Musa Dede

Bu da geçer Ya Hu

16 Temmuz 2017
Geçen sene bu gün evim yatakhaneye dönmüş durumdaydı. Ortalık toz duman…

Kendi evlerine dönecek yol bulamayan endişeli insanlar, arkadaşlar.. Tanrı misafirlerini ağırlıyordum. “Etme bulma dünyası” derler ya.. Bugün de fakir misafirim bir dosta, evimden uzakta, güzelce ağırlanıyorum. Yanımda ufak bir çanta.. Ve içinde mutlaka -en az- bir kitap olacak tabii çantanın, ne kadar ufak olsa da…

Şöyle “yazlık” tabir edilen, hafif ama doygun, keyifli bir şey olsundu. Aradım, taradım. Nihayet karar kıldığım eşlikçi Okay Gönensin’in son eseri; “Bu da Geçer Ya Hu” oldu. “Doğu bilgeliğinin yüzyılları aşmış hikayelerinden bir derleme”.. Tam yarılıyordum kitabı ki -bir yandan olan biteni takip etmek için ara ara göz attığım- sosyal medyaya düşen, yazarın vefat haberini okudum. Hayy Allah; rahmet eylesin!

Hatırlıyorum da bir sene önce bu günlerde “sosyal medya”daki amansız propaganda savaşı, adeta sokaktaki mücadeleye eşlik eder biçimde nasıl da alevlenmişti. Belli ki gerçek mücadele içimizdeydi. Pek çok insan perspektifi kaybetti. Sevmedikleri bir liderin, bir iktidarın gitmesi uğruna, kimi basiretsizliklerinden, cahilce, kimi de kendi sözde çıkarlarının peşinde, çoğu partizanca, vatanımızın, milletimizin zillete düşmesini göze almış bir takım insanlar.. Yalan, yanlış, ellerine geçen her bilgi kırıntısını, anlamadan, doğruluğunu sorgulamadan yangına körükle gidercesine paylaşıyor, kendileri gibi olmayanlara canhıraşça saldırıyorlar. Elbette payımıza düşeni aldık. Hamdolsun! Nihayetinde doğruya tutunan milletimin iradesi üstün geldi ya.. İnşallah yakın gelecekte her şey daha da iyi olacak!

Aynı mücadele düşük yoğunlukta olsa da bugün yine devam ediyor. “Fetö” şemsiyesi altında hunharca bekamıza, bağımsızlığımıza saldıran şer ittifakına karşı milletimizin kahramanca duruşunu, toplumsal barışın sağlanması ile birlik olma umutlarımızın yeşermeye yüz tutuşunu, emekleyen demokrasimizin bu ileri adım atışını demokratik şekilde kutlama arzusundakilerin yanında, bölünmemize hizmet edecek mesajlar yayınlayarak, çevresini kışkırtarak suyu bulandırmaya çalışanlar da var. Bunu da en çok tekellerinde olduğunu düşündükleri ortak değerlerimiz üzerinden yapıyor, halkımız nezdinde yakın dönemimizin en önemli zaferini küçültmeye çalışıyorlar. Allah selamet versin!

Zamanla bu hatadan dönmelerini ümit ediyorum. Çünkü hepsi de ne yaptığının farkında kötü niyetli insanlar değiller, uzun zamandan beri süregelen bir algı operasyonu sarmalına kendilerini kaptırmışlar.. Ve tabi ki yapılan hataları edebiyle eleştiren, yapıcı bir biçimde ‘olanın daha iyisi’ni arayan, birliğimizi arzulayan ama hakim düşünceyi tasvip etmeyen vatansever, haksever herkesi tenzih ediyorum. Keza düzgün bir muhalefete gerçekten ihtiyacımız var..

Sözüm daha ziyade istemeden fitneye kapılan, suizanla, algı operasyonlarıyla zihni bulanan, perspektifi kaçıranlara. Bu şekilde (en dar anlamıyla) ülkemize, birliğimize, dirliğimize, inandığımız kutsal değerlere (aslında kendilerine) zararı olanlara. Dilerim ki kafalarındaki önyargıları bir kenara bırakarak, içlerindeki yersiz korkulardan, kaygılardan, kinden, öfkeden, kibirden azade olarak olaylara katkı sunmaya çalışsınlar. Olmadı, sussunlar. Bari Hz.Peygamber’in(sav) “Ya hayır söyle ya da sus” hadisine uysunlar.. Ama mantık, perspektif, usül, erkan bilinmeyince, feraset sahibi doğru kimseler rehber edinilmeyince, aramızda muhabbeti hakim kılacak sistemler etkinleştirilemeyince algı operasyonları maalesef daha kolay başarıya ulaşıyor. Ayaklar kayabiliyor..

Bugün bu vesileyle rahmetli Okay Gönensin’in son kitabına aldığı kadim bir “algı yönetimi” hikayesini aktarmak, -kendisini tanımazdım ama madem zuhurat böyle oldu- bu başarılı gazeteci abimi de böylece anmak istiyorum, hürmeten kendi kaleminden, noktasını değiştirmeden.. Köpeğin algı operasyonu aslanı bile nasıl oyuna getiriyor, ispiyoncu işgüzar maymun da mutlaka nasibini alıyor;

“Besili ve güçlü bir şehir köpeği, günün birinde yemek peşinde koşup, kelebek ve sineklerle oynarken kentten epey uzaklaştığını fark etmedi, kendisini ormanın derinliklerinde buldu.

Yazının Devamını Oku

15 Temmuz perspektifinden…

9 Temmuz 2017
Başını tuttuğumuz şu Ortadoğu coğrafyası; petrol burada, doğal gaz, enerji kaynakları ve kim bilir daha nice zenginlikler… Aynı zamanda kültürün beşiği imiş bir vakitler ve “İbrahimi dinler”in, İslam’ın da çıkış yeri olmuş bu mübarek topraklar. Öte yandan Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle yerde işlenen ilk günahtan beri iyi ile kötünün de en birincil mücadele alanıdır Ortadoğu; en büyük silah pazarı…

Yıllar yılı ceddimiz Osmanlı’nın yönetiminde belki de tarihinin en uzun süreli barış sürecini yaşamış burası. Son dönemlerde kıymetini bilememişiz yeterince, koruyamamışız ama hırsızın hiç mi suçu yok? Sömürgecilerin şerri yerel hainliklerle birleşince olmuş yine yangın yeri. Ne bir kimseyi ne bir halkı kendine rağmen zulümden koruyamazsın. Tamahkarlıkla, adaletsizlikle, cahillikle, ihanetle rüzgar eken fırtına biçiyor şimdi. Ancak dersini alan varsa Allah çokça affedici…

 

Bence bizi bir arada tutan, biraradalığımızdan Dünya’ya hikmet saçtıran, kültürel mayamızın başat değeri “ümmet olma bilinci” idi. Ne zaman ki kardeşliğimiz basit çıkarların, dünyevi ihtirasların cazibesine yenildi, bölündük, bölündükçe de üzüldük. Çünkü ne kadar bölük pörçükse o kadar bütünlüğün hazzından, nimetlerinden uzak düşer insan, mahzun kalır. Ayrık, kopuk… İstikamet birliktir ve birlik cömerttir, cömertliktir. Öyleyse en yakın halkadan en uzağına genişletmeli huzuru, barışı, ahengi; varlığı…

 

“Dünya’nın merkezi burası, inanmayan ölçsün!” Hoca Nasreddin’in dediği gibi. İşte bu merkezden yayılacak yayılacaksa güzellikler çevremize. Kendimizden sorumluyuz öncelikle, lakin kucakladıkça, paylaştıkça artar güzelliğimiz. Dikensiz gül olmaz ya; gülümüzü dikeniyle birlikte sevmeyi öğrenmeliyiz. Her şeyi yerli yerine yerleştirmeli, kendi içimizde birliği pekiştirmeliyiz. Pekiştiriyoruz da inşaallah gitgide..

 

15 Temmuz kalkışmasının yıldönümü yaklaşırken geçen bir senenin hesabını yapacağız elbet doğal olarak. Bu değerlendirmeyi yaparken herkes kendi durduğu yere göre olumlu olumsuz pek çok nokta bulacak. Tüm bu değerlendirmeler birliğimize katkı sunacak biçimde ele alındığı müddetçe kıymetli. Perspektif önemli.. Asıl olan bütünlüğümüz, bizden olanların tüm eleştirileri buna zeval getirmeyecek şekilde ifade edilmeli. Toplumun birarada yaşamayı önemseyen her kesimi “birbirine güvenme” konusunda azami çaba sarfetmeli. Bunun inşası için hassasiyetle hareket etmeli. Korkarım başka türlüsünün bedeli hepimiz için ağır olmasın. Ele geçen fırsat ziyan olmasın…

 

Yazının Devamını Oku

Silahlara veda…

2 Temmuz 2017
Ardı ardına gelen patlama sesleri, bağırtılar… Yo hayır savaşta değiliz, bir terör olayı da değil bu bahsettiğim. Bayramın birinci günü evdeyim. Çocuklar, bayramı kutluyorlar! Bayramlık verilen harçlıklar harcanıyor; boy boy silahlar, çatapatlar, torpiller, kızkaçıranlar…

Büyüyünce gelmedi bu hal, çocukken de oyuncak olarak silah ve patlayıcıları tercih etmezdim. Ama çevre! Şiddeti sevmesem de kendime “yumuşak” dedirtmeyecek kadar oluşmuştu kibirim.. Adadaki bahçemizde uzunca saplı, büyücek tropikal yapraklı bir bitki kolonisi vardı diplerinden sümüklüböcek eksik olmayan. Bir ara onlardan koparıp mızrak yapmıştım; köyünü koruyan bir yerliydim. Esir tüccarı Metin köyümüze saldırınca kamufle olduğum çalı dibinden ona bi fırlattım mızrağı. Gözüne girdi! Öyle korkmuştum ki.. Daha da tövbe ettim. Neyse gözünde kalıcı bir hasar olmamıştı..

 

Çocuklar, özellikle de erkek olanlar, neden silahlara bu kadar rağbet ederler? Kısmen içgüdü, bazısı sırf özentiden, çoğunlukla da öğrenilmiş şiddet sanırım. Gün gelir hesabı sorulur olsa gerek öğretenden..

 

Yan komşu 7-8 yaşındaki oğluna nasıl çatapatları üstüste koyup daha şiddetli bir etki oluşturabileceğini öğretiyor. Kendisi geçmiş buralardan ya küçükken, işte kültür böyle aktarılıyor. Fakir “yapma, etme” deyince, arıza çıkaran, anlayışsız Musa Amcayım tabi. Onlar hep haklılar. Ama derde boğulmuş, mutsuzlar. Peki neden bu durumdalar? “Ah hep bu haksızlıklar!” Bebekleri ağlıyor, susturamayınca anne bağırıyor; “belanı versiin!” Sürekli birbirine bela okuyanlara sen ne diyeceksin? Küçüklükten öğrenilen kötü alışkanlıklar, yakanı kolay bırakmazlar…

 

Sokaklar eli silahlı çocuk dolu. Patlangaçları satan belli. Bazı ailelerin gözünde meşru bu; “eğlensin çocuklar, bayram!” Pat pat pat! Dibimizde.. Korkacaksın ki eğlensin! Ve sonra sor ki “neden bunca korku ve şiddet üzerine kurulu program, dizi var” -sözde- eğlence sektöründe? Ağaç yaşken eğilir mirim. Çocuk büyür, korku büyür, silah büyür. Alan var, teşvik eden var, bir de satanlar…

 

Yazının Devamını Oku

Bayramlık eşek hikayeleri…

25 Haziran 2017
Hayırlı bayramlar! Geçen hafta sözleştiğimiz üzere bayramlık “eşek hikayeleri” hazırladım sizlere, isterseniz gülmelik ama aslında ibretlik. Evvelki yazımda “sözümüz meclisten dışarı” diyerek -bilhassa da tasavvuf edebiyatında- “insan-eşek ilişkisi”nin, insanın nefsiyle olan ilişkisine misal teşkil edecek biçimde ele alınırlığına değinmiştim. Bu konuda kıssaları günümüze ulaşan en şöhretli mutasavvıf muhakkak ki Nasreddin Hoca Hazretleri’dir;

* Bir gün bir komşusu Hoca’dan eşeğini ödünç istemek için kapıya gelmiş. Elbet vardır bir sebebi; Hoca “eşek yok” demiş komşusuna ki o sırada ahırdan eşeğin anırması duyulmasın mı? Komşu, “baksana ahırdan sesi geliyor, belli ki orada” deyince, cevaplamış Hoca da; “ne yani onca zamandır tanıdığın bana inanmıyorsun da kılkuyruk bir eşeğin sözüne mi inanacaksın!”.. (Fıkranın devamı olan versiyonu da mevcut)

 

- Kıssadan hisse: 1)Hoca “eşek yok” demekle kendinde eşeklikten eser kalmadığını söylüyor. 2)Biz de Hakk’ın ve Hakk’tan konuşan Hakk dostlarının dediğine itibar etmektense nefsimizin sesine inanıp ona uyabiliyoruz. 3)Halbuki her şey göründüğü gibi olamayabilir; mesela aslında Hoca eşeğini bir başka komşusuna söz vermiştir de onun için “yok” demiştir. 4)Belki de Hoca nefsinin kula kulluk etmeye müsait olmadığını, Allah rızası dışında bir iş için “yok” hükmünde olduğunu ima ediyor. 5)Kamil bir insanın terbiyesine girmeye niyetli kişi onun nefsine değil ondaki hakikate kulak vermelidir. 6)Bir gün “Derviş Baba” yanımdaki 20 yıllık arkadaşımı işaret ederek “tanıyor musun evladım?” deyince fakir “tanıyorum efendim” demiştim de hemen akabinde “kefil misin o zaman?” diye sormuştu. “Evet” desem bir türlü demesem bir türlü; uzunca bir sessizlik olunca, “o halde ‘simaen tanıyorum’ demek daha uygun olur” demişti Baba. Tabi ya, 40 küsur yıllık kendi nefsimi bile tanıyamamış, kefil olamazken.. O komşusu da ya Hoca’yı tanımamış henüz ya da kefil değil ki eşeğin sözünü daha muteber bilmede…

 

Sizi tenzih ederim lakin nefs terbiyesi çetin iş, adam olmak zor. Hayatlarını insan yetiştirmeye adamış öğretmenlerimiz, hele mürşid-i kamiller şüphesiz bunu en iyi bilenler;

* Hoca bir gün eşeğini alıp pazara götürmüş, tellala vermiş. Nitekim bir talip çıkmış ve tam eşeğin dişlerine bakarken müşteri, ısırıvermiş kolunu bizimki. Bir ikinci müşteri de kuyruğunu kaldırıp bakacakken, ona da bir güzel çifte vurunca eşek, tellal isyan etmiş artık; “Bre Hoca, bu ne biçim eşek, kimse almaz bunu, iyisi mi al götür başımıza daha büyük dert açmadan seninki!” Hoca’nın cevap hazır; “Zaten ben de satmaya değil, ‘herkes görsün de anlasın neler çektiğimi’ diye getirmiştim bizim eşeği”…

 

Fakirin eşek de o hesap a dostlar! Şöyle ki;

Yazının Devamını Oku

Arkadaşım eşek…

18 Haziran 2017
İlmi(!) araştırmalarıma göre insan-eşek arkadaşlığının beş bin seneyi aşkın bir tarihçesi var. Malumunuz bu arkadaşlık, temelinde eşeğin insana hizmet etmesine dayalı görünüyor. Tabi insan da eşeğe iyi bakacak, zulmetmeyecek, sevecek.. Aslında eşeğin yardımıyla “İnsan”ın, cinsine mahsus bazı hayırlı işlerinde hizmeti görülmüş oluyorken, eşek de ömürboyu sahralarda avare avare dolanıp, amaçsızca ot yiyip tepişeceğine, Allah’ın Halifesi’nin dostluğunu kazanmış, böylece gözetilmiş, hizmetleri vesilesiyle tekamülünü tamamlamış, yüksek yaradılış amacını realize etmiş oluyor. İdealinde bir “kazan/kazan” ilişkisi söz konusu yani…

Tasavvuf edebiyatında insan-eşek münasebeti çokça işlenmiş ve kişinin nefsiyle münasebetine benzetilmiştir. Bu gibi benzetmenin Allah(cc) tarafından Kuran’da da yapılmış olması bizleri cesaretlendirir; “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez” (Cuma 62;5)

 

Geleneğimizde yeri olan bu mecazı kullanmayı seven edebiyatçılarımızdan Necip Fazıl’ı da bu vesileyle analım; “Haktan halka yansıtmak, hizmetlerin ulvisi! / İlmi olan yapmalı, farz-ı ayın bu işi! / Kim ederse istinkâf, düçar olur tokada, / Bildiğini ketmetmek, tavırların menfisi. // “Kitap yüklü merkep” der, Kur’an böyle insana! / “Yaşanmayan bir ilim, fayda vermez ins cana” / Amil olmak mecburi, hamil isen ilim’e, / Yoksa hadim olursun, hasmın olan şeytana! // Kitap yüklü merkepler, kürsüleri almışlar! / Kürsülerden artanlar, alanlara dolmuşlar! / Söylem dilde nakarat, eylem ise hep menfi, / Diplomalı nadanlar, başa bela olmuşlar.”

 

Sözüm meclisten dışarı ancak hakkaten nefs de doğru yolu gitmemekte eşek gibi inatçı, edeple ziynetlenmeden eşek gibi kaba(eşeğe cilve yap demişler, çifte atmış), zevki incelmeden eşek gibi anlayışsız(eşek hoşaftan ne anlar; suyunu içer, tanesini bırakır) olabiliyor. Nefsinin kölesi kişi Dünya’da edindiği mal mülk, başarı, mevki ne olursa olsun gönlümüzün tellerini titretemiyor, sohbeti boş geliyor(eşeğe altın semer vursalar yine eşektir). Anlaşılan eşeği terbiye şart!

 

“Ve yürüyüşünde mütevazi ol ve sesini alçalt(alçak sesle konuş). Muhakkak ki seslerin en çirkini, elbette merkebin sesidir” (Lokman 31;19)

 

Yazının Devamını Oku

El Alim ne der?!

11 Haziran 2017
Hakkaten elalem ne derse desin de “El Alim” ne der? Ne der şu yaptığımız, yapamadığımız işlere, kurduğumuz düşlere, bu özensiz sözlere? Umurumuzda mı elalemin dediğindense El Alim’in dediği, diyeceği? Ki “O, her şeyi en iyi bilendir” (Bakara 2;29)

Peki ya O’na göre mi yaşıyoruz hayatımızı; biz O’nu görmüyorsak da O’nun bizi her an her yerde gördüğünü bilerek, biz duymuyorsak da O’nun duyduğunu hissederek? Yoksa “El alem” putuna mı tapıyoruz açıktan, gizlice?

“Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor” (Bakara 2;77)

El-alem, masiva, Dünya, özelimizde ise bizim sınırlı dünyamız, hakikat nuruna muhtaçtır. Kendisine bildirilen dışında bilmeyendir. Temizliği oranında kendine aksedeni yansıtır. Eğer el alem el Alim’in mazharı(göründüğü yer) ise, bize Hakk’ı gösterir, yaşatır. Yoksa kendi vehmini, fantezisini hakikat zanneder ve kendine bildirileni de reddeder, gizler yahut nefsine göre saptırır… Böylece kendisini put edinip ona uyanları da mahvoluşa sürükler. İnsanoğlu bu alemde O Alim’in rehberliğine gereksinim içindedir.

“İşte bunlar Allah’ın, sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah, alemlere hiç zulüm etmek istemez” (Ali İmran 3;108)

İnsan toplumsal bir varlık. İçinde yaşadığı toplum tarafından reddedilmek istemediği, bundan korktuğu varsayılır. Elalem toplumdur bir bakıma da. O toplumda cahillerin, değerleri çürümüşlerin sesi daha çok çıkıyorsa, çoğu insan artık bunların hakim değerler olduğu zannıyla, onaylamadığı halde, (edep ayrı) dışlanmak istemediği için durumu kabullenmiş görünür, siner ve toplumda bir “suskunluk sarmalı” yaşanır. Halbuki gerçek başkadır. Sabırla açığa çıkacağı doğru zamanı bekler..

“Toplumun sunduğu hedef yine toplumun kendisidir ve vadettiği şey de topluma kulluktan ötürü (ona göre bir) ödüldür” (Abdülkadir es Sufi) 

Geçenlerde bir arkadaşım anlattı; Bu kızlar çocukluklarından beri azıcık “sıradışı” bir şey yapmaya kalkmasınlar, anneleri hep “aman elalem ne der?” der, istemezmiş. Zamanla taşınmışlar etmişler, içinde yaşadıkları toplum, çevre değişmiş lakin şu “elalem ne der?” yaklaşımı bir türlü değişmemiş, nihayet anlamış kızlar; “elalem” meğer annenin bizzat kendisinden başkası değilmiş! Onu önemseyince bu denli, bir bakıyoruz elalem biz oluvermişiz, biziz…

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiğinde, ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” (Bakara 2;170)

Yazının Devamını Oku

Mah-ı Ramazan

4 Haziran 2017
Bir Ramazan ayının daha içerisindeyiz, çok şükür!

Ramazan-ı Șerif’in alameti farikası “oruç” halidir. Oruç yani “savm”, bildiğimiz manasının yanında “yok olmak” demek, ve hem de “yükselmek”. Öyle ki; yok olan, varlıkla ödüllendirilecek. “Orucun karşılığını Ben veririm” buyuruyor Hakk Teala, ve; “Ademoğlunun her ameli kendisi için, yalnızca orucu Benim içindir” (kudsi hadis)..

 

Herkes kendince Ramazan ayını, orucun sırrını anlıyor, anlatıyor, herkes kendi zaviyesinden bir şeyler görüyor da O’nun gördüğü gibisini, gösterdiklerinden başka kimse göremiyor. Onlar ki, masivayı boşaltmışlar, yakına yükselmişler; Terk etmekle, oruçla… Doyurulmuşlar! Doymuşlar! Allah rızası için terk edilecekler terk edildiğinde, geriye O’ndan başka ne kalır? Ramazan’da oruç, kavuşmaktır! İftar bunun delili; bayram eder ulaşan…

 

“Ramazan ayı ki, insanlar için hidayete erdirici(Allah’a ulaşma vesilesi) ve beyyineler(açık deliller ve ispat vasıtaları) ve Furkan(Hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ân, Hüda tarafından onda(o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya şahit olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayet erdirdiği şeye karşılık Allah’ı yüceltmeniz içindir. Umulur ki böylece siz şükredersiniz” (Bakara 2;185)

 

Bu mübarek ayı olabildiğince yüksek bir farkındalıkla deneyimlemek niyetinde olanlar; kimimiz bedeni orucun getirdiği fizyolojik değişiklikleri, kimimiz de ayrıca iç alemlerimizde ortaya çıkan farklı halleri gözlemliyoruz. Bedenimiz ne kadar kırılgan, ruhumuz ne kadar hassas! Ya irade, nerede? Zahmet ve rahmetin ne kadar geçişken olduğunu düşünüyor musunuz siz de? Olduğumuzdan daha fazlası olduğumuzun tadı geliyor mu dilinize? İradenin karar verdiği yerdeyiz aslında. Mecazi olanla bağımız gevşedikçe hakiki olan dolar içimize…

 

Yazının Devamını Oku

Musallat!

21 Mayıs 2017
Kıyamet yaklaştıkça doğaldır ki yer ve gök gitgide birbirine karışmakta, alemler arasındaki geçişkenlik artmakta. Gizli olanlar da açığa çıkmakta, alenileşmekte. Zamanın ruhu dolayısıyla doğruya yönelme imkanları arttıkça buna karşın batıla eğilim de aynı oranda güçleniyor görünmekte. Bu aynı zamanda iblis ve yandaşlarının gayretlerini arttırdığı anlamına geliyor. Aman!

“Ve fakat şeytandan sana bir dürtü gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O işitendir, bilendir” (Araf 7;200)

“Euzu billahi mineşşeytanirracim”; İlahi huzurdan kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’ın himayesine sığınırız… Bunu söz ile dile getirmenin yanında asıl olan şüphesiz eylemlerimizle, yaşantımızla bu hal üzere bulunma gayretidir. Böylesi bir hal üzere olma da ancak Rabbimiz karşısında acziyetimizi bilerek “iyiyi emretme ve kötülükten sakındırma” düsturuna yapışmakla mümkün görünüyor. Bu düsturun ilk muhatabı elbette ki bizzat kendi nefsimizdir. Kişi dostunu düşmanını iyi bilmelidir..

“Ve kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirirse, şeytanı ona musallat ederiz. Böylece o(şeytan), onun yakın arkadaşı olur” (Zuhruf 43;36)

Her şeyin bir kokusu olduğuna inanırım. Ve “koku”, “ruh” ile yakından alakalıdır. Söylediklerimiz, yaptıklarımız, üzerine bulunduğumuz hal, hepsi kendine has koku yayarlar. Hoş, temiz kokular nasıl melekleri cezbederse, nahoş, kötü kokular da şeytanileri cezbediyor, adeta onlara besin oluyor. Güzel söz söylemeyi, güzel davranmayı huy edinmiş bir kimsenin etrafının meleklerle dolu olması gibi tersini huy edinenlere de normaldir ki şeytanlar düzenli musallat olur, onu beslenme alanı bellerler. Sevdikleri besini üretmesi için gerekirse teşvik eder, vesvese verirler. Böylece batıl dava güden kimsenin içerdeki nefsi, zamanla dışarıdaki şeytanlarla arkadaş, işbirlikçi olmuş olur, nihayet onlarla aynileşir. Temiz olana düşman, dünyamızı kirletmeye memur olur..

Anlayacağınız, “temizlik” ki hakkında bir hadiste “imanın yarısıdır” denilmiştir, sadece fiziki bir özellik değildir. İlahi huzura yaklaşmayı temizlikle, uzaklaşmayı pislikle özdeşleştirebiliriz. “Șeytan” terimi, “uzak olmak, yabancılaşmak, batıl olmak” manalarına gelmektedir. İblis, bu duruma kibiri dolayısıyla ilahi emre itaatsizlik etmesiyle gelmiştir; baş şeytandır, lanetlenmiştir, pistir. Rabbimiz ona uymamamız için bizi uyarmakta, o ki Adem babamız temsiliyetinde insana musallat olan isyankar cinlerden ilkidir. Ancak zorlu sınavlar karşısında Hakk’a sığınmamızın, kulluğumuzun ispatının bir vesilesi olmaklığı da bizim doğru tercihleri yapmamızla mümkün… Böylelikle belki nefs perdelerini kaldırmış olanların “Allah’ta hayırsız bir şey yoktur” sözü anlaşılabilir olur.

“Onun(şeytanın) sultanlığı(yaptırım gücü) sadece ona(şeytana) yönelenlerin ve onunla(şeytanla), Allah’a şirk koşanların üzerindedir(onları etkiler)” (Nahl 16;100)

Muhammed Esed, “Kuran Kavramları” kitabının “şeytan” bahsinde diyor ki; “…şeytan kendini Allah’la bir tutmasa da, şeytan’ın pohpohlamalarına teslim olan günahkar, bu tutumuyla onu dolaylı olarak tanrılaştırmış, “Allah’a ortak koşmuş” olmaktadır. Bu bakımdan, belirtmek gerekir ki, Kuran’da “şeytan” terimi, çoğu zaman, her insanda bulunan ve mahiyeti itibariyle ahlak dışı olan ve dolayısıyla insanın ruhi ve manevi huzuruna, esenliğine aykırı düşen dürtüler için bir mecaz olarak kullanılmaktadır”…

Yani şeytan aslında bize, bize rağmen bir zarar veremez; yeter ki nefs mücadelesi içinde gayretli olalım, Rahmani bir yol tutalım. Kalede içeriden gedik açılmadıkça dışarıdan bir fetih gerçekleşmez.. Bize “kötülüğü emreden nefs-i emmaremiz”den daha büyük bir musallat olamaz. Ne var ki günümüzde nefsimizi kötü yöne cezbedecek unsurların herbir taraftan üzerimize musallat olmaları da bir gerçek. Merak etmeyin, Rabbimiz de buna karşın kendine sığınanları gözetecek. Velhasıl gün yaklaştıkça saflar iyiden iyiye netleşecek..

Yazının Devamını Oku