17 Temmuz 2005
Názım Hikmet, 1940’lı yıllarda hapishaneden annesi Celile Hanım’a çok sayıda mektup göndermişti. Şair ile teyze torunu olan Melekşah Arslan tarafından senelerden bu yana özenle muhafaza edilen bu mektupların bazılarını, Hürriyet’te yarından itibaren üç gün devam edecek olan ‘Beni ölmüş bil anacığım’ başlıklı bir yazı dizisinde yayınlayacağım. ‘Anacığım, beni bir ölüyü düşünür gibi düşün’ gibisinden bedbin ifadelerle yahut ‘Senin daha az üzüldüğünü bilmek benim için bahtiyarlık olur. Ellerinden öperim’ şeklinde bir çocuk safiyetiyle dolu olan bu mektupları okurken bambaşka bir Názım Hikmet ile karşılacaksınız.
MASAMIN üzerinde şu anda sadece dertlerden, sıkıntılardan ve hasretlerden bahseden; elemlerle, hüzünlerle ve acılarla işlenmiş bir tomar káğıt var: Názım Hikmet’in 1940’lı yıllarda hapishaneden annesine gönderdiği mektuplar...
Şairin 1940’lı yıllarda hapishaneden annesi Celile Hanım’a yazdığı ve bugüne kadar hiçbir yerde çıkmamış olan mektuplarını Hürriyet’te, yarından itibaren ‘Beni ölmüş bil anacığım’ başlıklı üç günlük bir yazı dizisi halinde yayınlayacağım. ‘Anacığım, beni bir ölüyü düşünür gibi düşün’, yahut ‘Burada daha bir hayli sene misafirim anacığım. Beni görmeye gelme, çoluk-çocuk perişan olma’ gibisinden bedbin ifadelerle dolu olan veya ‘Senin daha az üzüldüğünü bilmek benim için bahtiyarlık olur. Ellerinden öperim’ şeklinde çocuk safiyetiyle yazılan bu mektupların tek bir özellikleri var: 28 yıllık mahkumiyetin çilesini dolduran bir oğulun annesine gönderdiği, içerisinde hiçbir siyasi yahut ideolojik ifadenin bulunmadığı yazılar bunlar...
Názım’ın bugüne kadar gerek gazetelerde, gerekse de kitaplarda yüzlerce mektubu yayınlandı. Bunlar hanımlara, dostlarına ve arkadaşlarına yazdıklarıydı. Ama, Názım’ın ressam Celile Hanım’a, yani annesine gönderdiği mektuplara ise pek tesadüf edilmedi.
Yarın yayınlamaya başlayacağım bu mektupları aziz dostlarımdan birinden, Názım Hikmet’in akrabalarından olan ‘İzzet Paşalulardan’ Melekşah Arslan’dan aldım. Ayrıntılara girmeden önce, bu ‘Paşalu’ tabirinin ne demek olduğunu söyleyeyim:
‘Paşalu’, eski İstanbul’a mahsus olan ve bir paşanın yahut vezirin soyundan gelenlerden bahsedilirken kullanılan bir ifade biçimidir. İstanbul konuşmasında, meselá, ‘Ahmed Paşa’nın torunu Mehmed Beyefendi’ değil, ‘Ahmed Paşalular’dan Mehmed Beyefendi’ denir. Sultan Abdülhamid’in başmabeyincisi İzzet Paşa’nın soyundan gelen ve Názım’ın mektuplarını senelerden bu yana muhafaza eden Melekşah Arslan da bu ifade biçimi doğrultusunda ‘İzzet Paşalulardan’dır.
Kendisi için bir aile mirası olan mektupları yayınlamam için bundan birkaç gün önce bana veren Melekşah Arslan’a şükranlarımı yeniden ifade ederken, bugün bu sayfada Názım’ın büyük teyzesine, yani Melekşah Arslan’ın banaannesi olan Nimet Hanım’a yazdığı bir mektuba da yer veriyorum.
Yarın başlayacak olan dizide bambaşka bir Názım Hikmet ile karşılacaksınız.
Hapishanede yazılan şiirler yanık olur!
NÁZIM, annesinin kuzeni Nimet Hanım’a Bursa cezaevinden gönderdiği tarihsiz bir mektubunda ‘Hapishanede yazılan şiirler yanık olur!’ diyor.
Aşağıda tam metnini verdiğim mektupta bahsi geçen ve Nimet Hanım’ın eşi olan ‘Rahmi Bey enişte’ ise, Osmanlı tarihinin son döneminde gayet önemli siyasi roller üstlenmiş bir kişi: İttihad Terakki’nin Merkez Komitesi üyesi ve İzmir valisi olan Rahmi Bey.
İşte, Názım’ın mektubu:
‘Sevgili Nimet teyzeciğim,
Göndermiş olduğunuz elli lirayı aldım. Çok çok teşekkür ederim. Tam zamanında yine hızır gibi imdadıma yetişti.
Size fotoğrafımı yollamıştım. Bilmem, elinize ulaştı mı?
Rahmi Bey eniştemin sıhhati nasıl? Bilhassa sevgi ve saygılarımı söyleyin. Bana karşı gösterdiği alákayı ömrümüm sonuna kadar unutmayacağım.
Burda günlerim hep birbirinin aynı geçiyor: Yatmak, kalkmak, okumak, yazmak, resim yapmak ve düşünmek. Romatizmalarla uykusuzluktan başka şikáyetim yok. Neş’emi, ümit ve inancımı kaybetmiş değilim. Her şeye rağmen memleketime, halkıma, dünyaya ve insanlara sevgim ve ümidim beni bedbinliğe düşmekten koruyor.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.
Sizi hasretle kucaklar, güzel ellerinizi öperim teyzeciğim.
Enişteme bir kerre daha sevgi ve saygı.
Şöyle bir kendimi toparlayayım da, size burada yazdığım şiirlerden bazılarını göndereceğim. Málum ya, hapishanede yazılan şiirler yanık olur.
Názım.
(Mektubumu alınca cevap verirseniz çok sevinirim. Hapis adam için her mektupta gelen bir hürriyet parçası vardır. N.H.)’
Devletin yayınlayamadığı bu çok önemli eseri genç bir yayıncı çıkardı
OSMANLI Devleti ile ilgili en geniş, en fazla ayrıntıya sahip ve en derli toplu tarihleri her nedense hep yabancılar yazdılar. Bu eserler arasında üçü, Avusturyalı şarkiyatçı Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall’ın 1835’te, Alman tarihçi Johann Wilhelm Zinkeisen’in 1863’te ve Rumen álim Nicolae Jorga’nın 1913’te yayınladıkları tarihler çok büyük öneme sahipti.
Ama, bizi konu alan bu eserlerden Türkçe’ye şimdiye kadar sadece biri, Hammer’in kitabı, bundan çok zaman önce, eski harfleri kullandığımız devirde tercüme edilebildi. Türk okuyucuların yanısıra birçok Türk tarihçi, tercümesi yapılmayan diğer eserlerdeki bilgilere dil engeli yüzünden bir türlü ulaşamadılar.
İşte, yabancılar tarafından kaleme alınan bu en önemli Osmanlı tarihlerinden biri, Rumen álim Nicolae Jorga’nın ‘Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’nin Türkçesi, ilk yayınının üzerinden tam 92 sene geçmesinden sonra, bu hafta beş cild olarak Yeditepe Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı.
1871 ile 1940 yılları arasında yaşayan, Romanya’da Meclis Başkanlığı ve bir ara başbakanlık yapan Nicolae Jorga, dünya tarihinin en velud, yani en verimli álimlerindendi. 69 yıllık ömrüne bin küsur kitap ile on bin civarında makale gibi inanılmaz sayıda eser sığdırmış, üstelik hayatı bir suikastla noktalanmıştı.
Jorga’nın son derece önemli bu beş ciltlik devásá eserinden artık Türk okuyucularla Türk tarihçiler de istifade edecekler ve bu yayın sayesinde toplu bir Osmanlı Tarihi’ne sahip olmak isteyen meraklıların talepleri de artık karşılanmış olacak.
Ancak resmi bir müessesenin yapabileceği bir işi başararak böyle bir eserin ortaya çıkmasını sağlayan Yeditepe Yayınları’nın sahibi Mustafa Karagüllüoğlu’nu, metni Türkçe’ye çeviren Nilüfer Epçeli’yi ve yayın hazırlıklarını işin başından sonuna kadar organize eden Dr. Erhan Afyoncu’yu bu son derece önemli faaliyetleri dolayısıyla kutlarken, bir türlü anlamadığım bir hususu da yazmadan edemiyorum: Ankara’daki ‘Türk Tarih Kurumu’ acaba ne işe yarar? Böyle eserleri Türkçe’ye kazandırmaya mı, yoksa matbaasında Bulgaristan’ın loto biletlerini basmaya mı?
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2005
Espri ve mizah olduğuna inandığı sözleriyle ve uyuyakalmasıyla gündemin ilk sıralarına yerleşen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, geçenlerde Milliyet’e verdiği demeçte ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar, politikacıda espri anlayışı vardı. O espri anlayışı kaybolunca, galiz oluyor’ derken, siyasi kültürümüzdeki mizah geleneğinin ‘devamı’ olduğunu ifade ediyordu. Açıkça söyleyeyim: Türk siyasi tarihinde çok sayıda mizahi örnek vardır ve bu örnekler cidden parlak birer yaratıcılık eseridirler. Fakat, Atilla Bey’in sözleri mizah ise geçmişte söylenenlerin mizahla alákası yoktur ama eski zamanlardan bugünlere gelen hikáyeler espri ise, bu defa Atilla Bey’in sözleri siyasi mizah değildir! İşte, eski siyasi mizahımızdan birkaç örnek...
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç hem uyumasıyla, hem de espri olduğunu iddia ettiği sözleriyle bütün Türkiye’de şaşkınlıkla izleniyor.
Attila Bey, málum, koltuğa gömüldüğü anda eskilerin tábiriyle ‘háb-ı náza’ yani náz uykusuna dalıveriyor ama yerinde de duramıyor ve memleketin bir tarafından diğer tarafına gidip geliyor! Bu arada siyaset tarihimizde eşi-emsali görülmemiş sözler ediyor, meselá Yüce Divan’da tanıklık yaptığı sırada ortaya bir hayli ses getiren iddialar attıktan sonra ‘Bu söylediklerim dedikodudur’ diyor, bir başka yerde ‘Ben şakşuka değil, hünkárbeğendiyim, beni başbakanım beğendi’ gibisinden ifadeleri kullanıyor ve işin daha da garip tarafı, söylediği bu sözlerin ‘espri’ ve ‘mizah’ olduğuna inanıyor. Yakınlarına sorarsanız, Atilla Bey’in hem uyumasının, hem de böyle sözler etmesinin tek bir sebebi var: Yüksek şekeri...
HÜNKÁRBEĞENDİ!
Kültür ve Turizm Bakanı’nın işitenleri tebessüme ve hayretlere garkeden cümlelerini tekrar edecek değilim. Ama sadece bir ifadesinin üstünde durmak istiyorum:
Atilla Bey, geçenlerde Milliyet Gazetesi’ne verdiği demeçte ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar, politikacıda espri anlayışı vardı. O espri anlayışı kaybolunca, galiz oluyor’ buyurdu. Bakan bey bu sözleriyle, söylediklerinin siyasi kültürümüzdeki mizah geleneğinin devamı olduğunu ifade eder gibiydi.
Açıkça söyleyeyim: Bizde, siyasi tarihimize geçmiş çok sayıda mizahi söz ve fıkra vardır ve geçmişteki bu örneklerin herbiri cidden birer şáheser gibidir. Ama ince bir yaratıcılık eseri olan siyasi mizahımız özellikle 12 Eylül sonrasında neredeyse kaybolup gitmiş, politik şakalardaki yaratıcı espriler kültür seviyesindeki değişikliklerle orantılı olarak azalmış yahut tamamen yokolmuş ve ortalığı Atilla Bey’in de bahsettiği ‘galiz’ ifadeler sarmıştır. Atilla Koç’un espri olduğuna inandığı sözleri şayet mizah ise geçmişteki örneklerin mizahla alákası yoktur ama eski zamanlardan bugünlere gelen hikáyeler espri ise, bu defa Atilla Bey’in sözleri siyasi mizah değildir!
TOKMAK TATSIZLIĞI
Tek yanlı davranmamak için, bir hususu daha iláve edeyim: Kültür ve Turizm Bakanı’nın ‘Ben şakşuka değil, hünkárbeğendiyim’ sözü geleneksel siyasi mizahımızın ne kadar dışındaysa, CHP’li Orhan Eraslan’ın uyuyan bakanın uyandırılması konusunda ‘Titreşimli değil, tokmaklı cep telefonu gerektiğini’ söylemesi ve ‘Çaldığında tokmak gibi kafasına vurmalı’ demesi de o kadar mizah, hatta yaratıcılık dışı bir ifadedir.
Bu sayfada, geçmişteki siyasi mizahımızdan ve eski halk mizahından bazı örnekler veriyorum. Eski zamanların siyasi mizahıyla, hatta Necmettin Erbakan’ın meşhur ‘kadayıf’ benzetmesiyle günümüzde politik espri olduğu iddia edilen sözleri, meselá Atilla Bey’in ‘hünkárbeğendi’ benzetmesini mukayese edin ve son kararı sizler verin.
Atilla Bey’e 900 yıllık öğüt: Uyurken başında hoş bir dilber beklet!
BUNDAN iki hafta önce, ‘Kabusnáme’ adında bir kitaptan bahsetmiştim.
‘Kabusnáme’ zamanımızdan 900 küsur sene önce İran taraflarında kurulan ‘Ziyaroğulları’ adındaki ufak bir devletin hükümdarı olan Keykávus’un eseriydi ve hükümdar, kitabı oğlu Giylánşáh için devleti ne şekilde idare etmesi gerektiği konusunda öğütler vermek maksadıyla kaleme almıştı. Eserine idarenin ayrıntılarından satranca; içki ádábından yıldız falına, yemek yeme usullerinden yıkanmaya ve hattá tıbba kadar hemen her konuda tavsiyeler koymuştu ve 17. bölümde de uykunun nasıl olması gerektiğinden bahsediliyordu.
Aşağıda, Keykávus’un uyku ile ilgili olarak yazdıklarının bir bölümünü, rahmetli edebiyat álimi Orhan Şaik Gökyay’ın yayınladığı metinden sadeleştirerek ve kısaltarak veriyorum:
‘Ey oğul! Eski zamanların bilge kişileri, uyku için ‘küçük ölüm’ derler. Zira, uyuyan kişinin vücudunun hareketleri gevşer, aklı dağılıp gider, etrafında olup bitenlerden haberi olmaz. Bir serhoşu uzaktan gördüğün zaman içmiş olduğunu anlarsın ama ortalık yerde uyumakta olan adamın ölü mü yoksa diri mi olduğunu farketmen zordur. Dolayısıyla, uyuyan adam ölü hükmündedir!
UYKU, ÖLÜM GİBİDİR
...Uykunun fazlası zararlıdır, vücudu bir halden diğerine çevirir yani dirilikten yarı ölüme götürür, bu yüzden uyumanın da ölçüsü olmalıdır. Eski álimler günün 24 saat olduğunu hatırlatıp bunu üç eşit parçaya bölmüşler, ilk kısmının uyanıklığa, ikincisinin Allah’a şükretmeye ve duaya, üçüncüsünün de uykuya ayrılması gerektiğini söylemişlerdir.
...Gündüz uykusundan mutlaka sakınmak gerekir. Gündüz vaktinde uykusu gelip de kendisine hákim olamayan kişi az uyumalıdır, zira fazla uyuduğu takdirde günü düne benzer! ...Sözün kısası, kişinin ömrünün çoğunu uyuyarak değil, uyanık olarak geçirmesi, hatta geceleri bile az uyuması gerektiğidir.
...Uykuyu seven, özellikle de gündüzleri uyuyan kişi yalnız başına kalmamalı, yanında mutlaka uyanık bir adam bulundurmalıdır. Çünki, uykuda olanlar ölü gibidirler ve álemde olup bitenden habersiz halde yatarlar. Dolayısıyla, uyudukları sırada beraberlerinde diriliklerini taze tutmaya yarayacak, gerektiğinde kendilerini uyandıracak bir müjdeci bulundurmaları şarttır. Bu kişi uykuda olanı zamanı gelince uyandırmaya, hattá müjdeli bir haber geldiği zaman o haberi vermeye yarar.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir başka husus vardır, o da müjdecinin gönüller açan, cana can katan bir güzel olmasıdır. Uyuyan kişi, uyandığı vakit yanında böyle bir güzel bulursa daha bir canlanır!’
Siyasi mizah diye işte bunlara denir
Şair ve idareci Süleyman Nazif, 20. yüzyılın başlarında hiç sevmediği Basra’da vali iken bir yol inşaatı başlatır ama bir müddet sonra inşaatta kullanılacak taş kalmadığı için yol yarım kalır. Şair vali inşaata gider, ellerini göğe açar ve ‘Yarabbi, bu memlekete biraz taş yağdır’ diye dua eder.
Enver Paşa’nın babası Ahmed Paşa, İttihad ve Terakki Partisi’nin muhaliflerinin de bulunduğu bir mecliste ‘Ağzıma hayatım boyunca tek damla olsun içki koymadım ve bir defa olsun harama uçkur çözmedim’ deyince, muhaliflerden biri dayanamamış, ‘Aman paşa hazretleri’ demiş. ‘Keşki helále de çözmeseydiniz de, şu oğlunuz dünyaya gelmeseydi!’
İttihad ve Terakki döneminin Dahiliye Nazırı ve Sadrazamı Talát Paşa Meclis’te gergin tartışmaların yapıldığı bir gün kürsüde konuşurken kendisine hiç durmadan láf atan muhalefete dönerek ‘Sizler bize, iktidara gelememenin suçluluğu içerisinde saldırıyorsunuz’ der ve muhalefete mensup milletvekillerinden biri haykırır: ‘Paşa hazretleri, iktidarda olmak şayet suç ise, sizler şu anda suçüstü halinde bulunuyorsunuz!’
Şair Süleyman Nazif’e, hiç sevmediği bir kişiden bahsederken ‘alçak herif’ tabirini kullanırlar. Şair anlatanın sözünü keser, ‘O herif alçak değildir mirim!’ der. ‘Çukurdur, çukur!’
İkinci Mahmud’un terzisinin aklına eser, aksayan devlet işleri hakkında bir rapor yazıp padişaha sunar. O gün keyifli olan hükümdar rapora kısa bir göz attıktan sonra maiyetindekilere emreder: ‘Benim terzibaşı devlet işleriyle fazla meşgul. Gidip sadrazama söyleyin, bana hemen bir kat elbise diksin!’
19. asırda yaşayan ve şakalarıyla tanınan Üsküdarlı Aziz Efendi, günün birinde eşeğine binmiş olarak çarşıya giderken, yolda şair Kázım Paşa ile karşılaşır ve şaka maksadıyla eşeğine ‘Öp paşa babanın elini’ der. Aziz Efendi’nin sözünü işiten Kázım Paşa elini eşeğin ağzına doğru uzatıp öptürür gibi yapar, sonra da ‘Aziz ol evládım!’ der.
Ve, çok daha eskilerden bir hikáye: Roma imparatorlarından birine, bir delikanlı hizmetkár olarak takdim edilir. Gencin kendi oğluna çok benzediğini farkeden imparator ‘Anan hiç Roma’ya gelmiş midir’ diye sorunca, delikanlının cevabı ‘Annem gelmemiştir ama babam birkaç defa gelmiştir’ olur.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2005
Orta Asya’da bir ‘Turan İmparatorluğu’ kurma mücadelesine giren Enver Paşa, hayata 4 Ağustos 1922 sabahı bir Rus mitralyözünün namlusundan çıkan kurşunlarla veda etmişti. Paşa’nın, o sırada Berlin’de bulunan eşi Naciye Sultan’a yazdığı ve bizzat diktiği deri bir mahfaza içerisindeki tek bir çiçekle beraber gönderdiği son mektubu, şehid edilmesinden tam 10 gün öncesinin, yani 25 Temmuz’un tarihini taşıyordu ve özellikle son cümlesiyle dünya aşk literatürüne geçmeye láyıktı. Tam metni ilk defa burada yayınlanan mektup ‘Karaağaca çakımla ismini yazdım’ cümlesiyle son buluyor.
ŞEVKET Süreyya Aydemir, 1960’ların sonunda yayınladığı üç ciltlik ‘Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa’ isimli büyük eserini, Paşa’nın eşi Naciye Sultan’a Orta Asya’dan gönderdiği son mektuptan yaptığı kısa bir alıntıyla noktalar.
Son derece içli ifadelerle dolu olan bu mektup, ‘Karaağaca çakımla ismini yazdım. Enver’in’ sözleriyle son bulmaktadır.
Enver Paşa, hanımına bu mektupla beraber geceler boyu altında uyuduğu ağaçtan kopardığı ufak bir dal ve bir de yabani çiçek göndermiştir. Hatta deriden bizzat bir mahfaza dikmiş ve küçük dal ile çiçeği bu mahfazaya koyarak göndermiştir. Paşa’nın diktiği bu mahfaza ile içerisindeki 80 küsur senelik çiçek, şimdi torunu Osman Mayatepek’in evindeki şık bir vitrinde bulunuyor.
Osman Mayatepek’in yıllardan bu yana muhafaza ettiği ve yayınlamam için bana verdiği Enver Paşa’nın yüzlerce belgesi arasında yer alan ve son cümlesiyle dünya aşk literatürüne geçmeye láyık olan mektubun tam metnini, bu sayfada okuyabilirsiniz.
‘Karaağaca çakımla ismini yazdım’
‘25 Temmuz 1922- Satılmış. Naciyeciğim, sevgili sultanım, cici efendiciğim!
Bugün pek sıkıntılı bir hava, tuhaf bir sis, güneş görünmüyor. Düşmandan bir hareket yok. Fakat henüz sabahtır. Hastalarımı geri gönderdim ve Afgan emirinin askerinin ve muavenetinin çekilmesinin iyi olmadığını ve Bolşevikler’e emniyet caiz olamayacağını bildirdim. Ve hiç olmazsa eczá-yı tıbbiye ve sair malzemesinin iadesini istedim. Bakalım, ne olacak? Bir de Hacı Sami (Enver Paşa’yı Orta Asya’ya gitmeye ikna eden kişi) ve diğer arkadaşların bu tarafa geçmesine müsaade olunmasını talep ettim. İşte efendiciğim, hemen şu satırları yazarak mektubumu kapatıyorum ve içine her gün sana topladığım buranın yabani çiçeklerinden maáda (hariç olarak) kaç gecedir altında yattığım karaağaçtan kopardığım ufak bir dalı leffediyorum (iláve ediyorum). Seni öper, sever, kucaklar, bu mevcudiyet-i maddiyemle (maddi varlığımla) aşk ve iştiyakımla (hasretimle) sarılarak ..... Hüda’nın birliğine yavrularımla beraber emanet ederim ruhum efendiciğim.
Karaağaca çakımla ismini yazdım.
Enver’in’
‘Yunan Anadolu’da saldırıyor ben Moskova’da kahroluyorum!’
ANADOLU’da, Sakarya Savaşı öncesindeki Yunan saldırıları giderek arttığı sırada Enver Paşa Moskova’da bulunuyordu.
Paşa, o günlerde Berlin’de bulunan eşine gönderdiği mektuplarda savaşa katılamamaktan duyduğu üzüntüyü yazarken bir taraftan da Mustafa Kemal Paşa’yı tenkid ediyordu.
İşte, Enver Paşa’nın Naciye Sultan’a gönderdiği 13 ve 22 Temmuz tarihli mektuplarından bazı bölümler:
‘13 Temmuz 1921
Ruhum, sevgili Naciyeciğim;
Şimdi, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığım uzun bir mektubu bitirdim. Bunda baştan aşağı ne yaptığımı ve ne düşündüğümü ve kendisine rakip olacak kadar küçülmediğimi, sonra da muvaffak olmasından memnun olduğumu vs. yazdım. ...vákıa bunlar tesir etmez, fakat ben bir kere yazmayı borç bildim. Doktor Nazım da bu fikirde idi.
...Bu sabah namazdan sonra yine yazmaya oturdumdu. Önce biraz gazete okudum. ...Gazetelerde yeni nakarat var. Mustafa Kemal, Enverciler aleyhinde dehşetli yürüyormuş. ...Ne ise, tabii bunlar olacak. ...Başka şey beklenmez. Fakat Allah’ın işine de akıl ermez. O, demek benden daha ziyade ...daha ...iyi. Ne ise, nazar deymesin, çünkü ona olacak fenalık memlekete hazer getirmesin (zarar vermesin) diye korkuyorum.
...Doğrusu seninle şu bir saatlik konuşmak bana elemlerimi değilse de, iş düşüncelerimi unutturuyor. Ya bu da olmasa? Çıldırmak işten değil. ...Şimdilik her tarafından öper, yavrularımla beraber Allah’a emanet ederim. Enver’in’
‘Moskova, 22 Temmuz 1921
Arslancığım,
Şimdi yalnız, odamda Anadolu haritası önümde düşünüyordum. Kimbilir, şu anda 7 Temmuz’da başlamış olan Yunan taarruzunun (Sakarya Savaşı öncesindeki Yunan ilerlemesi) kat’i safhaları cereyan ediyor. Ben ise böyle Moskova’da memlekete yardım edememek mecburiyetiyle oturuyorum. İki gündür hareket edip gitmek zihnimden geçiyor fakat gidinceye kadar belki olacak, bitecek. ...Mustafa Kemal’in ...başka bir şeye sebep olacak diye tereddüt ediyorum. Ne ise, bakalım inşaallah muvaffak olurlar da, biçáre Anadolu biraz rahat yüzü görür. Fakat ...yolda sulhden sonra da zannımca memlekette gürültüler eksik olmayacak.
Ruhum, bugün bir büyük taş gördüm, bunu Cici’me almak istedim, fakat param yok. Yalnız, başka bir şekil buldum. Bu taşı alıp gönderiyorum. ...Cidden, arslanıma láyık bir taş. Ara sıra böyle deliliklerime bakmazsın değil mi ruhum? ...Allah’a emanet ederim. Yavrularımı da öp. Enver’in’
Bu mezbeleye birilerinin artık el atması lázım
BAŞTA Enver ve Talát Paşa’lar olmak üzere, İttihad ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimleriyle 1909’daki 31 Mart irtica ayaklanmasında şehid olan askerler, son uykularını Şişli’deki Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde bulunan ve ‘Ábide-i Hürriyet’ denilen anıtın etrafında uyurlar.
Daha önce de defalarca yazdım: Anıt mezar, senelerden bu yana mezbele halinde. Ábidenin altında mescid olarak kullanılması maksadıyla inşa edilen mekánın kilidi kırılmış ve merdivenle inilen mescid artık akşamcıların yeri. Bahçe futbol yahut mangal sahası, bahçedeki láhidler ise geceleri bar sehpası niyetine kullanılıyor.
Ábide-i Hürriyet’in etrafı, 1996’da, Enver Paşa’nın cenazesinin Tacikistan’dan naklinden önceki günlerde de bu şekildeydi. Mekán, vaziyeti o zaman gündeme getirmemden sonra alelácele temizlendi fakat Paşa için yapılan devlet töreninden sonra herşey yine eski tas, eski hamam oldu.
Açık söyleyeyim: 31 Mart’taki irtica ayaklanmasını bastırırken şehid olanların yattıkları mekánı restore etmek belediyeye değil aslında başkalarına düşüyor ve mekánın mülkiyetiyle sorumluluğunun da o ‘başkalarına’ ait olması lázım!
DÜZELTME:
Enver Paşa’nın dün yayınladığım soyağacında bazı dizgi hataları yapılmış. Paşa’nın doğum tarihi 1871 değil 1881, torunlarından Hasan Ürgüp’ün 1918 yazılan doğumu da 1948 olacak.
SON
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2005
Alman Maraşali Otto Liman von Sanders, Çanakkale Savaşları sırasında Boğazlar’ı korumakla görevli Beşinci Ordu’nun kumandanıydı ve savaştan hemen sonra hatıralarını yayınlamıştı. Enver Paşa, eşi Naciye Sultan’a 1921’in 1 Eylül’ünde Batum’dan gönderdiği mektupta bu hatıraları okuduğunu ama yazılanların yalan olduğunu söylüyor ve Liman von Sanders’ten ‘edepsiz’ diye bahsediyor.
ENVER Paşa, eşi Naciye Sultan’a Batum’dan 1921’in 1 Eylül’ünde gönderdiği mektupta, dünya savaşı yıllarında müttefikimiz olan Almanlar’ın kendisinde yarattığı hayal kırıklığından bahsediyor. Paşa, Çanakkale Savaşları sırasında Boğazlar’daki Beşinci Ordu’nun kumandanlığını yapan Alman Maraşali Liman von Sanders’in o günlerde yeni yayınlanmış olan hatıralarını okuduğunu anlatıyor ve eski siláh arkadaşı von Sanders’in ‘edepsiz’ olduğunu söylüyor.
Aşağıda, Paşa’nın bu mektubunun bazı bölümleri yeralıyor:
‘Batum, 1 Eylül 1921
Sultanlar sultanı, sevgili Naciye’ciğim,
Artık Eylül girdi. Gün, gece, an geçmez ki seni düşünüp dua etmeyeyim. Hoş, Allah bana bu kadar ezá ve cefá eder dururken herhalde duama kulak asmaz sanırsam da herhalde ricadan kendimi alamıyorum.
Ah! Sevgilim, inşaallah yavrumuz (Paşa’nın 1921’de dünyaya gelen ama hiç görmediği oğlu Ali Enver) kolaylıkla ve cümleye hakiki saadet getirecek iyilikle dünyaya gelir de, hep mes’ud oluruz. Bu sabah bir ara okuduktan sonra gezmeye çıktım. Sahilde kimseler yoktu. Derken, Halil iki çocuğuyla çıkagelmez mi? ...Artık ben daha ziyade kalamayacak kadar müteessir oldum. Ve kalktım, ...yağan yağmur altında hazin hazin seni düşünerek dururken bir manzara hüznümü teessürle karıştırarak yalnızlığımı bozdu. Yolda beyaz, ufak bir Fransız köpek yavrusu gördüm. ...Fino değil fakat arka tarafı tüysüz, önü tüylü ve küçük. Pek hoşuma gitti ve buradan canlı bir hatıra olmak üzere alıp sana göndermek istiyorum fakat Cici’mi (Paşa’nın, eşine hitabı) bıktırmamaktan korkuyorum. Henüz iki aylık imiş, bilmem yaşar mı? Eğer bir daha rast gelirsem, belki de aklıma gelen bin türlü şeylere rağmen alır, gönderirim.
Öğle yemeğinden sonra -bir balık, bir salkım üzüm, biraz peynir- yattım ve bir daha da dışarıya çıkmadım. Doktor Nazım boyuna dolaşıyor. Ben, Liman’ın (Maraşal Otto Liman von Sanders’in) hatırasını okuyorum. Ne tuhaf adam. Harpte ne iyi yapılmış ise, faili (yapanı) o. Ne mánasız ve kötü ise başkaları; tabii, başta ben. Sonra da, hep Alman zabitleri yapıyor. Türk zabitlerinden nadiren bahis var. Ah! Ne ise, neferlere lutfedip ‘iyi zabitler -yáni Almanlar- idaresinde olurlarsa iyi iş görürler’ diyor. ...Türk paşaları arasındaki málum rekabet ve bunun neticesi birbirine yardım etmemek hususunun bertaraf edildiğini söylüyor. Hakikaten edepsiz adam. Bu harpte bizde böyle bir hal mi zuhur etmişti?
...Ne ise, yağmur bütün gün devam etti. ...Senin büyük, güzel fakat melûl gözlerini görüyor, ...bir láhza yüzünü öpmek, koklamak, seni kucaklamak (arzusuyla) Allah’a emanet ediyorum. Enver’in’
Memlekete bir gün mutlaka döneceğim, işte bu kadar!
ENVER Paşa, Moskova’dan 16 Temmuz 921 günü Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği ve bir bölümünü dün yayınladığım oldukça uzun mektubunun son kısmında, ‘memlekete günün birinde mutlaka döneceğini’ yazıyor:
‘...Siz, karşınızda bir hasmınız varmış gibi hareket ediyorsunuz. Evvelce de dediğim gibi ben ve arkadaşlarım iki seneden beri takip ettiğimiz memleketin ve İslám’ın kutuluşu emelini güdüyoruz. Bununla beraber memlekette halka dayalı ve cidden onun menfaatini düşünerek ...çalışmak taraftarıyız.
MEMLEKET KURTULSUN, YETER
Eğer zát-ı áliniz bizi rakib telákki ediyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu, aklımızdan geçmemiştir. Bizce memleketin kurtulması esastır. Değil bunu sizin gibi uzun seneler beraber çalıştığımız bir arkadaş, belki Ferid Paşa gibi bir haris ihtiyar yapabilse idi, ona da aynı şekilde hürmet besler ve muvaffakiyetine yardım ederdik. Cenáb-ı Hakk’ın şimdiye kadar size yaver kıldığı talihinize biz de hürmet ederiz.
...Yalnız, bir ricam var. ...Vehim ve tecebbüre (kibire) kapılmayınız. Sizden, cidden sizi seven bir kardeş gibi rica ediyorum. Şimdi mevkiinize bakarak sizi iğva edenlere (baştan çıkartanlara) uyup memlekette bir şahsın veya yalnız bir kısmının tahakkümüne doğru gitmeyiniz. Yoksa yine lüzumsuz tazyikler ve bunların neticesinde feveranlar (kaynamalar, başkaldırmalar) zuhur edebilir.
Buna emin ol -ki bütün vatanını seven herkes olan biten herşeye rağmen sizin muvaffakiyetinize çalışıyor. Çünki senin muvaffakiyetin, Anadolu’nun muvaffakiyeti demektir. Fakat eğer siz şimdiden kanunsuz hareketlere ve lüzumsuz şiddetlere giderseniz, korkarım ki hayırlı netice vermez. Millet, Sultan Hamid ...zamanındaki millet değildir, artık tahakküme ve tecebbüre (kibire) çok dayanamaz.
Bak, seni bütün arkadaşlarım namına temin ederim: Bizim hiçbir mevkide ve memuriyette gözümüz yoktur. Bana gelince, ben yalnız bir ideal takip edeceğim. O da, İslám’ı ezen Avrupa canavarları ile pençeleşmek için Müslümanlar’ı harekete getirmek. Bunun için benden çekinmeyin. Vehme düşerek böylece düşmanlarımıza memlekette yeni bir mücadele çıkacak ümidlerini verdirmeyin. Lüzumsuz şiddeti bırakın.
VATAN İÇİN KATLANIYORUZ
...Şimdi sen, ben başta olmak üzere arkadaşların memlekete gelmemesini istiyorsun değil mi? Sebep de güya bizim gelmemizle memlekette bir ikilik çıkacak diyorsun, öyle mi? Halbuki ben ve arkadaşlarım o kanaatteyiz ki, eğer biz memlekette bulunsaydık, belki de bugün devam eden lüzumsuz tazyiklere hiç hácet kalmayacaktı. Çünki herkes görecekti ki, biz tazyik edilenleri aleyhinize teşvik değil teskin edecek (yatıştıracak) ve daha kolaylıkla birlikte yürütecektik. Maamafih, şimdilik Moskova’da bulunarak hariçten yine memlekete yardım etmekte devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat bunu da itiraf etmemiz lázım ...ki hiçbir sebeb-i kanuni (yasal sebep) olmayarak memleket haricine nefi’ (sürülmek) şeklindeki arzunuza ilelebed tahammül bize hakikaten pek ağır ve sefiláne gelir. Maamafih, vatan için buna şimdilik katlanıyoruz.
Bináenaleyh, dışarıda kalmanın genel maksadımız olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslám álemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz. İşte, bu kadar.
Şimdi yine kemál-i hürmetle gözlerinden öper, Cenáb-ı Hak’tan senin için yücelikler ve İslám ve vatana faydalı büyük büyük muvaffakiyetler dilerim kardeşim efendim’
YARIN : Dillere destan son mektubun tam metni
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2005
Türk<B> </B>Tarihi’nin en önemli isimlerinden olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yılına damgasını vuran <B>Enver Paşa’</B>nın torunu Osman <B>Mayatepek,</B> dedesinin binlerce belge ile fotoğraftan oluşan ve tamamını bugüne kadar hiçbir araştırmacının göremediği özel arşivini hafta başında ilk defa bana açtı ve büyükbabasına ait çok önemli bazı belgeleri yayınlamam için bana verdi. Arşivdeki binlerce evrak arasında beni en fazla etkileyenler, Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir ‘Turan İmparatorluğu’ kurma hayaliyle gittiği Rusya’dan ve Orta Asya’dan, hanımı Naciye Sultan’a yazdığı ve tamamı yaklaşık iki bin sayfa tutan hasret mektupları oldu. Paşa, eşine duyduğu aşkı ve hasreti káğıtlara dökerken faaliyetlerini de gün gün ve ayrıntılarıyla anlatmış, hattá Anadolu’da devam etmekte olan İstiklál Savaşı ile ilgili düşüncelerini de yazmıştı. Bu mektupların bazı bölümlerini ve Enver Paşa’ya ait olan diğer bazı belgeleri Hürriyet’te yarından itibaren üç günlük bir dizi halinde yayınlayacağım. Diziyi okurken, 1914 ile 1918 yılları arasında devletin tek hákimi olan ve milyonları gözünü kırpmadan ateş hattına gönderen bir Enver Paşa’nın yanı sıra, hiç bilmediğiniz bir başka Enver Paşa ile tanışacaksınız.
Türkiye’nin en zengin özel arşivlerinden biri, hafta başında istifademe açıldı: Tarihimizin en önemli isimlerinden olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yılına damgasını vuran Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın özel arşivi...
1881 yılında İstanbul’da doğan ve hayata 4 Ağustos 1922 günü şimdi Tacikistan’ın sınırları içerisinde bulunan bir tepede bir Rus mitralyözünün mermileriyle veda eden Enver Paşa, yazma ve belgeleme konusunda devrinin geleneğine uyarak ayrıntılı günlükler tutmuş, çok sayıda detaylı mektup yazmış, önemli bazı resmi belgelerin kopyalarını da muhafaza etmiş ve ardında gayet zengin bir arşiv bırakmıştı. Paşa’nın ölümünden sonra dağılmayan bu arşivinin yanı sıra özel eşyaları ve hattá siláhları, şimdi Ankara’nın önde gelen işadamlarından olan Osman Mayatepek tarafından özenle muhafaza ediliyor.
Mayatepek, son dönem Türk tarihi bakımından son derece büyük öneme sahip bulunan bu arşivi, hafta başında ilk defa bana açtı ve büyükbabasına ait çok önemli bazı belgeleri kitap haline getirmem için bana verdi. Osman Mayatepek’e olan şükranımı, burada tekrar ifade etmek istiyorum.
Arşivdeki binlerce evrak arasında beni en fazla etkileyenleri, Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir ‘Turan İmparatorluğu’ kurma hayaliyle gittiği Rusya’dan ve Orta Asya’dan, hanımı Naciye Sultan’a yazdığı hasret mektupları oldu. Enver Paşa’nın eşine olan bağlılığı öylesine büyük bir aşktı ki, Paşa, çektiği hasretle sadece bir yıl içerisinde yaklaşık 2 bin sayfa mektup yazmış ama bu mektuplarda sadece aşkını ve sevgisini fısıldamakla kalmamış, hanımını siyasi ve askeri faaliyetlerinden de günü gününe haberdar etmişti. ‘Mukaddes Naciye’m, ruhum, bir tanecik sultancığım’ gibisinden hitaplarla başlayan mektuplarda daha sonra siyasi ve askeri konularda bilgiler veriyor, meselá ‘Biraz önce Lenin ile beraberdim, Orta Asya’nın geleceğini müzakere ettik’, yahut ‘Rus müfrezelerini püskürttük, şimdi Duşenbe’ye doğru ilerliyoruz’ diye yazıyordu. Bu mektupların bazı bölümlerini ve Enver Paşa’ya ait olan diğer bazı belgeleri Hürriyet’te yarından itibaren ‘Naciyem, Ruhum, Hayatım’ başlığıyla üç günlük bir dizi halinde yayınlayacağım. Diziyi okurken, 1914 ile 1918 yılları arasında devletin tek hákimi olan ve milyonları gözünü kırpmadan ateş hattına gönderen bir Enver Paşa’nın yanı sıra, hiç bilmediğiniz bir başka Enver Paşa ile tanışacaksınız.
Filmlere taş çıkartan bir hayat yaşadı
TÜRK tarihinde, hayatı Enver Paşa kadar maceralarla dolu geçen bir başka kişi belki de yoktur.
1881’de İstanbul’da, Divanyolu’nda doğan İsmail Enver, Harbokulu’nu bitirdikten sonra Manastır’a tayin edildi ve Rum ve Arnavut çetelerle çarpıştı. Bu dönemde Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne katıldı ve devrin hükümdarı İkinci Abdülhamid’i Meşrutiyet’in yeniden ilánına zorlamak için 1908’in 24 Haziran gecesi arkadaşlarıyla beraber dağa çıktı.
Tam bir ay sonra, 24 Temmuz günü İkinci Meşrutiyet’in ilánından sonra ‘Hürriyet Kahramanı’ diye tanınan Enver Bey, 1909’da Berlin’e askeri ataşe olarak gitti, buradan Trablus’a geçip Libya’yı işgal eden İtalyanlar’la çarpıştı. Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine İstanbul’a döndü ve 23 Ocak 1913’te diğer İttihadçı arkadaşlarıyla beraber Babıáli’yi basarak hükümeti devirdi, sadrazamlığı Mahmud Şevket Paşa’ya verdirdi ve Mahmud Şevket Paşa’nın 12 Haziran 1913’te öldürülmesi üzerine yönetime el koyan İttihad ve Terakki’nin askeri kanadının lideri oldu. 3 Ocak 1914’te ‘Paşa’ ve ‘Harbiye Nazırı’, daha sonra da ‘Başkumandan Vekili’ yapılınca gücünün zirvesine ulaştı. Aynı senenin 5 Mart’ında Sultan Abdülmecid’in torunlarından Naciye Sultan ile evlenerek saray damadı oldu. Artık devletin en güçlü adamıydı, hattá padişahtan bile güçlüydü ve Türkiye’den Avrupa’da ‘Enverland’, yani ‘Enveristan’ diye bahsediliyordu.
Evliya Türbesi gibi
Osmanlı Devleti’nin Almanya ile müttefik olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin mimarlarından olan Enver Paşa, savaşı kaybetmemizden sonra, 1918’in 1 Kasım gecesi önde gelen İttihadçılar ile beraber Türkiye’den ayrıldı.
Hayatı, artık daha da maceralıydı. Kafkasya’ya, oradan da Berlin’e gitti; ‘Turan İmparatorluğu’ kurma hayaliyle Rusya’ya geçmeye çalıştı, sahte kimliklerle yaptığı bu yolculukların ilk ikisinde tutuklandı ama üçüncüsünde Moskova’ya ulaşmayı başardı. Sovyetler’den beklediği desteği göremeyince Buhara’ya gitti ve Ruslar’a karşı savaşan Özbekler’i teşkilátlandırmaya çalıştı. 4 Ağustos 1922 sabahı Ruslar’ın saldırısına uğradı ve Çegan Tepesi’nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can verdi. Bugün Tacikistan sınırları içerisinde kalan Abıderya Köyü’ne defnedilen Paşa’nın mezarı, zamanla evliya türbesi haline geldi.
Kemikleri, şehid düşmesinin 74. yıldönümünde Türkiye’ye getirildi, 5 Ağustos 1996’da yapılan devlet töreniyle İstanbul’daki Hüriyyet-i Ebediyye Tepesi’ndeki anıt mezara, diğer İttihadçı kader arkadaşlarının yanına defnedildi.
Enver Paşa’nın özel arşivinde neler yok ki!
GELİŞMİŞ ülkelerde, önemli devlet adamlarının ölümlerinden sonra özel arşivleri aileleri tarafından üniversitelere, kütüphanelere, yahut bu iş için kurulmuş olan enstitülere verilir ve belgeler araştırmacıların istifadesine açılır.
Ama bu iş bizde siyasi endişelerden dolayı pek yapılmaz, belgeler genellikle devlet adamının ailesi tarafından muhafaza edilir, hattá várisler tarafından paylaşılır. Belgelerin bir kısmı zamanla dağılır ama nádiren de olsa bir arada kaldıkları olur.
Enver Paşa’nın arşivi, işte, dağılmadan kalabilen böyle nadir arşivlerden biri. Bugün, Paşa’nın kızı Türkán Mayatepek’in oğlu Osman Mayatepek tarafından muhafaza edilen arşiv, iki ana kısımdan meydana geliyor: Albümler dolusu fotoğraflarla klasörler dolusu belgelerden...
Albümlerdeki resimlerin çokluğu, Paşa’nın fotoğraf çektirmeyi hayli sevdiğini gösteriyor. Fotoğraflar arasında askeri konulardakilerin, yani cephe ziyareti yahut merasimler sırasında çekilmiş olanların yanı sıra Paşa’yı hükümdarlarla ve devlet adamlarıyla beraber gösteren protokol resimleri de var. Çok sayıda aile fotoğrafını Enver Paşa’ya takdim edilmiş olan demiryolu inşaatı, kışla görüntüleri yahut memleket manzaraları gibi resimlerle dolu albümler takip ediyor.
Ama, Enver Paşa’nın özel arşivinin asıl önemli kısmını belgeler teşkil ediyor: Paşa’nın genç bir yüzbaşı iken Balkan Dağları’nda eşkıya kovalarken tuttuğu günlüklerden yayınlanmamış hatıralarına, hanımı Naciye Sultan’a yazdığı binlerce mektuptan kendisine gelen mektuplara, raporlara ve İttihad ve Terakki Partisi’nin Birinci Dünya Savaşı sonrasında yurtdışına giden liderlerinin birbirlerine kod adlarıyla gönderdikleri notlara kadar binlerce belge...
Ve, bu arşivdeki en önemli belgelerin başında, Paşa’nın Orta Asya’da kaleme aldığı ve bugüne kadar hiç yayınlanmamış olan iki ayrı günlüğü geliyor. Orta Asya’daki geçirdiği ama ayrıntıları hálá bilinmeyen günlerini ölümünden birkaç gün öncesine kadar bu defterlere bütün detaylarıyla kaydeden Enver Paşa, böylelikle hayatının bu en maceralı bölümünü de bilinmezlikten kurtarmış oluyor. Halen üzerinde çalıştığım bu arşivi ancak birkaç yıl sonra kitap haline getirebileceğim ama Hürriyet’te yarından itibaren üç gün boyunca yayınlanacak olan dizide, Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan’a yazdığı siyasi içerikli mektuplarla yine Paşa’nın arşivine ait bazı önemli belgeleri okuyacaksınız.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2005
Saddam Hüseyin’in, kapatıldığı hapishanede kendisini muhafazayla görevli olan Amerikalı askerlerin bekár olanlarına evlilik konusunda nasihatlerde bulunup ‘Kadının iyisi ne çok akıllı ne de aptal, ne yaşlı ne de çok genç olmalı ama iyi yemek ve temizlik yapmalı’ demesi, bana Şark Edebiyatı’nın iki klasik eserinde, bundan 900 küsur sene önce yazılan ‘Kabusnáme’ ile şimdi 700 yaşında olan ‘Tusi Bahnamesi’nde aynı konuda verilen öğütleri hatırlattı. İşte, Saddam Hüseyin’in ilhamıyla, asırlar öncesinin elyazmalarından günümüzün bekár erkekleri için toparladığım mutluluk ve güzellik reçetelerinden bazıları...
GAZETELERDE okumuş, TV’lerde görmüşsünüzdür: Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin’i kapatıldığı hapishanede muhafazayla görevli olan Amerikalı askerler, devrik liderle beraber geçirdikleri günleri uzun uzadıya anlattılar.
Hücresinde artık çamaşırlarını bile kendisi yıkamak zorunda bırakılan Saddam, kızının gönderdiği Havana purolarını içerken askerlerin ikram ettiği Doritos marka patates cipslerinin aile boyu olanlarını on dakikada bitiriyor, sonra bekár askerlere evlilik konusunda nasihatlerde bulunuyormuş. Devrik lidere göre kadının iyisi ‘ne çok akıllı ne de aptal, ne yaşlı ne de çok genç’ olmalı ama ‘iyi yemek ve temizlik yapmalı’ imiş.
Saddam Hüseyin’in Amerikalı askerlere ettiği nasihatler, bana İran taraflarında bundan 900 küsur sene kurulan ‘Ziyaroğulları’ adındaki ufak bir devletin hükümdarı olan Keykávus’un aynı konuda yazdıklarını hatırlattı. Keykávus, oğlu Giylánşáh için devleti ne şekilde idare etmesi gerektiği konusunda öğütler içeren ‘Kabusnáme’ adında bir kitap kaleme almış, kitaba memleket idaresinin ayrıntılarından satranca; yemek yeme usullerinden yıkanmaya, içki ádábından yıldız falına, kılıç kullanmaya ve hattá tıbba kadar akla gelen her konuda tavsiyeler koymuş ve eserinin 26. bölümünü de ‘alınacak kadınların özelliklerine’ ayırmıştı.
Kabusname, Türkçe’ye defalarca tercüme edildi. Bu tercümelerden en önemlisini 1400’lü senelerin başında Mercimek Ahmed yaptı, Türk Edebiyatı’nın son álimlerinden Orhan Şaik Gökyay da 500 yıl öncesinin bu metnini 1940’larda elden geçirip yeniden yayınladı.
Bu sayfada Kabusnáme’de geçen ‘avrat’ yani ‘eş seçimi’ bahsinin yanısıra, özel kitaplığımda bulunan beş asırlık bir başka elyazmasının ideal kadının ‘vücut güzelliğiyle’ ilgili bir bölümünü, günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum.
İşte, Saddam Hüseyin’in verdiği ilhamla, asırlar öncesinin elyazmalarından günümüzün bekár erkekleri için toparladığım mutluluk ve güzellik reçetelerinden bazıları...
Avrat çocuk bakmaya, cariye seks yapmaya yarar
‘EY oğul şöyle bil ki, evlendiğin avrada hürmet göstermen gerekir. Sahip olduklarını avradından ve oğullarından saklama, eğer böyle yaparsan seni severler ve sözünden dışarı çıkmazlar. Eskiler, bu konuda ‘Avradını aziz gibi tutmayan erkek, eşektir’ demişlerdir.
Avradın bolluk içinde büyümüş olanını al ama malından hiçbirşey talep etme. Ve dahi, avradın çok güzelini de isteme, zira çok güzel olan avrat, etrafta oynaş arar.
Seni utandırmayan, dindar, evcimen, nakıştan ve ev işlerinden anlayan, iyi huylu, güzel, eteğini saklayan yani namusunu muhafaza eden, heláli olan erkeğini seven bir avrat al. Bu sıraladığım özellikleri taşıyan avratlar merhametsizlik etmez, fenalık yapmazlar.
BÁKİREYİ TERCİH ET
Üzülmek ve keder çekmek istemiyorsan, senden daha varlıklı ve daha yüksek seviyede bir avrat almaman lázımdır. Ve eğer kız oğlan kız bir bákire varken, sakın hááá başka erkeklerden kalmış olan dul avratları almaya kalkışma. Zira, el değmemiş kızlar sadece seni bilirler, seni görürler ve gönüllerinde başkalarına yer vermezler.
Şunu, sakın unutma: Başka erkeklere gönül veren, evcimen olmayan ve senin hakkında orda-burda konuşan avratlar bir işe yaramazlar, onlardan uzak dur! Eskiler, bu konuda hoş bir benzetme yapmış ve ‘erkeğin iyisi çeşmeye, kadının iyisi ise hendeğe benzer’ demişlerdir. Erkek, kazandığını bir çeşme gibi kadına akıtır fakat hendeği görünce irkilip kalır.
Senin malını-mülkünü kendi hükmü altına almaya çalışan avratlardan da uzak dur, zira böyle yapmazsan avrat sen olursun, avrat da senin erkeğin! Dünyada, erkeğin avrat durumuna düşmesi kadar küçültücü başka birşey yoktur. Cihánın en büyük fátihlerinden olan İskender’in, zenginliğiyle meşhur İran hákimi Dárá’nın kızını kendisine avrat olarak almaya yanaşmadığını ve bunun sebebini soranlara ‘Ben dünyaya hükmederken o kadın da servetiyle bana hükmedecekti, dolayısıyla pek fena bir iş olacaktı’ dediğini unutma!
Ey oğul! Avrat cima etmek (ilişkide bulunmak) için değil, evinin işini yapması, dirliğini-düzenini sağlaması için alınır. Dolayısıyla sadece cima için avrat almaya kalkma, o işi cariyelerle de edersin, üstelik cariyelerde düğün derdi yahut masraf gibisinden dertler de yoktur. Ama eğer anasından-babasından gün görmüş ve ev işlerini iyi öğrenmiş bir avrat bulursan sakın almamazlık etme, hemen al ve aldığın avradı iyi besleyip kıskandırmamaya özen göster, çünki kıskanan kadın yoldan çıkar. Kıskançlık kesesini dolu, masraf kesesini boş gösterme; avradı kıskandırma ve parayı da sakın esirgeme. Bu söylediklerimi yaparsan avrat seni anasından, babasından ve çocuğundan da çok sever; kendisini senin yoluna fedá eder. Ve şunu da aklında iyice tut: Kıskanç avrat bin düşmandan beterdir, kendini düşmanlarından koruyabilirsin ama kıskanan avrattan koruyamazsın.
AVRADI ÇOK KULLANMA
Hiç el değmemiş bir kız aldığın takdirde onunla her gece beraber olmaya da kalkma! Günün birinde sana bir hastalık gelebileceğini yahut uzun bir yolculuğa çıkmaya mecbur kalacağını düşün, dolayısıyla avradı seninle her gece beraber olmaya alıştırma. Avradın, senin olmadığın zamanlarda beklemeye sabredemeyeceğini ve aynı işi başkalarıyla yapmaya kalkacağını sakın aklından çıkarma!
Ey oğul, sana avrat konusunda son nasihatlerim şunlardır: Avrada başka erkeklerin yüzünü gösterme, hattá onu yaşlı ve çirkin erkeklerden bile sakla. Kölelerin avradın yanına girmelerine de izin verme; kapkara, çirkin Habeşi köleleri bile içeriye bırakma. Avradı kıskandırma ama sen onu her zaman kıskan, zira avradını etrafta gösteren ve kıskanması olmayan erkeğin dini de yok demektir (Kabusnáme tercümesinden).
Avrat bir yürüdü mü her tarafı titremelidir!
NÁSIREDDİN-İ Tusi bundan 700 küsur yıl önce, 13. yüzyılda yaşadı ve astronomiyle uğraştı. Rasathaneler kurdu, çok sayıda eser verdi, bilim tarihinin gelmiş geçmiş en büyük astronomlarından kabul edildi ve bu arada bir de ‘Bahname’, yani ‘cinsel bilgiler kitabı’ kaleme aldı.
Tusi’nin Farsça olan eseri, yazılmasının üzerinden iki asır geçtikten sonra 1400’lü yılların ortalarında Türkçe’ye çevrildi ve aynı konudaki başka eserlere kaynaklık etti. Bugün elyazması kitaplıklarında çok sayıda nüshası bulunan bu ‘Bahname’nin Türkçe bir nüshasına da bendeniz sahip bulunmaktayım.
Aşağıda, Tusi Bahnamesi’nin bendeki nüshasından ‘kadını güzel yapan özellikler’ başlıklı bölümünden kısa bir alıntı veriyorum. Metni günümüz Türkçesi’ne aktarırken sadece bazı kelimeleri değiştirdim ama mizahi bir duygu uyandıran üsluba pek dokunmamaya çalıştım.
PEMBE TENLİ OLMALI
Násıreddin-i Tusi dedelerimizin, büyük dedelerimizin ve nesiller önceki atalarımızın hayallerini süsleyen kadınları anlatırken bakın neler yazıyor:
‘...Ey oğul! Şimdi sana avratların güzellik alámetlerini anlatacağım. Bu alámetlere sahip olan avrat, avratların en güzeli demektir. Alámetler ne kadar az ve eksik olursa, avrat da o kadar az güzel olur.
Güzellik alámetleri, bunlardır:
Avradın dört nesnesi kara gerek: Saçı, kaşı, kirpiği ve gözünün karası.
Avradın dört nesnesi kızıl gerek: Dili, dudağı, yanakları ve avurdları.
Avradın dört nesnesi yuvarlak gerek: Yüzü, gözü, topukları ve bilekleri.
Avradın dört nesnesi uzun gerek: Boynu, burnu, kaşı ve parmakları.
Avradın dört nesnesi hoş kokulu gerek: Burnu, ázásı (eli, kolu, ayakları ve bacakları), koltuk altları ve ayakları.
Avradın dört nesnesi geniş gerek: Alnı, gözleri, göğsü ve butları.
Avradın dört nesnesi dar gerek: Burun delikleri, kulak delikleri, göbek deliği ve ağzı.
Avradın dört nesnesi küçük gerek: Ağzı, elleri, ayakları ve kulakları.
Ve dahi avradın başı ne büyük ve ne küçük ola.
Ve boynu ne uzun ve ne kısa ola.
Ve eti dahi yuvarlak ola.
Ve benzi ak ola veyahut kaz benizli veya karayağızın güzeli ola.
Ve teni de pembe ola.
Ve saçı sık ve uzun ola. Zira saç, avratların yüzsuyudur.
Ve güldüğü vakit güzel ola. Zira avradın gülüşünün hoşluğu, diğer özelliklerinden önce gelir.
Ve gözlerinin karası çok ola, kaşları da çatık ola.
Ve yürüdüğü zaman, kalçasının etleri titreye.
Ve huyu tatlı ola, sözü tatlı ola ve yumuşak ola.
İşte, ey oğul! Bu yazdığım şartlara sahip olan avrat, güzelliğinin olgunluğuna ulaşmış demektir...’
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2005
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Başkan Bush ile görüşmesi sırasında ortaya çıkan ama Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün kahredici darbesinden kurtulamayan meşhur atsineği, bana eski asırlardan kalan bir hikáyeyi hatırlattı. Tanrılık iddiasında bulunan ve Hazreti İbrahim’i ateşe attıran Nemrud adlı hükümdara günün birinde bir sivrisinek musallat olur ve Nemrud’un burnundan girip beynine yerleşir. Çıldıracak hále gelen Nemrud, ıstıraptan kurtulmak için kafasını iri tokmaklarla dövdürmeye başlar ama darbelere dayanamayıp ölür gider. Bana sorarsanız, Abdullah Gül, Oval Ofis’teki sineği öldürmekle aslında Başkan Bush’un hayatını kurtardı; zira Beyaz Saray’a her nasılsa girebilmiş olan o atsineği Nemrud’a musallat olan sivrisineğe özenip Bush’un burnuna doğru hamleye kalkışsaydı, dünyanın hali nice olurdu, hayal edebiliyor musunuz?
BASINIMIZ, ABD Başkanı George Bush ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki görüşmeleri sırasında ortaya çıkan ‘atsineği’ konusuyla Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğinden çok daha fazla ilgilendi. Atsineği ile ilgili olarak günlerden buyana hálá yazılıp çiziliyor ve yorumlar yapılıyor.
Bu atsineği meselesi, mutlaka málumunuz olmuştur ama işitmeyenler için kısaca hatırlatayım: Oval Ofis’te heyetler arasındaki görüşmeler devam ederken salona bir atsineği dalar ve vızır vızır uçup oraya buraya konmaya başlar. Sineği öldürmek için ilk hamleyi Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice yapar ama Bayan Rice’ın vuruşu neticesiz kalır, derken itláf işini Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül devralır ve sineği bir darbeyle ezip helák eder.
Beyaz Saray’da yaşanan bu hadise, bana çok eski asırlardan kalan ve ‘Nemrud’un öyküsü’ diye bilinen bir sinek hikáyesini hatırlattı. Sonra, ‘Abdullah Gül, sineği öldürmekle bir yerde o sineğin Başkan Bush’un hayatına kasdetmesi ihtimalinin de önüne geçmiş oldu’ diye düşündüm.
PEYGAMBERİ ATEŞE ATTI
İşte hem efsanelerimizde, hem de eski edebiyatımızda oldukça geniş bir yer tutan Nemrud ve sinek hikáyesinin özeti:
İbrahim peygamber zamanının hükümdarı olan Nemrud, dünyanın hákimi olmaya soyunmuş, derken tanrılık davasına kalkışmıştır. Kendisini doğru yola davet eden Hazreti İbrahim’i mancınığa koydurup ateşe attırmış ama İbrahim’in düştüğü ateşin bir gül bahçesi háline geldiğini görmesine rağmen tanrılık iddiasından bir türlü vazgeçmemiştir.
Günün birinde, Nemrud’a bir sivrisinek musallat olur. Kibirli hükümdar nereye gitse, sinek de oradadır. Mutlaka bir tarafına konup Nemrud’u çileden çıkartmakta ve saraydakiler bütün uğraşmalarına rağmen sineği yakalayamamaktadırlar.
Sinekle hükümdar ve saray mensupları arasındaki kovalamaca böyle sürüp giderken, günün birinde sinek Nemrud’un burnundan içeri girer ve yolunu bulup hükümdarın beynine yerleşiverir. Nemrud için asıl azap artık şimdi başlamıştır: Sinek beyninde dönüp durdukça Nemrud dayanılmaz başağrıları çekmekte, ıstırabını hafifletebilmek için kafasını duvarlara vurmakta ama sinek vızıldayıp durmaktadır.
YA TEKRAR YAŞANSAYDI?
Allahlık iddiasında bulunan hükümdar, son çare olarak iri tokmaklar yaptırır ve kafasını bu tokmaklarla dövdürmeye başlar. Beynine yerleşen sinek, tokmaklar indikçe daha da coşmakta ve Nemrud’un çektiği acı çok daha dayanılmaz hál almaktadır. Acıyı hissetmemek maksadıyla adamlarına tokmakları daha sert vurmalarını emreder, bir yandan da kafasını kendisi duvarlara vurmaya başlar, tokmak darbeleri gittikçe şiddetlenir ve Nemrud hem sineğin verdiği ıstıraptan, hem de yediği tokmakların şiddetinden can verir, gider... Ufacık bir sivrisinek, giriştiği tanrılık iddiasını bir anda bitirmiştir.
Dünyanın hákimi olmaya kalkışmasının yanısıra tanrılığa da soyunan Nemrud’un hikáyesi, kısaca böyle... Beyaz Saray’da geçen hafta yaşanan málum atsineği macerası bana binlerce seneden beri devam eden işte bu ‘Nemrud ile sinek’ efsanesini hatırlattı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün sineği öldürmekle bir ihtimal, Başkan Bush’un hayatını kurtarmış olduğunu hissettim.
İhtimalleri ardarda getirip düşünelim: Oval Ofis’e her nasılsa girebilmiş olan o atsineği Nemrud’a musallat olan sivrisineğe özenip Bush’un burnuna doğru hamleye kalkışsaydı, dünyanın hali nice olurdu, hayal edebiliyor musunuz?
Napolyon, İlber Hoca’nın gezdirdiği prensesin ninesini çok fena aldatmıştı
TÜRKİYE’de, hafta içerisinde bir ‘İsveçli veliahd prenses’ rüzgárı esti.
İsveç Kralı 16. Karl’ın kızı olan 28 yaşındaki veliahd prenses Victoria Ingrid Alice Desiree, Ankara’dan sonra İstanbul’a geldi ve Topkapı Sarayı’na da uğradı. Prenses’e Topkapı’yı yeni ‘saray nazırı’ Prof. İlber Ortaylı gezdirdi.
Prenses ile İlber Hoca’nın yanyana çekilmiş fotoğraflarını gazetelerde görünce, prensesin altıncı göbekten büyükannesi olan meşhur Desiree’yi ve Annemarie Selinko’nun Desiree’yi konu alan nefis biyografisiyle Marlon Brondo ve Jean Simmons’un çevirdikleri aynı isimdeki filmi hatırladım. Sonra, Desiree Clary’nin son derece renkli geçen hayatını kısa da olsa nakletmek istedim.
Marsilyalı zengin bir ipekçinin kızı olan Desiree Clary, 1777’de doğdu. 1995’te Napolyon adında genç bir subayla tanıştı ve hemen nişanlandılar. Desiree’nin kızkardeşi Julie de, Napolyon’un kardeşi Joseph ile evlendi.
Desiree nişanlısına körkütük áşıktı ama bu aşk tek taraflı kaldı, zira bir sene sonra Paris’e giden genç subay, orada Josephine adında asil bir kadınla tanışınca nişanı bozup Josephine ile evleniverdi. Açıkta kalan Desiree de, Napolyon’un arkadaşlarından olan Jean Baptiste Bernadotte adında bir askerle nikáhlandı ama Napolyon’u kalbinden hiç çıkartmadı.
KRAL EVLAT EDİNDİ
Derken aradan seneler geçti ve kader Napolyon ile Bernadotte’a eşine az rastlanan cilveler yaptı. Napolyon, yani Napolyon Bonapart, Fransa’nın imparatoru oldu; İsveç’in çocuksuz kralı 14. Karl da Jean Baptiste Bernadotte’u evlát edinip İsveç veliahdı yaptı.
Bernadotte çifti İsveçli oldukları sırada Napolyon’un imparatorluğu da çatırdamaya başlamıştı ve işin daha da garip tarafı, Napolyon’u Waterloo’da perişan eden müttefik Avrupa ordusunun kumandanlarından birinin, imparatorun eski generali ve İsveç’in yeni prensi Bernadotte olmasıydı. Derken çok daha başka bir gariplik yaşandı ve müttefiklere teslim olmaya karar veren Napolyon hayatta olmayan eski karısı Josephine’in şatosuna kapandı, sabık nişanlısı Desiree’yi şatoya çağırdı ve kılıcını müttefik kumandanlara verilmek üzere Desiree’ye teslim edip ancak ölümüyle bitecek olan bir sürgüne doğru yola çıktı.
İki eski áşık, bu son buluşmalarında kimbilir neler yaşamışlardı...
Aradan gene seneler geçti ve General Bernadotte 1818’de ‘14. Karl Johan’ olarak İsveç tahtına çıktı, Desiree de ‘Kraliçe Desideria’ oldu. İsveç’te bugüne kadar gelen ‘Bernadotte’ hanedanı böylelikle kurulmuş oluyor ama tarihin garip cilveleri devam ediyordu.
Bernadotte çiftinin tek bir çocuğu oldu: Oscar adını verdikleri bir oğulları... Oscar daha sonra İsveç tahtına çıkacak, kendisine eş ve kraliçe olarak annesine hiç de yabancı olmayan bir ailenin kızını seçecekti: Napolyon’un karısı İmparatoriçe Josephine’in ilk kocasının soyundan gelen torununu... Yani, Desiree’nin ilk nişanlısı Napolyon’u elinden alan Josephine, rakibesine seneler sonra gelin olarak torununu gönderiyordu.
Jean Baptiste Bernadotte 1844’te, Desiree Clary de 1860’ta hayata kral ve kraliçe olarak veda ettiler. Torunları İsveç’te hálá hüküm sürüyorlar ve hafta içinde basınımızda geniş yer edinen Prenses Victoria, işte Napolyon’un hem sevgilisi hem de nişanlısı olan Desiree ile Napolyon’un generali Bernadotte’un soyundan geliyor.
Aynı hatayı tekrarlamayın beyler! Sevr’in altından Damad Ferid’in imzası yoktur
DENİZ Baykal’ın Damad Ferid Paşa konusunu durup dururken gündeme getirmesi üzerine bir Paşa tartışmasıdır başladı, derken basınımızda Damad Ferid’in kim olduğunu hatırlatan yazılar çıktı ve hemen her yazıda hep aynı hata yapıldı: Sevr Andlaşması’nın Ferid Paşa tarafından imzalandığı hatası...
Belki hatırlarsınız: Ferid Paşa konusunu bundan birkaç sene önce Tansu Çiller de gündeme getirmiş, Kemal Derviş’i Damad Ferid’e benzetmiş ve Sevr hakkında o günlerde de aynı hata yapılmıştı.
Paşa konusunda senelerden beri ısrarla yanlış yazıp konuşan zevátá tekrar hatırlatayım: Sevr’in altında Damad Ferid Paşa’nın imzası yoktur beyler! Yoktur, zira Ferid Paşa andlaşmanın imzalanması sırasında başbakandır ama delege değildir; dolayısıyla da andlaşmaya imza koymamıştır. Sevr’i Türkiye adına imzalayanlar üç kişidir: O zamanın senatörlerinden Hádi Paşa ile şair Rıza Tevfik ve Türkiye’nin İsviçre’deki ortaelçisi Reşad Halis Beyler...
Damad Ferid’in politikası hakkında aklınıza geleni söyleyin, Paşa’ya canınızın istediği gibi verip veriştirin ama lutfedin, Sevr’i ona imzalatmayın! Zira, Sevr gibi bugün bile hálá tartışılan bir konuda böylesine cehalet biraz fazla kaçıyor da...
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2005
Türkiye’nin gündemini, önümüzdeki haftalarda son derece önemli bir dava oldukça meşgul edecek. Bir grup Türk vatandaşı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurarak İttihad ve Terakki Partisi’nin içişleri bakanı ve son sadrazamı Talát Paşa’yı Berlin’de 1921 yılında katleden Sogomon Tehliryan adındaki Ermeni teröristi cinayetten sonra beraat ettiren Almanya’nın ‘yargılamayı ádil şekilde yapmadığının belirlenmesini’ talep edecek ve Tehliryan için verilen beraat kararının haksızlığının kabul edilmesini isteyecek. Talát Paşa’nın, Türk masonlarının ilk ‘Büyük üstadı’ olması dolayısıyla, davada Alman hükümetinin yanında yeralmaları beklenen Alman localarından gelebilecek olumsuz baskıların hafifletilmesi maksadıyla da, mason localarından dava konusunda destek istenecek.
SON derece önemli bir dava, önümüzdeki haftalarda Türkiye’nin gündemini oldukça meşgul edecek. Bir grup Türk vatandaşı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurarak Ermeniler tarafından ‘en büyük düşman’ kabul edilen İttihad ve Terakki Partisi’nin içişleri bakanı ve son sadrazamı Talát Paşa’yı Berlin’de 1921 yılında katleden Sogomon Tehliryan adındaki teröristi cinayetten sonra beraat ettiren Almanya’nın yargılanmasını talep edecek ve ‘ádil yargılama yapılmadığı’ gerekçesiyle Tehliryan için verilen beraat kararının haksızlığının belirlenmesini isteyecek.
Önce kısaca, Berlin’de 1921 Nisan’ında yaşanan insanlık ve hukuk facialarından bahsedeyim:
Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderine on sene boyunca hükmeden İttihad ve Terakki Partisi’nin önde gelen liderleri, imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkması üzerine Türkiye’den ayrılıp Almanya’ya geçtiler. İttihadçılar’ın bir kısmı daha sonra Avrupa’da kaldı, bir kısmı ise Rusya ile Afganistan’a kadar uzandılar.
Ama bu gurbet, İttihadçılar’ın lider kadrosu için kanlı şekilde noktalandı. Sadrazam Talát Paşa, 1921’in 15 Mart’ında Berlin’de, Talát Paşa’dan önceki sadrazam Said Halim Paşa aynı senenin 6 Aralık’ında Roma’da ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa da 1922’nin 21 Temmuz’unda Tiflis’te Ermeni teröristlerin kurşunlarıyla şehid edildiler. İttihad ve Teraki’nin en güçlü adamının, Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın akıbeti de aynı oldu ve Paşa 4 Ağustos 1922 gününün sabahı, Tacikistan’da Rus askerlerinin kurşunlarıyla can verdi.
Şehidler kafilesine öncülük eden Talát Paşa, Türkiye’den ayrılmasından sonra ‘Ali Sai’ takma adıyla Berlin’e yerleşmişti ve Alman başkentinin şık semtlerinden Charlotenburg’un Hardenberg Caddesi’nde kiraladığı bir evde yaşıyordu. Paşa’nın 15 Mart 1921 gününün sabahı çıktığı yürüyüş, Sogomon Tehliryan adındaki 24 yaşındaki bir Ermeni terörist tarafından ensesinden vurularak şehid edilmesiyle son bulacaktı.
İşin çok daha acı olan tarafı, cinayetten iki buçuk ay sonra, 2 Haziran günü hákim karşısına çıkartılan katilin sadece bir buçuk gün devam eden bir yargılamadan sonra, 3 Haziran’da beraat ettirilerek serbest bırakılmasıydı. Tehliryan, annesiyle babasının 1915 tehcirinde öldürüldüğünü ve kendisinin de şans eseri olarak kurtulduğunu iddia etmiş ve Alman mahkemesi katili ‘aşırı tahrik’ gerekçesiyle beraat ettirmişti.
Mahkeme duruşmalar sırasında son derece taraflı davranmış, meselá müdahil tarafın yani Talát Paşa’nın yakınlarının ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı ordusunda görev yapmış olan bazı Alman generallerin şahitlik taleplerini reddederek katili serbest bırakmıştı. Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni hükümet, böylelikle Berlin’in tehcir ile ilgili hazırlıklara bazı Alman subayların da katılmalarından doğan sorumluluğunu ortadan kaldırmaya ve tehcirden haberdar olmadıklarını ispat etmeye ve böylelikle işin içinden sıyrılmaya çalışmıştı. Sogomon Tehliryan 1960’ta Amerika’da ölecek, ancak mahkemedeki ifadesinin yalanlarla dolu olduğu ve 1915 tehciri sırasında Anadolu’da bulunmadığı daha sonraları ortaya çıkacaktı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde önümüzdeki günlerde açılacak olan davada işte bütün bu ayrıntılar gündeme getirilecek ve ‘Almanya’nın, 1921’deki Talát Paşa cinayeti davasında ádil yargılama yapmadığı’ yolunda karar verilmesi talep edilecek. Şu anda bir yanda 1921’deki duruşmayla ilgili belgeler toplanıyor, bir yandan da Avrupa’nın çok meşhur bir avukatıyla temasta bulunuluyor.
Bu yazıyı çalışmaların hazırlık aşamasında ve konuyla ilgilenen kişilerin iznini almadan yazdığım için, şimdilik daha fazla ayrıntıya girmiyorum ama davanın açılmasından sonra bütün detayları vereceğim.
Talát Paşa davasında Türk masonlara da iş düşecek
SADRAZAM Talát Paşa, İttihad ve Terakki’nin birçok mensubu gibi masondu, hatta yüksek dereceli bir masondu ve Türk masonlarının ilk ‘Büyük Üstad’ı yani en üst seviyedeki idarecisiydi.
Paşa’nın 1909 ile 1910 yılları arasında bulunduğu bu görev masonların internet sitesinde de açıkça yazılıyor, ‘1909’da Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın ilk Büyük Üstad’ı Mehmet Talát Paşa oldu. Bu tarihten sonra, bugüne kadar 28 büyük üstad daha görev yaptı’ deniyor ve ‘Büyük Üstadlar’ sayfasında ilk önce Talát Paşa’nın adı ve fotoğrafı yeralıyor.
Dolayısıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılacak davada Türk masonları vasıtasıyla İngiliz ve Fransız localarının da, ‘kardeşleri’ Talát Paşa lehine mahkeme nezdinde aydınlatıcı girişimlerde bulunmaları gerektiğine inanılıyor. Böylelikle, davada Alman hükümetinin yanında yeralmaları muhtemel olan Alman localarından gelebilecek olumsuz baskıların da hafifletilmesi hedefleniyor.
ÜSTADLARA DANIŞTIM
Bu yazıyı yazmadan önce, tanıdığım yüksek dereceli bazı masonlardan açılacak dava konusunda ne düşündüklerini sordum.
Üst düzeyde bir mason, ‘Türkiye’deki mason localarının kapatılmasından sonra, (yani, masonik faaliyetlerin Atatürk döneminde yasaklanmasından sonra) zamanın Büyük Üstadı arşivi imha etmiş. Bu yüzden, şimdi elimizde Türk masonluğunun ilk dönemiyle ilgili çok az belge bulunuyor ve bu bilgi yokluğu yüzünden, açık söylemek gerekirse, Talát Paşa ile çok fazla iftihar etmiyoruz’ dedi.
Dava hazırlıklarıyla ilgili görüşünü ‘vasıtalı’ olarak edindiğim çok daha yüksek seviyedeki bir diğer mason ise ‘Bu konuda ayaküstü karar vermenin zor olduğunu ve kesin kararın yapılacak danışmalardan sonra verilebileceğini’ anlattı ama ‘temelde böyle bir davaya itiraz etmeyeceklerini, hatta bu davanın kendi lehlerine bile olabileceğini’ söyledi.
Burada, basının gözünden kaçan iki olaya dikkat çekmem gerekiyor: Birincisi, masonların, ilk ‘büyük üstad’ları Talát Paşa’nın Şişli’de, Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde bulunan kabrini 15 Mart’ta, yani Paşa’nın ölüm yıldönümünde bu sene ilk defa sessiz-sadasız ziyaret etmeleri... Diğeri ise, İttihad ve Terakki döneminin en güçlü adamı Enver Paşa’nın amcası ve ‘Kutülámare kahramanı’ Halil Paşa’nın torunu olan şu andaki ‘Büyük Üstad’ Kaya Paşakay’ın, Anıtkabir’i 23 Ekim 2004’te ‘kardeşleriyle’ beraber ziyareti sırasında şeref defterine ‘Yakın siláh arkadaşın Halil Kut Paşa’nın torunu...’ ibaresini yazması...
HAFİYE KORKUSU
İttihadçılar’ın neredeyse tamamının ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan birçok kişinin masonlukları gençlik senelerimde benim de dikkatimi çekmiş, Atatürk’ün valilerinden ve aynı zamanda kıdemli bir mason olan büyükbabam Cemal Bardakçı’ya 1970’li senelerde bunun sebebini sorduğumda hiç tahmin etmediğim bir cevap almıştım.
Büyükbabam, ‘Abdülhamid’in hafiyeleri yüzünden’ demişti... ‘O günlerdeki Abdülhamid istibdadını hayal bile edemezsin. Arkadaşlarımızla beraber biraraya gelmemizi bir yana bırak, nefes almaya bile korktuğumuz anlar olurdu, zira hafiyeler her hareketimizi Yıldız’a, Abdülhamid’e jurnal ederlerdi. En masum bir arkadaş toplantısının bile Fizan’da sürgünde bitmesi ihtimali vardı. Hafiyelerin tek giremedikleri yer ise, mason localarıydı. Bizim masonluğumuzun asıl sebebi işte bu idi, yani takipten kurtulup rahatça konuşabilmek... Serbestçe biraraya gelebilmek için önce mason olduk, masonluğun felsefesini ise daha sonra öğrendik.’
Yazının Devamını Oku