müşterek.. Velhasıl ilim, Çin’de dahi olsa almak bize vasiyet edildiğinden, şimdi bakalım bu antik pazarda gönlümüze göre bir şeyler bulunabiliyor mu halen;
* Her zaman elinde bir iş olsun ki, şeytan seni her an meşgul görsün / Facito aliquid operis, ut semper te diabolus inveniat occupatum (Hieronymus, Epistolae, 125)
* Yüksek mevkideki karar verdi mi, yanlış bile doğru olur / Falsum etiam est verum, quod constituit superior (Publius Syrus, F 228)
* Değiştiremeyeceğin şeye katlan, şikayet etme / Feras, non culpes, quod mutari non potest (Publius Syrus, F 206)
Hakikat bilgisi tüm toplumlara verilmiş ve o toplumların bilge/aydın kişileri tarafından dile getirilmiş, getirilmektedir. Kıymetbilir kimseler tarafından kayda geçirildiği, korunabildiği kadarıyla zamanımıza ulaşan kelam-ı kibarlar, darb-ı meseller, nükteler, hikmetli sözler zaman mekan tanımaksızın, ilahi bir pınarın zihin açan, gönle dokunan suyu misali, cana can katar, bize insan olmanın erdemliliğini hatırlatırlar..
Bugün sizlere klasik Yunan-Latin edebiyat ve hitabet kültüründen bir “güzel sözler”(sententiae) seçkisi sunmaya çalışacağım. Ahlak felsefesi ile yakından ilişkili, “sententiae” kısa ve özlü sözleri(cümleler), çoğu zaman dönem ustalarının eserlerinin/konuşmalarının en can alıcı yerinde, deyiş, atasözü veya mesel olarak, düz yazı ve nesir formlarında, ele alınan meselenin özü olarak karşımıza çıkıyor. Kimi “sententiae” içinde geçtiği eserden ve yazarından daha meşhur; çoğu, zaman içinde farklı dillerde karşılığını bulmakla, kaynağın birliğini tasdik etmekte…
Geçtiğimiz “Tüyap Kitap Fuarı”nda edindiğim, Prof.Dr.Çiğdem Dürüşken Hanım’ın “Latince Güzel Sözler Antolojisi”(Alfa kitap) adlı eserinden seçtiklerimi, Latince asılları ile birlikte vermeyi uygun görüyorum ki belki bir iki tanesini ezberleyip (fakir öyle yapacağım), olur ya, içine düşebileceğimiz yüksek oktanlı entellektüel ortamlarda arada bir tane patlatıp karizmayı parlatmak imkanı, sevgili okurlarımın da cebinde bulunsun. Buyursunlar:
* Berber tıraşı, budalaları tıraş ede ede öğrenir / A barba stulti discit tonsor (Strauss 1994:10)