Makul bir şeyler söylemek lazım. Çünkü akıllı olmalı insan. Akıllı insandan çıkar iyi Müslüman. Nerede nasıl konuşacağını, nasıl davranacağını bilmeli. Bunun için akıl lazım. Vahyi alabilmek için. Ahlak-ı Muhammedi’yi özümsemek için. “Yaşam” denen sermayenin hakkını verebilmek için. Doğru tarafta kalabilmek için…
“Muhammed Allah'ın Elçisi'dir ve (sadakatle) o'nun yanında olanlar, hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz(çetin), (ama) birbirlerine karşı merhamet doludurlar” (Fetih 48;29)
Karşımızdakiler saf saf; başta kendinden başka herkese düşman olanlar, insanları, yaradılışımızdan gelen, bizi zenginleştiren farklılıklarımız üzerinden aşağılamaya kılıf uyduranlar, şimdi de bilhassa barışı, hakça paylaşımı vahyeden dine, İslam’a düşman olanlar. İçte ve dıştalar… Kalplerinde karşılık bulmuyor ne yapsak. Sevemiyorlar, istemiyorlar. Nefisleri kör etmiş onları maalesef, ön yargılarla, dünyevi hırslarla, açgözlülükle, kibirle perdelenmişler.
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur” (Hacc 22;46)
Aslında kalbin aklı saf duygularla bezeli. Rahmani duygular bunlar. Kişi nefsini terbiye etse. Yırtar perdeyi. Öfkesinden kurtulur. O yakıcı öfke, nefret, kin… Șeytani! “Aman, bizden uzak olsun lanetli!” deyince, karşı durunca zorbalığa, çok yanlış anlaşılabiliyor ancak; sanılıyor ki tepkisiz olur Sufi, “eyvallah”ı her şeye, “illallah” yok sanki. Fakir öyle görmedim büyüklerimden halbuki. Șöyle dediydi bir gün “Derviş Baba”; “Evladım, bizim eyvallahımız Hakk’a, nefse ise illallahımız vardır”..
Elbet “nefs-i emmare”dir kastedilen, kınanan. Çünkü o kötülüğü emredici, bencil, kibirli, öfkeli, cimri. O, küfrü sever. Hakikati örtene denir mi hiç “eyvallah”? Kusura bakmayın, benim mertebem yetersizmişse de size göre, bilirim ki ancak elimdekiyle amel ettikçe açılacaktır ötesi. Bu mertebede şu kadarını anlayabiliyorum aklımca; Allah’ın sevmediğini sevmemek, sevdiğini sevmeye akortlanmalı mümkün mertebe ikilikten birliğe yelken açmış insan. Önce aşikar olan, ve gitgide her şeydeki hikmeti görebilmeyi de umut etmeli tabi…
“Ve Allah aşırıya gidenleri sevmez, nankörlük yapanları sevmez, inkarcıları sevmez, zalimleri sevmez, hainleri, bozguncuları, yalancıları, şımarıkları sevmez, kibirli kimseleri sevmez”… (Kur’an ayetlerinden)
Șu Hollandalı politikacı da bizi sevmiyor, Türkleri, yabancıları, Müslümanları, İslamı… Büyükleniyor, iftira ediyor ve de; İslam, “özgürlük, demokrasi, insan hakları” gibi Avrupa değerleriyle uyumsuzmuş. “Daha fazla İslam istemiyoruz, azalmasını istiyoruz. Bu nedenle, ey Türkiye, bizden uzak dur. Seni burada istemiyoruz!”… Biz bu zihniyeti bir yerlerden hatırlıyoruz!
Köylüler kulübenin etrafındaki sazlık duvarı açtılar. İçeride gençler ortadaki ufak su havuzunun etrafında halka olmuşlar, dizleri üzerinde oturuyorlar; yan yana, omuz omuza, başlar öne eğik, gözler kapalı ve belli belirsiz bir mırıltı… Sanki delikanlılar nefesleriyle suyun yüzeyini dalgalandırdıkça yalazlanan yakamoz benzeri ışıltılar kulübenin karanlık gölgelerini yırtan oklara dönüşüyordu. Dışarısı da tamamen karanlık olmaktaydı ki Momo gözlerini açtı. Ve sanki anlaşmışçasına hepsi birden. Ayağa kalktılar. Tamtamların sesi yükseldi, ritm hızlandı. Dev uyanıyordu..
Geçen kırk günlük süre zarfında Diolalar Baba Maribu’nun talimatıyla en besili hayvanlarını seçip özel dualar eşliğinde tığlamışlar, derilerini yüzmüşler, tabaklamışlardı. Yaşlı usta ve eğittiği büyücü eskileri de kök boyalarla tabakaların üzerine adeta herbirini manevi birer zırha dönüştüren özel semboller çizmişlerdi. Tamba ve eski savaşçıların yaptığı mızraklar, yay ve oklar da hazırdı.
Momo başta, hepsi kendileri için hazırlanan derileri üzerlerine aldılar, yayları omuzlarına astılar. Kadınlar evlatları için su kabaklarından mataralar ve oklarını yerleştirmeleri için kamıştan sadaklar hazırlamışlardı. Mataralara gençlerin günlerdir etrafında oturup dualar okuduğu havuzun suyundan konuldu. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Ortalık zifiri karanlıktı. Ormandan ürkünç hayvan sesleri, çığlıklar, ulumalar geliyordu. Köy halkı hiçbir ateş yakmamak için tembihliydi. Ki gençler günler boyunca o ışık almayan kulübede karanlıkta görmeye alışmışlardı. Meydanda bekleşen sevdiklerini buldular, sessizce vedalaştılar. Momo babasının elini öptü, duasını aldı. Mızrağını ona Șef Tamba verdi. Elinki’yle sıkı sıkıya sarıldılar, hiç konuşmadılar; kalpler zaten konuşmayı hiç bırakmamıştı ki..
Kotto’nun korkunç narası ormanda yankılandı. Adeta Niokolo Koba’nın tek hakimi olduğunu haykırıyordu. Sonunda ona meydan okuyan bu sefil insancıklara haddini bildirme zamanı gelmişti. Ecinnileri etrafında toplanmış komut bekliyordu. Canlarını kabzettikleri çeşit çeşit vahşi hayvanın formunu almışlardı. Genç savaşçıları ormanın en tekinsiz, ışık almayan arazisinde karşıladılar. Ecinniler öfkeli ulumalarla ileri atıldı.
Momo hızla silah arkadaşlarını savunma düzenine soktu. Su mataralarını çıkardılar. Ön saftakiler sadakalarından çıkardıkları okların ucunu dualı suya batırıp yaylarını gerdiler. Canavarların menzile girdiğini hisseder hissetmez Momo asasını indirdi. Bu işaretti. Atılan oklar gecenin karanlığını yardı. Hedefi vuran her ok yalnız isabet ettiği hayvanı yere sermiyor ona musallat olan kötü ruhu da yakıyor, öldürüyor böylece ecinninin beden değiştirmesine fırsat kalmıyordu. Kotto’nun dehşetli böğürtüsü bozgun yaşayan ecinnileri tekrardan toparladı. Dalga dalga, tekrar tekrar geliyorlar, genç savaşçıların ise cephanesi azalıyordu. Momo ani bir kararla, elinde mızrağı, böğürtünün geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Kotto ortadan kaldırılmadan bu akınları savuşturmaları zordu.
Genç Diolalar Momo’nun yarma hareketini kolaylaştırmak için atışlarını onun koşu yoluna odakladılar. Kotto hazırlıklıydı, ormanın içlerine doğru çekilmeye başladı. Liderleri olduğu anlaşılan bu genci kendi halledecekti. Momo’nun kalabalığı yarması düşündüğünden de kolay olmuştu. Bunun bir tuzak olduğunu farketmekte geç kaldığını, kendini tek ayağından asılı bir halde havada bulduğunda anladı. İpi kesebilirdi ama bu kadar yüksekten düşüp de hayatta kalması mucize olurdu. Kotto bir boa yılanı şeklini almış kıpkırmızı gözleriyle tıslayarak kendine doğru geliyordu.
Momo’nun aklına diğerleri geldi. Beraber geçirdikleri sürede hepsi de sanki ruhundan bir parça gibi olmuştu. Ve geride bıraktıkları, köy, aileler, güzel Elinki… Burada can verdiği takdirde onların da Kotto karşısında dayanamayacaklarını kestirebiliyordu. İşi mucizelere kalmıştı. Babasını düşündü, yıllarca onun yetişmesi için nasıl da emek vermişti. Hani sürekli rüyalarına giren o parlak tüylü mavi baykuşu hakladığında nasıl da sevinmişti. “Kibirini altetmeden bilgelik bir hayal” derdi ya hep, ve Momo mağrur baykuşu boğduğunda rüyasında “o sana hakimdi, şimdi sen onun hakimi oldun, bilginin ve gizemin…” demişti. Doğru ya, baykuşun hakimi! Momo çılgın bir kahkaha attı. Boa yılanı artık iyice yaklaşmış iştahla koca ağzını açmaktaydı.
Momo, kalbinde tekrar Elinki’yi bulmasıyla birlikte kuşağında parlayan aşk kılıcını çekti. Ayağındaki ipi kestiği anda ise mavi baykuşu zihnine getirdi ve esmasını söyler söylemez koca pençeleri, keskin gagasıyla o azametli kuşa dönüşmüştü. İfrit daha ne olduğunu anlamadan Momo bir kanat çırpışta kendini düşmekten kurtardı ve havada ustaca bir manevra yaparak Kotto yılanının tepesine çöktü. Pençelerini canavarın gırtlağına geçirdi, gagasıyla iki gözünü birden oydu. Kotto acı içinde çırpınıyor, tıslamalı sesiyle ölmemek için yakarıyordu. Momo hayvanı kaptığı gibi arkadaşlarının bulunduğu alana uçtu. Orada ecinnilerle köyün gençleri arasındaki savaş artık göğüs göğüse devam etmekteydi. Birden ortalarına inmeleriyle herkes dondu kaldı. Savaş durmuştu.
Kotto da insan nefsinin zayıflıklarını iyi biliyordu. Savaş gitgide şiddetlendi. İki taraf da ağır kayıplar veriyordu. Genç yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek kayıpları arttıkça, korku ve şüphe Diolalar’ın üzerine yağmursuz karanlık bulutlar gibi iyiden iyiye çökmeye başlamıştı. Maneviyatları daha da düştü. Aralarındaki birlik giderek çözülüyordu. Nihayet kabile, bazılarının muhalefetine rağmen Kotto ve efradı ile bir anlaşmaya varmayı tercih etti.
Anlaşmaya göre Kotto ve ecinnileri artık kabile sınırlarını ihlal etmeyecek, bu sınırlar içinde hiçbir cana kastetmeyeceklerdi. Buna karşın Diolalar da köyün arazisi dışında, ormanda avlanamazlardı. Anlaşmanın esas korkunç tarafı ise, bu tarihten sonra Diolalar’ın artık her ilk doğan erkek çocuklarını kabile güvenliğinin kan bedeli olarak Kotto’ya teslim etmek zorunda olmalarıydı.
Tamba o zamanlar erkeklik sınavını yeni vermiş 15 yaşında bir gençti. Kabile geleneklerine göre erkek çocuklar buluğ çağına geldiklerinde o yılın son günü topluca ormana bırakılır ve iki hafta orada kendi başlarına avlanmaları, yaşam sürmeleri beklenirdi. Çocuklar döndüklerinde artık birer savaşçı erkek olmuş olurlar ve aile kurmalarına da müsade edilirdi. Tamba, köyünde “Son Savaşçı Șef” olarak anılıyordu. Çünkü onun erkekliğe adım attığı yıldan sonra bu gelenek Kotto’yla yapılan anlaşma gereği son bulmak zorunda kalmıştı.
Șeflik dedesinden babasına, ondan da kendisine geçtiğinde Tamba babasına nasıl olup da dedesinin böyle bir anlaşmaya onay verdiğini sormuştu. Dede Sanga halkın birliğinin bozulduğunu, inançlarının iyice zayıfladığını görmüş, bu şekilde savaşı kazanamayacaklarını anlamıştı. Ellerinde halen güç varken bu anlaşmayı yapmak daha uygundu. Vakit kazanmaları, bunun için de gerekirse fedakarlıkta bulunmaları gerekiyordu. Keza yaşlı bilgeler de vakti geldiğinde Ata Emit’in yardımlarına koşacağını ve Șef’in soyunu sürdürecek birinin köyü karanlıktan kurtaracağını kehanet etmişlerdi. Bu kişi bir avcı/savaşçı, bir görücü ve şifacı olacak, Diolalar da onun nesli hüküm sürdükçe muzaffer olacaklardı.
O gün bugündür beklemekteydiler ama çok zayıflamışlar, umutlarının sonuna gelmişlerdi. Çünkü kehanetin gerçekleşmesi neredeyse imkansızdı. Șef Tamba artık yaşlanmaktaydı ve erkek çocuğu zaten yoktu. Hoş, olsa da anlaşma gereği Kotto’ya verilmesi gerekecekti. Kızını evlendirmesi de mümkün değildi zira bir şefin kızı ancak kendi gelenekleri doğrultusunda onuruyla erkekliğini ispat etmiş biri ile evlenebilirdi. Varsayalım biri buna kalkışsa, Kotto’nun kucağına düşmesi demek olurdu ki bu devirde yanında onu destekleyecek kimse de bulamazdı. Erdemli bilgeler devri geçmiş, halk hurafeci yarı-büyücülerin eline kalmıştı.
Durum buydu. Șef Tamba boynunu eğdi. Kızını, zaten hayatını borçlu olduğu Momo’ya vermekten mutluluk duyardı. Lakin bu, Momo’dan ölmesini istemek gibi bir şeydi. Kendilerine yeterince yardımcı olmuşlardı. Elinki’ye talip olmakla aileyi ayrıca onurlandırmışlar, mutlu etmişlerdi. Bu kafiydi. Burada gelecek yoktu. Șimdi iyisi mi buradan bir an önce ayrılsınlardı. Ne de olsa anlaşmayla bağlı değillerdi. Nehir yolu açıktı.
Baba oğul bakıştılar. Baba Maribu oğlunun gözlerindeki kararlılığı gördü. Başıyla onayladı. Momo sordu; “Yılın son gününe ne kadar var?” Mevsim dönümünden sonraki yeni ay yıl sonuydu. 41 gün vakit vardı. Artık bu mesele Maribular için de onur meselesi olmuştu. Kimseden zorla yardım istenemezdi lakin teklif haktı. Baba Maribu’nun Șef Tamba’yı kabileye yönelik bir konuşma yapmak üzere ikna etmesi pek zor olmadı. O gecenin ertesi sabahı şafak sökerken tüm köy ahalisi merakla meydanda toplanmıştı.
Șef Tamba’nın söz vermesiyle Baba Maribu konuştu; “Ey Diolalar! Sizler onurlu bir neslin çocuklarısınız. Bu hal size yakışan bir hal değildir. Özgürlüğünüz elinizden alınmış, kendi öz evlatlarınızı elinizle ifritlere teslim etmektesiniz. Tüm ruhların hakimi, tek tanrınız Ata Emit’in yolundan ayrıldığınızdan beri bu sıkıntılar başınıza gelir oldu. Zayıfladınız. Böyle giderse yakında Kotto’nun beklediği gün gelecek, anlaşmayı bozup tepenize binecektir. Ama Tanrı sizi terketmedi. Biz de buraya boşuna gelmiş değiliz. Sizin için yeniden diriliş vakti gelmiştir…”
Açan çiçeklere üşüşen arılar oradan alabildiğince bal aldılar ve nehir boyunca, bilinmeyen bir yere doğru uçtular. Öte yakada vardıkları o kasvetli ormanda, ulu bir ağacın üzerinde, kara bir kovan vardı. Arılar aldıkları balı kovana sundular ve az sonra, kovanın petekleri altın sarısı bir ışıkla ışıldamaya başlamıştı. Çok geçmeden içeriden görkemli bir ‘arı beyi’ peyda oldu. Tüm arılar vızıldayarak etrafında devran ediyordu. Ormanın üzerindeki karanlık gölgeler hızla sağa sola kaçıştılar. Artık tepede pırıl pırıl bir güneş parlıyordu…
Woloflar’dan Baba Maribu gezgin bir şifacıydı. Momo’nun annesinin ebedi ruhlar ülkesine zamansız göçünden beri baba oğul yalnız yaşıyorlardı. Momo neredeyse 16 yaşına varmış, güçlü kuvvetli, yakışıklı bir delikanlı olmuştu ve yaşlı adamın ona bu meslek ve dahi ataların irfan yoluyla ilgili artık öğretebileceği pek bir şey de kalmamıştı. Bilginin gerisi aktarılabileceklerden değil, hakedişle, nasiple ele geçileceklerdendi. Momo’nun kendini ispat etme, erkekliğe adım atma zamanı gelmişti. Baba Maribu bir işaret bekliyordu!
İşte işaret o gece gelmişti. Sabahı bulduklarında Momo’nun da anlatacak bir rüyası vardı. Sonunda o mağrur mavi baykuşu suya batırıp boğmayı başarmıştı. Parlak tüylü mavi baykuş suların üzerinde azametle kanat çırparken Momo hayran hayran onu seyretmekten kendini alamazdı. Baba Maribu onu uyarmıştı; mavi baykuş kendi ilmine olan hayranlığı, kibiriydi. Onu öldürmeden bilgelik yolunda ilerleyemeyecekti. Bilgi sahibi olarak kalacak, bilge olamayacaktı. Keşif ve ilham kanalı başka türlü açılmazdı.
Momo ne zamandır babasının verdiği özel dua ve sözcükleri tesbih ediyordu. O gece çalışmalarının ilk semeresini aldı. Bu sefer becerdi. Nefsi karşısında çok önemli bir mevzi kazanmıştı. Sanki üzerinden büyük bir yük kalktı. Baba Maribu sevinçle oğlunu kucakladı. Șimdi vakit geçirmeden hazırlanmaları gerekiyordu. Gidilecek bir menzil, tamamlanacak bir görev, aşılacak sınavlar vardı. Uzaklarda bir yerlerde…
Kanolarına bindiler ve Gambia nehri boyunca ilerlemeye başladılar, hakkında korkunç hikayeler anlatılan Niokolo Koba ormanlarının içlerine doğru. Burada garip adetleri olan, cinler perilerle kucak kucağa, hakikat bilgisinden uzak, kan dökücü animist kabilelerin yaşadığı anlatılırdı. Kendi gibi olmayanları pek sevmezlermiş. Bu devirde oralara seyahat etmek akıl karı sayılmazdı. Ama vazife buydu! İnandıkları, yaşamlarını adadıkları doğrular uğruna, gidilecekti. Baba’nın rüyası çok netti. Oğlan kaderiyle yüzleşmeye hazırdı.
Diolalar onları gece ateş başında yakaladı. Korkmadılar, direnmediler de. Savaşçı Șef Tamba’nın karşısına getirildiklerinde Baba Maribu elini kalbine koyarak yüksek sesle tekrarladı; “Ata Emit, Ata Emit”. Bu, Diola dilinde “Tek Tanrı” anlamına geliyordu. Diolalar’ın inançları belki karışıktı ama büyüklerin hafızasında tüm ruhların hakimi Tek Tanrı inancına ait kırıntılar da vardı. “Ata Emit” ismini sırları koruduklarına inanılan kabile büyücüleri yahut Șef dışında zikreden olmazdı. Șef Tamba duraksadı, bunlar basit kimseler değillerdi. Baba Maribu’yu yerden kaldırdı. Gözgöze uzun uzun bakıştılar. Tamba gürültülü bir kahkaha patlattı. Bu adamı sevmişti. Lakin delil lazımdı.
Bir kulübeye alındılar. Șef parmağıyla işaret etti. Döşekte hasta yatan genç kızın etrafı kalabalıktı. Ellerinde büyü gereçleri, jujular, yaşlı cadı karılar ümitsizce mırıldanmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Zavallı kızın göğsünde koca bir ur, içinde kıpırtılar. Hali pek tekinsizdi. Bu, Șef Tamba’nın kızıydı. Baba Maribu kırık dökük Jolacasıyla halledebileceğini belirtti. Ancak heybesine ve bıçağına ihtiyacı olacaktı. Kızdan zaten umut kesilmişti. Verdiler..
Yaşlı usta önce kıza kola meyvesinin özsuyundan yapılma bir ilaç içirdi. Kız rahatlayıp derin bir uykuya daldıktan sonra itinayla şişkinliği yardı. O da ne; urun içinden akrebimsi bir yaratığın ateş saçan kırmızı gözleri görünür olmuştu. Baba Maribu canavarı oradan söküp atmak için bıçağın ucuyla kanırttıkça canavar pençelerini kızın göğsüne, daha daha derine sokuyordu. Baba’nın alnı boncuk boncuk ter olmuştu. Böyle birşeyi daha önce ne görmüş ne de duymuştu. Havadaki gerilim son raddeye varmıştı. Șef’in eli palasının kabzasındaydı.
Geçtiğimiz perşembeyi cumaya bağlayan gece (yani bize göre mübarek cuma gecesi, ki günü geceden alırız), huzuru kıpkırmızı kana boyandı.. Aşıklar, lal oldu. Kalender, sustu! Kırklar meclisinden birinin bir yeri kanasa, hepsinin entarisi birden kan lekesi olurdu. O gece, o meclis kırmızıya doydu.
İblis fısıldıyordu, gök ile yer birbirine karıştığından beri sesi daha duyulur olmuştu, hele de duymak isteyenlere… Bu kez gönüllüsü İȘİD(DAEȘ) militanı bir kadın; Dergahta kendini patlattı. Fakir bu yazıyı yazarken, 100’e yakın can kaybımız, 200 civarı da yaralı olduğu bildiriliyordu.
Pakistan’ın Sindh eyaletinin Sehvan beldesinde, Allah dostu bir Sufi büyüğünün türbesi önünde; Çocuklar, kadınlar, yaşlı, genç, her inançtan insanlar, sığınmışlar farkların kaybolduğu bir mübarek beldeye, kendilerince ibadet ediyorlar. Jhulelal! Jhulelal! Davullar zurnalarla Hakk’a yürüdüler…
Dost onları yanına aldı, en güvenli yere, çilelerin bittiği yere. İnşaallah bu, “Șeb-i Arus”tur mümin canlara.. Lakin bu düğün gecesinde, gelin de damat da kıpkırmızı, lal. Ve biz de şahidiz; Ya Zülcelal, dileriz bu kanlar olsun sana helal!
Böyle mi anılacaktın bu kez ey “Șahbaz Kalender”; ey -rahmetli “Nusret Fatih Ali Han”ın meşhur ettiği “Dam adam mast Qalandar” ilahisindeki(qawali)- “Her dem mest Kalender”? Ki “dem”, “nefes, kıvam, zaman, koku, içki” demenin yanında “kan” da demekti… Biz kalender olamadık demek ki, bize biraz güç geldi.. “Bu Kalenderilik atını herkes koşturamaz. Bu yokluk tavlasını herkes oynayamaz. Er gerek ki candan geçsin de senin aşkını can edinsin” (Hakim Senai)…
Neredeyse 800 yıl evvel Dünya üzerinde yürümüştü. Lakabı; Șahbaz… “Șahin” dediler, asil ruhundan ötürü. Hem Seyyid’dir, Hz.Peygamber(sav) soyundan(hani bırak evladını, sulbünü, can parçasını, saçının, sakalının bir teli üzerine titrediğimiz), atası Hz. İmam Cafer-i Sadık, babası Pir Seyyid Hasan Kabiruddin, annesi prensesti. Asıl adı; Seyyid Muhammed Osman Mervandi(1177-1275).
Maneviyata eğilimi küçük yaştan itibaren kendini göstermişti. 7 yaşında Kuran’ı ezbere biliyordu. Kısa zamanda alim oldu. Farsça, Arapça, Türkçe, Sanskrit konuştuğu diller arasındaydı. Șairdi. Esas önemlisi; ömrü boyunca aşkı, barışı, İslam’ı vaaz edecekti, gönül diliyle..
Ve Mervandi Hazretleri bir manevi işaretle Hint coğrafyasına seyahate çıktı. Rivayete göre Tarik-i Sühreverdiye’den irşad olunmuştu. Yol arkadaşları; Sühreverdiye’den Bahauddin Zekeriya Hazretleri, Çeştiye’den Baba Ferid Ganjshakar ve Seyyid Buhari Hazretleri, ki onlara “Çar Yar(Dört Sevgili/Dost)” dediler. Hint/Pakistan alt kıtasının büyük oranda Müslüman olmasına vesiledirler.
Sahi şah damarından daha yakın ne var ki? Ona kan pompalayan kalp, gönül değil mi? Ki sahibi belli.. Evinde senle olmayı arzular; Dost! Lakin sen gönül evini öyle doldurmuşsundur ki ıvır zıvırla; yakışık almaz, temizlemen gerekir.
Tüm o bağlandıkların; gereksiz.. Sana bir şeylere sahipmişsin hissi veriyor ya; Yalan! Boşanmalısın masivadan… Çünkü talip oldun, çünkü bilirsin içten içe, çünkü özlersin; Hakikatini…
Yazık, neler meşgul ediyor seni şimdi. Öyle ki; hatırlamıyorsun. Uyanma ihtimali; ancak belaya düçar olduğunda…
Bu bir fırsat senin için; En aciz durumunda, kibirden eser bırakmaz ya acziyetin itirafı; sen zelil, miskin, zayıfsın.. İşte bu; nefsin! Nefsin hiçliğe en yakın hali..
Böylece tasdik eder Rabb’inin yüceliğini, iktidarını, muazzamlığını. Adeta der ki; “Ya Hakim! Beni bana bırakma, teslim oluyor kulun.” Nefsin gölgesi kısaldığında; ‘Ruhun Nuru’ tepede en parlak halini almakta. Herşey zıttıyla kaim. Ya Rahim, Sen sana sığınanı gözetirsin! Gönül secdeye vardı; ister kaldır, ister öylece bırak…
Kurtuluşun başka yolu var zannediyorsan, etme; Kulluk… Zaten bütün sıkıntıların sebebi bu direnç, bu kibirdi; putlar! Hazır kırılıyorken.. Fırsat; Sahibine sığın. Gönlüne esas sahibini buyur et artık. Ve bul huzuru!
Haydi bir adım at, bir başla, yönel; Korkma! O en zor ilk hamleyi yaptıktan sonra, az sabır ve bak neler olacak. Șaşıracaksın bir adım atana gerçekten koşa koşa icabet eden olduğuna. İnan; şükredeceksin varlığına hayranlıkla.
Belki de; “Nasıl yöneleyim bu halimle, putlarla bezeli kalbimde ne arasın O’nun sevgisi?” diyeceksin.. Bir nokta kadar da olsa orada rahmaniyet; işte onu büyüteceksin. Ondan aldığın kuvvetle etrafını temizleyeceksin. Eğer misal lazım olacaksa buna, bir büyüğüm anlatmıştı, anlatayım sana da:
Niyetini zaten seçim vaatlerinde açık etmişti. Dolayısıyla, oy kullanan Amerikan seçmeninin çoğunluğu, onun bu politikalarını da tasdiklemiş oldu. Sorumlu, tek bir kişi değil elbet; bu bir zihniyet. Ve artık alenen hakim… ‘Demokratik’ sistem içinde!
Uluslararası kamuoyu, sözkonusu kararnameyi “Müslüman yasağı” olarak adlandırdı. Çünkü engellemelere konu olan 7 ülkenin(Irak, İran, Suriye, Sudan, Libya, Somali, Yemen) hepsinin nüfusu ağırlıklı Müslüman. Yasak, tüm nüfusu Müslüman ülkeleri kapsamıyor ama, mevzu Mr.Trump’un İslamofobik sayılabilecek söylemleriyle de örtüştürülünce; algı böyle…
Her ne kadar ABD’nin yeni yönetim politikaları kafa karıştıran algı operasyonlarına malzeme olsa da, karar ortada. Kanımca, global ölçekte bir kırılmayı daha da belirginleştiren, derinleştiren nitelikte.
Hakim güç, Dünya’ya dayattığı yaşam biçimine uyumsuz olanları dışlıyor iyice. Küreselleşmeyle sınırları muğlaklaşmaya başlayan vatan kavramı, belli bir coğrafi alan içinde yeni kültürel tarifini bulacak ve neo-kapitalizm, yeni paketiyle tekrardan tedavüle sokulacak belki de.
Kendini sürekli krizlerle yenileyen vahşi kapitalizmin varoluşu krizlere muhtaç olduğundan daima, planlananların yine kapital ağalarının ekmeğine yağ sürmek üzere tasarlandığına pek şüphem yok.
Herkes sistem için çalışacak, herkes yerini bilecek. Uyumsuzlar sistemin çarkları arasında öğütülecek. Haklılığına bakılmadan. Ki insan olmak hakların en meşrusudur. Heyhat… Bu Dünya hepimizin. Fakat…
Vahşi kapitalizmin kanunları orman kanunları gibidir. Keza en iç halkada yer alanlar dışında tüm kesimlerin, yeni düzen oluşumunda ‘acaba merkezden ne kadar savrulurum’ endişesi taşıması doğal. Çünkü bu sistemde vefaya yer yok. Adaletin, çoğunluğu uyutmaya yetecek kadarı kafi. Merhamet, cimrice bağışlanan sadaka konumunda. İşte bunun gerilimi ve huzursuzluğu hissediliyor Dünya’da. Yer kapma savaşı; güncelleniyor…
Çıkarı örtüşenler ayrı, Mr.Trump’a destek veren halk kesiminin geneli, geri kalanından daha yoksul halbuki. Yoksul kişinin diğer yoksullarla empati kurması beklenir, lakin insan olmak zordur. Açların arasına atılan birkaç somun ekmek, ola ki kavga doğurur. Önce ben, sonra benimkiler ve benim gibiler… Paylaşılsa az çok herkese yetecekken, bakarsın ekmek güçlünün lokması olmuştur.
‘İletişim’ dediğin, bir tutum değişikliğiyle sonuçlanacak ki verimli olmuş olsun. Yoksa boşuna…
Onun içindir ki, gerek izleyiciyi kendine bağımlı kılmak, gerek istenen yönde tutum değişikliği oluşturmak adına, “korku çekiciliği”ni kullanmak pek revaçta ‘işbilir ideoloji medyası’nda. Propaganda dünyasında…
Sen de beni dinlemiyor, korku salanları dinliyorsun ya.. Suç bende aslında! Üzgünüm, bir medya çalışanı olarak pek başarılı olamadım bu hususta… Halbuki tasavvuf ehli “Hakk sohbetinin en iyisi, sizi korku ile ümit arasında bırakanıdır” demiş zamanında.
Biz ümide fazlaca yüklendik belki de dostum. ‘Bu biteviye korku pompalanan ortamda umuda ihtiyaç vardır, aman eksik kalmasın’ diye… Ama neye yarar seni uyandırmadıktan sonra? Borçlu kaldım bak sana!
Sana kıyametin gelişinin yakın olduğunu bildirmek boynumun borcu mesela, öleceksin eninde sonunda. Ve sana senden başka zulum eden de olmadı bu diyarda. Nasıl hesap vereceksin öte yanda?
“O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve ‘İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek”(Tevbe 9;35) ayetini duymadın mı? Ne biriktiriyorsun koynunda? Allah rızası için, hakikat uğruna nefsinle mücadele edeceğine, onu besleyerek büyütüp durdukça, tüketirsin kendini de çevreni de bu durumda.
Öyle de olmadı mı? İşte şahit; sana emanet edilmişken kaynaklarını vahşice tükettiğin bir dünya, hızla yokolan türler, ezilen halklar, kitleler… Sen ise obezleşmektesin; aslında kendini mahvetmektesin taşlaşan kalbinle. O ki senin vuslat kayığındır, batacak maalesef bu taş haliyle…
Bir kulu sebepsiz yere öldürmek tüm insanlığı katletmek gibiyken ve “…o takdirde onun cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir ve Allah ona gazab etmiş ve ona lanet etmiştir. Ve (Allah) onun için ‘büyük azap’ hazırlamıştır” buyurmuşken Hazreti Allah, öldürmekten daha büyük/şiddetli olduğunu bildirdiği “fitne”nin içinde olmaklığı nasıl izah edebileceğiz dersin? Nifak ve küfürü, açgözlü vefasızlığımızı… Nasıl?