Muhammedi İslam’ın zuhurundan beri bu yolun en emin rehberi en başta Hz.Peygamber(sav) ile “Ehl-i Beyt”i ve günümüze dek meşru silsilelerle ulaşan varisleri “Evliyaullah Hazeratı/Mürşid-i Kamiller”dir. Hakk dostu bu zatlara “Kuran ve Sünnet” izleğinden ayrılmadıkları sürece taliplerinin menzile ulaşmalarına vesile olma tasarrufu verilmiş olup, yoldaki başarı da Allah’ın(cc) izni ve yardımıyla taliplerin samimiyet, anlayış, muhabbet ve gayretine bağlı olmaktadır.
Tasavvuf’un bir hususiyeti de İslam anlayışını, özüne sadık kalarak ve zamanın ruhunu gözeterek her dem taze tutma, perspektifi doğru kurarak olay ve olguları çok yönlü ve derinlikli yorumlama kabiliyetidir. Bu, aydınlanmış bir kalp ve zihin gerektirir. Ve görülür ki helal dairesi, farklı meşreplerde insanların özgünlüklerini kaybetmeden hakikate ulaşmasını mümkün kılacak kadar geniştir. Hakikatten ayrılmamak ve aynı hedefe yönelmede birliği idrak etmek kaydıyla, insanların çeşitliliğine hitap edebilecek biçimde Tasavvuf ekolleri de böylece çeşitlenmiştir.
Bu bakımdan ikilik aleminde hak yollar olduğu gibi, batıla sapmış olanları da hep varolmuş ve sanırım hep varolacaktır. Hz.Muhammed’in(sav) bir hadisinde öngördüğü üzere; “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir tanesi ‘ehl-i necat’ olacaktır”. Kurtuluşa erecek bu fırkaya “Fırka-i Naciye” de denir ve elbette tüm “Tasavvufi Tarikatlar” da bu fırkaya dahil olma umudundadırlar.. Nitekim arayışta olanları uyarmak babında, “Tasavvuf” alanında eser veren pek çok ilim irfan sahibi kimse gibi, tarihçiler, yorumcular dahi tarihte varolmuş ve kimi halen varolan tarikleri, görüş ve eğilimleri, çoğunlukla hak ve batıl olarak tasnife gitmişlerdir.
Mesela Ebu Mansur Abdulkahir Bağdadi “Elfark Beynel-firak” adlı eserinde dalalete düştüğü söylenen “Rafizi, Harici, Kaderiyye, Mürcie, Necariyye, Zarariyye, Cehmiyye, Kerramiyye” fırkalarını kollarıyla birlikte 72’ye tamamlıyor.. “Marifetname”sinde, Hicri 555 yılında bidat yoluna sapıp delaletle helak olan onbir fırkayı “Evliyaiyye, Hubbiye, Şümrahiyye, İbahiyye, Haliyye, Hululiyye, Huriyye, Vakıfiyye, Mütecahiliyye, Mütekasiliyye, İlhamiyye” olarak zikreden Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, ayrıca “marifet yolunda hidayet caddesinden delalet sahrasına düşen mübahi(bir konuda övünen)lerin yanılma sebepleri”ni bildirmekle bize, yoldan saptıran temel hataları haber vermiş oluyor ki oluşumların isimleri değişse de ana sebepler değişmiyor. Özetlemeye çalışalım;
Afrika halklarlarının köleleştirilmesi ve sonrasında kara kıtanın “Avrupalı Beyazlar” tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıcından bu yana 400 yıl kadar geçmişti. Artık siyahlar arasında en yaygın inanç, kendilerine çoğu zaman zorla kabul ettirilen “Hıristiyanlığın Batılı yorumu” idi. Ama siyahlar çeşitli şekillerde geleneklerini -kısmen de olsa- muhafaza etmeyi başarmışlardı. Siyah hareketi başlatanlar bu durumu, siyahların dirilişi ve kimliklerinin yeniden inşası için kullanmaya çalışacaklardı.
1930’a gelindiğinde bağımsızlığını korumuş nadir Afrika ülkelerinden “Etiyopya”da siyahi bir Kral, Hz.Süleyman soyundan geldiğine inanılan “Ras Tafari Makonnen”in “Haile Selassie”(Teslis’in Kudreti) ünvanını alarak taç giymesi, Dünya’daki tüm siyahlara umut oldu. Yeniden uyanış için gerekli altyapının oluşmasında Jamaika asıllı “Siyah Musa” Marcus Garvey’in büyük rolü vardı. Son yıllarda Garvey’nin siyahlar üzerindeki nüfuzu türlü dolaplarla azaltılmış, kendisi A.B.D.’den Jamaika’ya sınırdışı edilmişti. Ama başlattığı uyanış etkisini artırarak devam edecekti…
***
“Rastafari akımı/dini”nin temellerini Garvey’in izdeşi, kendisi de 1932’de A.B.D.’den Jamaika’ya sınırdışı edilen Leonard P. Howell’in attığı söylenebilir. Bu akım neşet ettiği yıllardan günümüze -başta Etiyopya- Afrika’nın kadim geleneklerinden, Hıristiyanlık öğretisinden, özellikle de İsrailoğulları’nın özgürlük mücadelesinden beslenerek gelişmiş, dallanıp budaklanarak Dünya’da milyonlarca sempatizanının olduğu bugünkü halini almıştır. Bob Marley’in Dünya çapında meşhur ettiği “Reggae” müziğinin ruhunu “Rastafarianizm” oluşturur.
Özetle, mevzubahis köleleştirme hareketi 15.yy’ın ikinci yarısında Portekizliler ve İspanyollar’a İngilizler’in de katılmasıyla iyice hareketlenmeye başlamış, 19.yy’la birlikte sonlandırılmaya yüz tutmuş, akabinde kölecilik yerini Afrika’nın sömürgeleştirilmesine bırakmıştır.
Milyonlarca siyahın köleleştirilmesi, milyonlarcasının da katledilmesiyle sonuçlanan politikalar 400 yıldır bir şekilde devam ediyordu ki Afrika’nın (sömürgeci ülkelerin bir proje olarak desteklediği Liberya’yı saymazsak) son özgür ülkesi Abyssinnie’de(Etiyopya/Habeş) bir umut doğdu. Doğan bebek Ras(prens) Tafari Makonnen, sene 1892 idi; Süleyman(as) hanedanını devam ettiren Şiba Krallığı’ndan “Sahle Selassie” ve “İmparator 2.Menelik”in danışmanı “Ras Makonnen”in oğulları “Prens Tafari”…
O yıllarda, uzaklarda, Ras Tafari’yle aynı dönemi paylaşacak iki önemli isim daha Dünya’ya gelmişti. Kader 1887’de Jamaika’da doğan “siyah uyanış hareketi”nin müstakbel lideri “Marcus Garvey” ile, Rastafari dininin ilk müridi, yine Jamaika doğumlu “Leonard P.Howell”i(d.1898), ileride imparator olacak “Prens Tafari - Haile Selassie” ile şaşırtıcı bir senaryo içinde biraraya getirecekti.
Köleleştirilen ve sömürgeleştirilen siyahlara, yöneticiler tarafından yüzyıllardır -onları daha kolay yönetmek için kullanılan- sömürgecilerin dini aşılanıyordu. Bu dini öğreten medeniyetlerin yaptıklarına baksanız sanırdınız ki -sözde- örnek aldıkları kişi “Hz.İsa(as)” -haşa- mazlum değil de zalim olsa gerektir. Yani aslında öğretilen daha ziyade -Hıristiyanlık kılıfı altında- çarpık, firavuni Roma dinidir. Ki vurana öteki yanak uzatıla, zalimi de yalandan bir günah çıkarmakla (haşa Tanrı yerine konan) o yüce Peygamber, Ruhullah hesapsız cennete çıkara.
Beyaz ırkın üstünlüğü iddiası uzun yıllar Avrupa’nın Dünya’nın geri kalanını sömürmeye hak görmesinin dayanaklarından biri oldu. Bu çarpık görüş toplumlarında öyle normalize edildi ki Avrupa emperyalizminin firavuni babaları, Roma ve Bizans’ın halklarını daha rahat yönetebilmek için yozlaştırarak benimsediği ve adı “Hıristiyanlık” olarak belirlenen Hz.İsa(as)’ın dini öğretisini dahi bu yöndeki politikaları desteklemek üzere kullanmaktan çekinmediler.
Coğrafi keşifler yapıldıkça Hindistan, Uzakdoğu, Afrika, Avustralya, Amerika, yani “ilkel, cahil, geri kalmış(!)” ulaşılabilir ve uğraşılmaya değer her halka Batılı Hıristiyan misyonerler tarafından medeniyet(!) götürülmeye başlandı. Önce kaşifler keşfediyor, o toprakların tüm bilgilerini, halklarının tüm özelliklerini yönetimlerine rapor ediyor, ardından misyonerler gönderiliyor ve gerekirse sorun olan yerlere askeri takviye yapılıyordu. Ta ki boyun eğsinler ve beyaz adamın çıkarlarına uygun şekilde hizmet etsinler.
Amerika’nın keşfi, kaynaklarının sömürüsü Avrupa’yı zenginleştirdikçe, bu topraklarda kurulan şekerkamışı, kahve, kauçuk, pamuk, tütün vb plantasyonlarında, madenlerde çalıştırılacak ekstra işgücüne ihtiyaç duyuldu. Bu ihtiyacı Afrika’dan kendi rızaları dışında koparılan siyah köleler karşılayacaktı. İspanyol ve Portekizliler’in açtığı yolu ziyadesiyle genişleten İngilizler oldu, Fransa, Hollanda ve takip edebilen etti.
Kimi Afrika’lı kabile şefleri, yerli krallar tarafından satılan, kimi yağma yoluyla toplanan köleler “Tumberio-ölü taşıyıcıları” adı verilen gemilerle korkunç şartlarda balık istifi gibi, başta Jamaika, Karayip adalarına, Amerika kıtasına taşınıyor, sağ kalanlar hayvan gibi çalıştırılıyordu. Toplamda 400 yıl kadar devam eden uygulama boyunca 50 milyon dolayında(tahmini rakamlar 20-100 milyon arasında speküle ediliyor) “zenci”nin köleleştirilerek Afrika’dan koparılması sözkonusudur. Velhasıl “Batı medeniyeti” bu emsali görülmemiş insanlık dışı zulüm üzerinde yükselmekteydi..
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır” (Hucurat 49;13)
Buna karşın insanlık tarihinde her zaman diğer halkları sömüren, renk, ırk vs bakımından aşağı görüp köleleştiren firavuni hükümdarlıklar olmuş, olmaktadır. Ve firavuni zihniyete karşı çıkan Musa’lar da aynı şekilde hep olmuş, olacaktır.
Nitekim bir dönemin en yüksek uygarlığı kabul edilen “firavun krallığı Mısır”ın ta 5-6000 sene evvel güneyindeki Habeş(Kush) ülkesininin zengin kaynaklarını sömürmeye yeltendiğine, insanlarını esir edip köleleştirdiğine dair tarihi bilgiler mevcut. İnananlara zulmetmek gibi siyahları sömürmek de firavuni zihniyetin geleneğinde yer alıyor.
Kuş halkı(Habeşliler, Afrika boynuzunun siyahi insanları) Afrika’nın ve Dünya’nın bildiği en eski bağımsız uluslardan olmakla birlikte, bu ülkeye sonradan yakıştırılan “Habeşistan” ismi “köle ülkesi” anlamına gelmekteymiş. Keza vaktin köle pazarlarının en değerlileri bu asil, mağrur halktan ele geçenler imiş. Düşünün ki aslında Liberya ile birlikte 1. Dünya savaşı öncesi Afrika’sının firavun mirasçısı emperyalist devletler tarafından sömürgeleştirilememiş iki ülkesinden biri. Şimdiki bakiyesinin resmi adı; Etiyopya…
Bir koca mavi yengeç kumları geveliyor ağzında, sonra renkli balıklar, akın akın yavrular ve resiften aşağı derin bir mavilik; sessizce gökte yüzer gibi hissediyor insan… Koca istiridyeler bir açıyor bir kapıyor ağızlarını. Sanki onların ağzından Şebusteri Hazretleri anlatıyor sedefin sırlarını:
“…Ben bir misal işittim; nisan günleri için / Bir sedef yükselirmiş yüreğinden denizin // Yükselirmiş geceler, deniz yüzeyine dek / Açarmış dudakların, bir damla bekleyerek // Ve deniz suyu semaya buğu olup ağar / O Hakk’ın emridir, yine ki emriyle yağar // Ne zaman bir, iki damla düşse ağzına / Bin kilit vurur sedef, her iki dudağına // Gönlü dolmuş ki derinler, döndüğü yer olur / Ah en derinlerde o katre bir gevher olur // Sonra biri dalar denizin en derinine / O kıymetli şeyi çıkarıp alır eline // Senin tenin sahil, varlığın deniz misali / Buharın feyzi Hakk’ın, yağmur esma ilmi // O geniş deryada ki dalgıç olan akıl var / Torbasında hep irfan cevherleri parıldar // Anla işte, o ilme nispetle ki gönül zarf / Ve o gönüldeki ilmin sedefi, sesle harf // Nefes şimşek misalidir; harfleri süpürür / Sesleri dinleyenin kulağına götürür / Sahildeki o sedefi kır, içini çıkar / Bırak zarfı, içinde güzel bir cevheri var…”…*
Hiçbir alem yoktur ki içinde sakladığı cevher gönüldekine denk ola… “Balıkçının biri denizde bir şişe bulmuş ki içinden cin çıkar. Cin demiş; ‘üç dileğine çabuk ver karar’. Balıkçı ‘akıl’ dilemiş ilkin. Cin de dileğini gerçekleştirmiş vakit geçirmeksizin; ‘Şimdi söyle nedir ikinci dileğin?’ Balıkçı düşünmüş; ‘kafi bana bir dilek, insana akıl yeter de artar, bundan fazlası cana zarar”… Aklın kıt ise olursun budala, fazlasıyla da ukala… Halbuki derinler dalgıcı olsa idi balıkçı, bilirdi incinin kıymetini ve “aşk” dilemeden de göndermezdi şişe cinini.. Aşk gönülde bir cezbe hali Mevla’ya vardıran. Hakk yolunun olmazsa olmazı.. Nitekim o da nasip meselesi…
“Mürid(murad eden) iki türlü ilerler; biri seyr-ü süluk eder(yola girer) sonra cezbeye tutulur, diğeri evvela cezbeye tutulur sonra seyr-ü süluk eder” (Hz.Muhammed Parsa)
Gönül o cezbeyle zapt olana dek masiva(dünya işleri, Allah’tan gayrısı) ona kolaylıkla hakim olabilir.. Aklımızdan/gönlümüzden geçenlere dikkat etmemiz gerektiğini hatırlatıyor akşamüstü orman içlerine yaptığımız yürüyüş; “Şimdi yaban domuzu görsek…” demeye kalmadan çıkıyor karşımıza hınzır. Neyse ki o bizden daha fazla korkuyor. Bağlanan bir hikaye var hatırladığım, o halde sizlere de anlatayım:
Yaradan’ın “halifem” diye şereflendirdiği o insana nasıl “eşref-i mahlukat” denmesin ki? Yaratılmışların en şereflisi, alemlerin şerifi… Bu şerif öyle vurucu kırıcı, şerifliğiyle böbürlenici, elindeki gücü bencilce çıkarına kullanıcı bir şerif olmaya. Bilakis doğayı, diğer canlıları(ki tasavvufi anlayışa göre eşya dahi belli oranda canlıdır) koruyan kollayan, çevresine merhametle muamele eden, hatta diyebiliriz ki “veren el alan elden üstündür” düsturunca yaradılışa, yaratılmışlara hizmet eden bir şerif… O, alemlere rahmet vesilesi, Rabbinin isim ve sıfatlarının aynası; “Veliyy”, dosttur doğaya, düşman değil!
“Kişi kendine benzeyenlerle arkadaş(dost) olur” (hadis)
Velakin doğayla aramız bu aralar pek de iyi değilmiş gibi. İnsan, ihtiyacını karşılayacak tabi tabiattan. Fakat ihtiyacından fazlasını talep etmek; talep de ne, doğayı hırsları uğruna acımasızca tahrip etmek, yakışmıyor dostluğa, insanlığa.. Doğa sabırlıdır, dünyamız canlı! Ve sanırım onu üzüyoruz epey uzun zamandır. Dünya’nın her tarafında artan doğal felaketler, küresel ısınma, iklim değişikliği, yaşam alanları istila edildiğinden dolayı yok olan türler, bozulan dengeler, hoyratça sömürülen madenler, kirletilen dereler, denizler, tüketilen yeşil, mavi, beyaz, ve toprağa dökülen kan, gözyaşı…
Türkiye olarak biz bu tahribatın başrolünde değilsek de, “komşuda pişer, bize de düşer” Anlaşılan “doğa” bizim çizdiğimiz sınırlara anca güler, insanlığı tek millet beller.. Gücünü gösteriyor üstümüzde, haykırıyor sanki; “İnsan kendi kendisine zulmeder!”… E “insan alemin remizidir” demiştik ya.. Deprem, sel, yangın, eriyen buzullar vb; hepsi bizden.. İnsan, kendiyle dostluğunu bozuyor, doğayla dostluğunu düşmanlığa dönüştürüyor.. Bu yoldan dönsek keşke beterini görmeden. Dostluğumuzu onarmaya ihtiyacımız var kendimizle, doğayla yeniden. Yoksa doğaldır ki rüzgar eken fırtına biçer. Kıyamet sandığımızdan yakın düşer. Aman, aleyhimize şahitlik edecekler daha da çoğalmasın!
“Ne tüketiyorsak oyuz” ve ihtiyacımız olmasa da bir kısım medyanın meşrulaştırmaya gayret ettiği hırslarımız uğruna, servetseverlerin cebini şişirmek üzere, onlarla aynileşme başarısını göstermenin bedelini yine onlara ödüyoruz. Aslında tükettikçe fakirleşiyor, nefsimiz bakımından obezleştikçe manen zayıf düşüyoruz…
Görünürde kilolu biri değilimdir. Ancak -bilenlerin onca uyarısına karşın- başka bir çeşit “obezite”nin pençelerini üzerime geçirmekte olduğunu farketmedeyim. Çünkü mal tatlı, edinmesi meşru, sergilemesi ise itibar kazandırıyor mesleğimde.. “İlmi” bir obezleşmeden bahsetmekteyim! “Çok biliyorum” anlamında değil, “bildiklerimin pek azını uygulayabiliyor ama daha fazlasını istemekten de kendimi alamıyorum” manasında. Bence bu husus hepimizi ilgilendiriyor devrimizde; “bilgi çağında ilim hırsına kapılmak”…
“İlim” ki olmazsa olmazımız, onsuz cahil kalırız; tamamı, bir sıfatı da “El Alim” olan Yüce Rabbimizdendir! -En uzak yer anlamında- Çin’de olsa almalıyız. Buraya kadar güzel. Ancak ilim edinmenin de bir edebi var, ve de paylaşmanın.. Bugün özellikle üstünde durmak istediğim ise “ilmi ile amel etme” mevzusu. İşte burada bir tıkanıklık, bir sorun olduğunda oluyor şişme, “obezleşme”, hastalanıyoruz…
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, “kötü sıfatların menşei ve fitne fesadın anası olan kibir ve benliğin yedi sebebi” olduğunu bildiriyor; “ilim, ibadet, güzellik ve yakışıklılık, güç ve kuvvet, mal, son olarak da çocuk, akraba, hizmetçileri ile övünmek”.. “İlim” bahsi ile ilgili de şunları zikrediyor: “Hepsinden büyüğü budur. İlacı da çok zordur. Zira ilmin mertebesi ve değeri, Allah ve insanlar katında büyüktür. İlim insana farz olduğu için, öğrenmesini terk edemez. Onun güzel hali budur. O halde bunun ilacı iki marifetle olur:
1) İlmin faziletinin, iyi niyetle olunca ve onunla amel edince ve ücretsiz, Allah için onu yaymakla olduğunu bilmelidir. Yoksa ilim, sahibine vebal olup, sahibi cahilden aşağı kalır. Ahirette çok şiddetli azap bulur. O halde böyle ilimle nasıl kibir edebilir?