16 Ağustos 2005
Kütüphanelerimizde okuyucuya çıkartılmayıp kasalarda saklanan ‘öteki dünya’ ile temasın anlatıldığı elyazması eserlerde, bu konularda ulaşılabilecek en ileri derecenin ‘cifir’ ve ‘hüddamcılık’ olduğu söyleniyor. Cifrin temeli, her harfin sahip olduğu sayı değerinin ve Allah’ın isimlerinin sayı karşılıklarının kombinasyonuna dayanıyor. Yapılan hesaplamalardan çıkan sonuçlar sahip olunan öteki álemle ilgili diğer bilgiler çerçevesinde değerlendiriliyor ve bu yolla ileride meydana gelecek olayların önceden öğrenilmesi imkánı doğuyor. ‘Hüddamcılık’ ise, yine bu kitaplara göre, cinleri ve diğer bedensiz varlıkları hizmetkár olarak kullanıp istenen her şeyi onlara yaptırmak. Elyazmalarında bazen ‘melek’ diye anlatılan iyi kalpli cinler hemen her işe yarıyorlar, hatta iki sene sonra Çankaya’ya çıkmayı hayal edenlerin bile yardım isteyebilecekleri bir cin var, adı da Humaakil.
ESKİLER, ‘öteki dünya’ ile ilgili konularda ulaşılabilecek en ileri noktanın ‘cifir’ ve ‘hüddamcılık’ olduğunu söylerler. Bugün kütüphanelerin kasalarında saklanan málum kitapların bir kısmı, bu konularda kaleme alınmışlardır.
‘Hüddamcılık’, yine bu kitaplarda yazıldığına göre cinleri ve diğer bedensiz varlıkları hizmetkár olarak kullanıp istenen her şeyi onlara yaptırmaktır ve çok sıkı bir eğitim gerektirir.
Hüddamcılığın benzeri Batı dünyasında da vardır ama orada daha farklı bir metot uygulanır. Bedensiz bir varlığı hizmetkár olarak kullanma çabası Batılılarda genellikle grup çalışması şeklinde yapılırken, İslámi uygulama tek kişi üzerine kurulmuştur fakat temel aynıdır: Bedensiz varlıkların kötü niyetle kullanılmaları hálinde, ileride mutlaka ağır bir bedel ödeneceği...
Bu işlerin bir diğer zirvesi kabul edilen ve geleceği net olarak öğrenmeye, bazen de hadiseleri önceden bilip yaşanacakları değiştirmeye yarayan ‘cifir’ ise, matematik temeline dayalı bir faaliyettir.
Kasalarda saklanan kitaplar, cifrin geçmişinin İslámiyet’ten de önceki devirlere dayandığını ama asıl kuralların Hazreti Muhammed’in torunlarından olan İmam Caferus’s-Sadık tarafından konulduğunu yazıyorlar. Kitaplarda, İmam Caferus’s-Sadık’ın sadece peygamberin soyundan gelenler tarafından kullanılabilecek olan bilgileri ve şifreleri bir kuzu derisinin üzerine kaydettiği, cifrin bu kayıtların sonraki zamanlarda başkaları tarafından öğrenilmesiyle daha da yaygınlaştığı anlatılıyor.
Cifrin temeli, her harfin sahip olduğu sayı değerinin ve Allah’ın isimlerinin sayı karşılıklarının kombinasyonuna dayanıyor. Bir çeşit yüksek matematik olan cifrin ayrıntılarını burada anlatma imkánı olmadığı için ‘hüddamcılık’ konusuna dönüyorum ve yandaki kutuda çok özel bir cini, Çankaya’ya çıkma meraklılarının işine yarayabilecek Humaakil isimli cinin davet metodunu yayınlıyorum.
Devlet cini Humaakil dört ellidir ve tam 40 cinle beraber gelir
Elyazması kütüphanelerin kasalarında saklanan ve okuyucuya çıkartılmayan ‘cin dáveti’ ile ilgili bir elyazması eserde, devletin başına geçmek isteyenlerin ‘Humaakil’ isimli melekle temas kurmaları gerektiği söyleniyor. Kitapta Humaakil’in bir çizimi de yer alıyor ve liderlik meraklılarının bu melekle nasıl temas etmeleri gerektiği ayrıntılarıyla anlatılıyor.
Aşağıda, söz konusu elyazmasının nasıl yardım alınabileceğinin anlatıldığı bölümünü günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Ama metni yayınlarken dün yaptığımın aynını yapıyor ve okuyanların boş yere vakit harcamalarının ve işi saplantı haline getirmelerinin önüne geçmek için, cinin davet edilmesi sırasında okunması ve yazılması gerektiği söylenen tılsımı ve duaları yayınlamıyorum.
İşte, Humaakil’i davet metodu:
‘...Ay, gökyüzünde ‘Hek’a’ denilen yere ulaştığı zaman ‘Humaakil’ adında bir melek gelir ve ayın vekili olur. Devlette ulu bir mevkiye ulaşmak isteyen kişinin Humaakil’i davet etmesi ve onunla irtibat kurması lázımdır.
Hakteálá, Humaakil’i insan şeklinde yaratmıştır ama dört eli ve dört ayağı vardır. Başı arslan başına, ayakları deve ayağına benzer. Bir elinde zurna, diğerinde süpürge, ötekinde hançer ve dördüncü elinde de bir tarak tutar.
Humaakil’in hizmetinde tam kırk adet melek vardır ve isimleri Maharayil, Mahatahayil, Mekakayil, Butarayil, Bukatayil, Sukmahatayil, Kutbartariyil, Kutbartayil, Urcayil, Kalatamayil, Arbatayil, Valálásayil, Feláturayil, Femagarayil, Şumatagayil, Veragarayil, Tufadagayil, Fematarayil, Eflátavayil, Fugarlayil, Sermarayil, Nuranayil, Tabkárayil, Kemakáyil, Kibrakáyil, Murgatayil, Huraayil, Mulátamayil, Sulámaayil, Iykáyil ve Alakámayil’dir.
Devletin başına geçmek yahut girdiği mücadeleden muzaffer çıkmak isteyen kişi, yedi gün boyunca hayvani gıdalar almayı bıraka; ibadete çekile ve bir geyik derisinin üzerine ‘Ve lá havle ve lá kuvvete illá billáhi’l-aliyyu’l-azim’ sözünü yaza. Sonra, Humaakil’in ve onun hizmetini gören kırk adet meleğin ismini Güneş, Merih ve Arslan Burcu gökte bir üçlü teşkil ettiği anda misk ve safrandan yapılmış mürekkeple bir káğıda kaydede ve isimlerin altına meleklerin tılsımını da çize. Bunları yazdığı sırada Merih’i davet eden duayı, onun arkasından da kırk defa gökteki aya hitap eden duayı okuya ve parlak ay çıktığı sırada yakılan buhurları tüttüre.
Bu yazılanları doğru ve düzgün şekilde yapan kişi, giriştiği mücadele ne kadar çetin geçerse geçsin, Allah’ın izniyle, emriyle hiçbir zarar görmez; her işinden zaferle çıkar ve istediği makama geçer.
Humakaail’in daveti sırasında ‘Saktiruş’ adında bir başka cinin görünmesi de mümkündür. Bu cin kediyi andırır, onun da bir hikmeti vardır ve hem akrep, hem de akrebi andıran diğer kuyruklu hayvanları defetmeye yarar. Bir káğıt parçasının üzerine ak soğan suyu ile Saktiruş’un sureti çizilip káğıt evin içerisinde bir yere gömülürse, o eve bir daha ne akrep ve ne de yılan girer.’
YARIN: Dünyayı koruyan kırk kutup
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2005
Eskiler, ‘öteki dünya’ ile temasa yaradığına ve ‘bilim’ olduğuna inandıkları faaliyetlere ‘havas ilmi’ adını vermişlerdir. Kütüphanelerimizde çok sayıda elyazması ‘havas kitabı’ vardır ama bu kitapların birçoğu okuyucuya asla çıkartılmaz ve kasalarda yahut dolaplarda kilit altında tutulurlar. İşte bu ‘yasak’ kitaplardan ikisi: ‘Buni Risálesi’ ve ‘Dávetname’. İlk kitap ‘vefk’ adı verilen tılsımlarla cinlere hükmetmenin yollarını, diğeri ise yine cinler vasıtasıyla arzu edilen her işin yaptırılma usullerini anlatıyor. Ama, bütün bunları yazarken náçiz bir tavsiyede bulunmadan edemiyorum: Söz konusu eserlere ulaşmaya çalışmayın, bu kitapları geçmişten gelen birer ‘folklorik hatıra’ olarak düşünün ve bu sayfada verdiğim ‘cin çağırma’ metodlarını da uygulamaya kalkmayın. Sadece vakit kaybedersiniz, zira metinleri bugünün Türkçesi’ne aktarırken eski yazarların ‘işin en önemli tarafı’ dedikleri bazı şifreleri affınıza sığınarak sansürledim!
TÜRKİYE kütüphaneleri asırlar önce kaleme alınmış elyazmalarının hem sayıları, hem konuları, hem de kaliteleri bakımından dünyanın önde gelen kültür merkezleridir. İstanbul’daki Süleymaniye, Köprülü, Nuruosmaniye, Ali Emiri, Topkapı Sarayı yahut Konya’daki Mevláná ile Yusuf Ağa gibi daha birçok elyazması merkezlerimiz dünya çapında yazma eser hazinesi olmalarının yanı sıra Avrupa’daki benzerleriyle, meselá Fransızlar’ın Bibliotheque National’i yahut İngilizler’in British Library’si ile rahatça boy ölçüşebilecek, hatta birçoğunu geride bırakabilecek zenginliktedirler.
800 YILLIK CİN KİTABI
Ama, bu kitaplıklarda muhafaza edilen bazı kitaplar vardır ki, okuyucuya asla çıkartılmazlar; hatta çıkartılmamaları bir yana kütüphane müdürlerinin odalarındaki kasalarda yahut dolaplarda kilit altındadırlar. Onları görebilmek için ciddi bir araştırmacı olduğunuzu ispat etmiş olmanız, belirli izinleri almanız gerekir.
Bütün bu gizliliğin ve kontrolün tek bir sebebi vardır: Söz konusu kitaplarda ‘havas ilmi’ denilen yani ‘başka álemlerle’ teması sağlamaya yaradığı söylenen bilgiler yer alır ve bu bilgiler cin çağırmaktan güçlü bir büyünün kurallarına, hattá geleceği belirlemeye kadar uzanan geniş bir yelpazeye dağılırlar. İşin daha da önemli tarafı, bu eserlerin sıradan falcılar yahut büyücüler tarafından değil, işin üst seviyedeki erbábı tarafından kaleme alınmış olmalarıdır.
İşte, kasalarda muhafaza edilen bu ‘havas’ kitaplarının en önemlilerinden biri ve en fazla korunanı: Buni Risálesi...
İstanbul’daki bir elyazması kitaplığında saklanan eser, 1225 yılında ölen Cezayirli büyü álimi Ebu’l-Abbas Ahmed bin Ali bin Yusuf el-Kureşi el-Buni’ye ait. Sihir, büyü, muska, cin, yani ‘havas’ bahislerinde İslam dünyasının gelmiş geçmiş en önemli uzmanlarından olan Buni, 1208 sayfalık eserinde bu konularla ilgili bütün temel bilgileri veriyor.
Harflerin sayı karşılıklarıyla ve esrarıyla yani ‘Ebced’ ile başlayan eserde daha sonra duaların gizli güçleri ve bu güçleri açığa çıkarma usulleri anlatılıyor, harflerle sayılar arasındaki bu ilişkinin maddi álemde nasıl kullanılacağı, bedensiz yaratıklara ne şekilde hükmedileceği öğretiliyor, derken düşünce ve dua yoluyla yahut cinler vasıtasıyla insanları etkileyip olması arzu edilen her işin yapılma yolları sıralanıyor.
HİÇ VAKİT HARCAMAYIN
Bu sayfada, ‘Buni Risálesi’nin giriş kısmıyla ‘vefk’ denilen tılsımların yazılı olduğu bir diğer sayfasını görüyorsunuz. Buni, girişte Allah’a ve Hazreti Muhammed’e duadan sonra eserini ‘áyetlerin ışığında, daha önce yaşamış olanların verdikleri bilgilerin doğrultusunda ve kendisine gelen ilhámın yardımıyla yazdığını’ anlatıyor. Eserin diğer sayfasında gördüğünüz şekiller ise, bazı varlıkları Allah’ın ismini anarak çağırma işinde kullanılan ‘vefk’ler, yani tılsımlar.
Dün, bu dizinin tanıtımı için yazdığım yazıda söylediğim bir hatırlatmayı şimdi tekrar yapayım: Lütfen, elyazması kütüphanelerine gidip bu kitapları aramayın, bulamazsınız. Zira kataloglarda başka isimlerle kayıtlıdırlar, bulsanız bile zaten göstermez ve alınması aylar süren bir izin macerasına girmenizi isterler. Kaldı ki, kasalarda saklanan bu kitapların hemen hepsinin girişinde, bu işlerle uğraşmaya heves edenlerin ‘riyázat’ adı verilen ve aylar süren dua, nefis terbiyesi ve teknik hazırlık bilgilerine dayalı bir eğitimden geçmeleri şartı yazılıdır ve vaktiyle yazılanlar şayet doğru ise, bugünün ortamında böyle bir işe kalkışmak zaten imkánsızdır.
Dolayısıyla málum kitaplara ulaşıp rakibinizden kurtulmak, gönül verdiğiniz kişiyi kendinize áşık etmek yahut geleceğinizi öğrenmek hevesine kapılmayın, bu eserleri eski zamanlardan kalma birer folklorik kaynak olarak değerlendirin ve boşa harcayacağınız zamana acıyın!
Bu cinler varken hiç bir aşk karşılıksız kalmaz
‘HAVAS’ ilmi ile ilgili eski elyazmalarında, iyi kalpli olan ve insanların hizmetine girebilen cinlerden bazen ‘melek’ diye bahsedilir ve bu cinlerin davet edilip verilen emirleri yerine getirmeleri için yapılacak işler bütün detaylarıyla anlatılır.
Eski cincilere göre her cinin ve meleğin bir tılsımı vardır ve bu tılsım, cinle temasa geçmeyi sağlayan gizli bir şifredir. Cin yahut melek gibi bedensiz bir varlığı davet etmek isteyen kişi bu tılsıma, yani şifreye sahip olmak zorundadır, zira şifreyi bilmeden cinlerle temas hiçbir şekilde mümkün değildir.
Cin çağırma konusunda kaleme alınmış eserlerin başında, 15. yüzyılda yaşamış ‘Uzun Firdevsi’ adındaki bir ‘cin álimine’ ait olan ‘Dávetnáme’ isimli kitap gelir. Eserin elyazması tek nüshası, bugün İstanbul’daki bir kütüphanede muhafaza altında.
BÜYÜYLE KARIŞTIRMAYIN
Uzun Firdevsi, eserinde gök cisimlerinin hareketi ve bu hareketlerin insanları etkilemesi konusunda ayrıntılı bilgiler verdikten sonra ‘melek’ dediği cinlerden bahseder, hangi cinin hangi işe yaradığını yazar ve bu arada ‘Urumhamatahayil’ adını taşıyan bir cinden de söz eder ve bu cinin ‘áşık etmeye yaradığını’ söyler.
Burada iki konuyu, ‘büyü’ ile ‘cin’ bahislerini birbirinden ayırmak gerekiyor: Uzun Firdevsi’nin sözünü ettiği faaliyetler büyü değil, yapılması istenen işin cinlere ve meleklere yaptırılmasıdır, yani ortada eskilerin ‘hüddamcılık’ dedikleri, ‘cinlerin hizmetkár olarak kullanılması’ meselesi vardır ve bu iş eski ‘havas’ ilminin en ileri seviyesidir. Uzun Firdevsi’ye göre ‘havas’ ile uğraşanların işin ehli olmaları ve cinleri menfaat için kullanmamaları da şarttır, aksi takdirde büyük ve çok ağır diyetler ödemeye hazır bulunmaları gerekir.
MAALESEF, SANSÜRLEDİM
Aşağıda, Uzun Firdevsi’nin ‘Davetname’ isimli eserinden, istenen kişiyi áşık etmek için ‘Urumhamatahayil’ isimli cine nasıl emir verileceğini anlatan bahsi günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Ama, okuyanların boş yere vakit harcamalarının ve işi saplantı haline getirmelerinin önüne geçmek için, cinin davet edilmesi sırasında okunması ve yazılması gerektiği söylenen tılsımı ve duaları metinden çıkartmak zorunda kaldım.
Uzun Firdevsi, ‘Urumhamatahayil’ isimli cinin özelliklerini ve áşık etme işinde nasıl kullanılacağını şöyle anlatıyor:
‘...Ay, gökyüzünde ‘Sarfe’ adı verilen yere ulaştığı zaman, Allahu Teálá’nın emriyle Urumhamatahayil adındaki melek gelir ve ayın vekilliğini üstlenir. Urumhamatahayil’in iki başı vardır. Bu başlardan biri sığır, diğeri de deve başı gibidir. Dört ellidir, ellerinden birinde desti, ötekinde bardak tutar, diğer iki eli boştur.
Urumhamatahayil kadını erkeğe, erkeği de kadına áşık etmeye yarar. Bu işin usulü şudur: Karşısındakini kendisine áşık etmek isteyen kişi, Urumhamatahayil’e mahsus tılsımı gümüş bir levhanın üzerine yaza, sonra bu levhayı beyaz bir atın kıllarıyla sarıp karanlık bir kuyuya bıraka. Yedi defa ‘Ahdnáme’ denilen duayı okuya; öd, şeker, ládin ve mastaki ile karıştırıp bir káğıda yaza. Sonra, üzerinde uğurlu duaların yazılı olduğu bir mendile kendisine áşık olmasını istediği kişinin adını kaydede ve mendilin üzerine otura. Oturduğu anda, áşık olmasını istediği kişi Urumhamatahayil’den yardım isteyen kişiyi düşünmeye başlar.
Sırada şimdi, o kişiyi kendisine iyice áşık etmek vardır. Urumhamatahayil ile temas eden kişi mendilin üzerinden kalka, işbu meleğin hizmetindeki ‘Vefaslil’ adındaki kirpiyi andıran diğer cinin şeklini bir káğıda çize, yanına da kendisine áşık olmasını istediği kişinin adını yaza ve káğıdı zeytinyağına bulayıp bir meş’alede yaka. Káğıt tamamen yandığı anda, áşık olmasını istediği kişinin aklı başından gider, koşarak Urumhamatahayil’den yardım dileyenin yanına gelir ve aşkından áşifteye döner.
Ama, Urumhamatahayil’den yardım dileyen kişi meleğin ve cinin adını yazarken sakın ola ki ekşi ve acı nesneler yemeye, ağzına daima tatlılar koya, yoksa bu iş olmaz!’
Rakiplerinizden artık korkmayın, Ebyaz gelip hepsini helák edecek
UZUN Firdevsi’ye göre cinlerin, meleklerin ve gökyüzünde dolaşan yaratıkların hepsi bir işe yararlar ve çağırılıp hizmette kullanılmaları mümkündür.
Bu yaratıkların en güçlülerinden olan ‘Ebyaz’ isimli melek, düşmanları ortadan kaldırmaya yarar ve Uzun Firdevsi, ‘Dávetnáme’sinde Ebyaz’ın aslında gayet tatsız bir şekildeki dávet usulünü bugünün Türkçesiyle bakın, nasıl anlatıyor:
‘...İşbu melek şekil olarak insana benzer ama baş ve el sayısı fazladır, üç başıyla altı eli vardır. Her bir elinde kılıç, yay, rebap denilen çalgı, ibrik, hıyar ve küláh tutar.
Ebyaz, düşmanları yok etmeye yaraya ve güneş akrep burcundayken çağırıla. Ebyaz’ı davet etmek isteyen fáni belirli duaları okuya, sonra Ebyaz’a ait olan tılsımı karakedi kanıyla Çin káğıdına yaza. Bu iş bitince boz renkli bir it yavrusunun ağzını sıkıca bağlaya ama öylesine sıka ki, it ses çıkaramaz hále gele. Sonra o hayvancağızı ala, bir çömlek içine koya, çömleği sirkeyle doldurup ağzını balçıkla sıvaya, götürüp bir gávur mezarına göme.
Derken eski bir kefen parçası bula, helák etmek istediği düşmanın adını bu kefene yaza. İsmin altına bu işe mahsus birkaç dua daha yaza.
Gidip mezarın birinden bir tabut parçası çıkarta, onun üzerine Melek Ebyaz’ın hizmetinde olan cinin işaretini çize, hemen yanına da kefene yazdığı gibi düşmanının adını kaydede. Bu iş de bitince, cinin resmini tuzlu suyla karıştırılmış avrat kanıyla bir başka yere çize.
Ebyaz’ı dávet eden fáni, bu usulü ve duaları iyice saklaya; zira kötü ádemlerin eline düşerse fenanın da fenası neticeler verir ve o kötü ádemler Ebyaz’ı günahsız kişileri ortadan kaldırmada da kullanabilirler.’
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
Atatürk’ün ailesinin sadece dört isimle; Mustafa Kemal, babası Ali Rıza Bey, annesi Zübeyde ve kızkardeşi Makbule Hanımlar ile sınırlı olduğunu biliriz. Ama, Mustafa Kemal Paşa’nın bu sayfada yayınladığım özel mektuplarında başka akrabalarının da bulunduğu, hattá Büyük Taarruz öncesindeki en yoğun günlerinde bile bu akrabalarının geçim meseleleriyle uğraştığı görülüyor. Dolayısıyla ortada Atatürk’ün akrabalarıyla ilgili bir muamma var, bu muamma 80 küsur seneden bu yana çözülmeden duruyor ve üniversitelerimizin ‘Atatürk İlke ve İnkılápları’ kürsülerindeki hocaların himmetlerini bekliyor!
ATATÜRK’ün ailesi hakkında bildiklerinizi şöyle bir hatırınıza getirin: Aile sadece dört isimle; Mustafa Kemal, babası Ali Rıza Bey, annesi Zübeyde ve kızkardeşi Makbule Hanımlar ile sınırlıdır ve ortada ne bir dayı, ne bir hala, ne de bir başka akraba mevcuttur. Ailenin sadece bu dört kişiden ibaret olduğu yazılıp söylenmiş, diğer bir akrabanın bahsi bile geçmemiştir.
Ama, Mustafa Kemal’in özel mektuplarında başka akrabalarının da bulunduğu ve Mustafa Kemal’in hayatının birçok döneminde annesiyle kardeşinin yanısıra bu akrabalarının geçimleriyle de ilgilenmek zorunda kaldığı anlaşılıyor.
MADRA AİLESİNDEN
Mustafa Kemal’in akrabaları konusunu neden gündeme getirdiğimi merak etmiş olabilirsiniz, söyleyeyim:
Hafta başında Bülent Ecevit ile yaptığım tarih sohbetini yayınlarken, son günlerdeki ‘Vahideddin hain miydi, değil miydi?’ tartışmalarına da temas etmiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolundan o sırada İstanbul’da bulunan bir dostuna, sonraki senelerin önde gelen zeytinyağı fabrikatörü Sezai Ömer Madra’ya gönderdiği mektubuna kısa şekilde yer vermiş ve mektubun sadece Samsun’a gidişle ilgili giriş cümlesini yayınlamıştım.
Mektubun üzerindeki ‘17 Mayıs’ tarihinden Bandırma Vapuru’nda yazıldığı anlaşılıyor, zarftan da postaya verilmediği ve Samsun’a çıkıştan sonra elden gönderildiği görülüyordu. Bu yayından sonra çok sayıda e-mail aldım. Okuyucularım, Mustafa Kemal Paşa’nın başka neler yazmış olduğunu soruyor ve belgenin tam metnini yayınlamamı istiyorlardı.
Elimizde, Mustafa Kemal Paşa’nın Sezai Ömer Bey’e üç sene arayla yazdığı iki mektup vardı, her iki mektup da maddi konularla ilgiliydi ve metinler birbirlerini tamamlamaktaydı. Paşa, Samsun’a doğru yola çıkmadan önce dostu Sezai Ömer Bey’e bir senet ile bir miktar para bırakmıştı, 17 Mayıs 1919 tarihli ilk mektupta ‘Görevli olarak Samsun’a gittiğini’ söyleyip bu senetten, 19 Haziran 1922’de yazdığı diğer mektupta da akrabalarından bahsediyordu.
SENET MESELESİ
İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın Sezai Ömer Bey’e 17 Mayıs 1335 yani 17 Mayıs 1919 günü Samsun yolundan yazdığı mektubun tam metni:
‘Azizim Sezai Bey,
Memuren Anadolu’ya hareket ediyorum. Nez-i álinizde mahfuz (sizde bulunan) emanete ait senedi valideme terkettim (bıraktım). Avdetinizde (dönüşünüzde) emanetle senedin mübadelesi (değişimi) için Vasıf Bey biraderimize rica ettim.
Gözlerinizden öperim.
Dokuzuncu Kolordu Kıtaatı (kıt’aları) Müfettişi
Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal’
(Zát-ı álinizce mebhus (bahsi geçen) emánetin bir müddet daha muhafazasında emniyetli bir surette faide me’mul ise (fayda bekleniyorsa), o suret de cáiz olur)’
Paşa’nın diğer mektubu 1922’nin 19 Haziran tarihini taşıyor, Mustafa Kemal, aradan geçen üç sene boyunca annesine yaptığı yardımlardan dolayı Sezai Ömer Bey’e teşekkür ediyor ve daha sonra bugün hiç bilmediğimiz asıl konuya temas ediyordu: Mustafa Kemal Paşa’nın ‘halası ve diğer bazı akrabaları’ o sırada İstanbul’da bulunuyorlardı ve Paşa, Sezai Ömer Bey’den ‘akrabalarının geçimlerini sağlayabilmeleri için’, kızkardeşi Makbule Hanım’a her ay yüz lira vermesini rica ediyordu. Bu mebláğ, Sezai Ömer Bey’de bulunan Mustafa Kemal’e ait iki bin liradan ödenecekti.
100 LİRA AYLIK
Mustafa Kemal, 19 Haziran 1922 tarihli mektubunda şunları yazıyordu:
‘Muhterem Sezai Beyefendi,
Valideme gönderdiğiniz mektubu ve melfuf (ilişikteki) hesap pusulasını aldım.
Üç sene zarfında valideme gösterdiğiniz ulüvv-ı insaniyet ve muavenet tafsilátına muttali oldum (anneme gösterdiğiniz yüksek insanlığın ve yardımın ayrıntılarını öğrendim). Çok teşekkür ederim.
Nezdinizde mahfuz bulunan iki bin liradan bir müddet daha İstanbul’da kalmak mecburiyetinde bulunan hemşirem Makbule Hanım’la halam vesáir bazı akrabanın maişetlerine medár olmak (geçimlerini sağlamak) üzere Temmuz 1 ibtidásından (başlangıcından) itibaren hemşirem Makbule Hanım’a máhiyye (aylık) yüz lira vermenizi rica ederim.
Selám ve ihtirámátımı (saygılarımı) takdim ederim efendim.
Mustafa Kemal’
Paşa’nın bu iki mektubunu Sezai Ömer Madra’nın torunları ve her ikisi de ilkokul arkadaşlarım olan Salih ve Sezai Madra kardeşlerden temin ettim, kendilerine teşekkür ediyorum.
Yan taraftaki yazıda, Mustafa Kemal’in 1914’te yazdığı ve ‘Lütfi Bey’ adındaki eniştesinden sözettiği bir başka mektubu yeralıyor ve bütün bu mektuplarda bir muamma var: Mustafa Kemal’i Büyük Taarruz’un hemen öncesinde geçim dertleri ile bu derece meşgul eden ‘İstanbul’daki hala’ ile ‘diğer akrabaların’ ve Sofya’da derde düşüren ‘Lütfi enişte’nin kim oldukları...
Bu muamma 80 küsur seneden bu yana çözülmeden duruyor ve üniversitelerimizin ‘Atatürk İlke ve İnkılápları’ kürsülerindeki hocaların himmetlerini bekliyor!
Atatürk’ün ‘Lütfi enişte’ muamması
AŞAĞIDA, Mustafa Kemal’in Sofya’da ‘yarbay’ rütbesiyle askeri ataşe olarak bulunduğu sırada, 1914’ün 17 Ocak günü, İttihad ve Terakki’nin güçlü adamı Cemal Paşa’ya yazdığı bir mektubu günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum.
Yarbay Mustafa Kemal mektubunda aylığının zamanında gelmediğinden şikáyet ediyor, hakkı olduğu halde albaylığa terfi ettirilmemiş olmasından yakınıyor, annesi ile kızkardeşinin Selánik’te parasızlıktan dolayı ‘çırpındıklarını’ ve ‘Lütfi eniştenin de İstanbul’da sefil bir halde süründüğünü’ yazıyor.
Mustafa Kemal’in Manastır’daki öğrencilik yıllarından itibaren yakın bir münasebet kurduğu Cemal Paşa’ya yazdığı mektubun bazı bölümlerini bundan birkaç sene önce yayınlamıştım. Aşağıda, bu mektubun tam metni yeralıyor:
‘Muhterem Paşa hazretleri,
İlk ve son istirham mektubumun cevabı olmak üzere lutfen gönderdiğiniz 20 Aralık tarihli seçkin iltifatnamenizi aldım.
Bugün ordunun başına geçirdiğiniz genç arkadaşımızdan (Enver Paşa’yı kastediyor), hakikaten, buyurduğunuz gibi, çok şeyler bekleyebiliriz; artık zat-ı álİleri de hükümetin başına geçerek yalnız ordunun değil, memleketin her bakımdan muhtaç olduğu faydalı faaliyet ve ciddiyet sahasını açarsınız.
Bizim burada kimbilir ne kadar zevkli bir hayat geçirmekte olduğumuzu -Fethi Bey’le olan mektubunuzda- tahmin buyuruyorsunuz. Hakkınız var. Zaten böyle bir hayatı yaşayabileceğimizi tahmin ederek değil mi idi ki buraya gelmemizi uygun görmüştünüz. Gerçi buraya geleli iki ay olduğu halde henüz Kasım maaşımdan başka beş para alamamış olmaktan ve ilk günü kapandığımız Spplandid Oteli’nin dördüncü kat odasında her onbeş günde bir takdim olunan hesap pusulalarını birbiri üzerine yığmaktan az zevk mi olur? Öteki hükümetlerin askeri ataşelerinin ve diğerlerinin davetlerine karşılık verme sırası gelince ortadan kaybolmak, lázım geldiği için dáhil olunan kulüplere usulen ödenmesi gereken paraların yatırılması hakkındaki mektupları cevapsız bırakmak, cidden, bir Türk ataşemiliterinden beklenen hususlardandır!
İstanbul’da iken memleketin bin türlü sıkıntı ve feláket içinde koşuşturduğu bu devirde, mesainizi hangi işlere harcadığınızı düşünmeyerek, aileme yegáne sığınak olabileceği fikriyle, önce eniştem Lütfi Efendi hakkında, sonra da Sofya’da içine düştüğüm maddi, manevi ıstırabların hafifletilmesine yardımcı olmanız konusunda istirhamlarda bulunmaktan hakikaten utanmıştım. Son iltifat mektubunuz gelmeseydi ve ‘Senin aylıklar konusunda birşeyler yapmak isterim’ vaadinde bulunmamış olsaydınız, sizi artık kesinlikle rahatsız etmemeye karar vermiştim.
Bendeniz şimdilik hakiki bir Osmanlı askeri ataşesine láyık olabilecek vaziyeti almak için ihtiyaç bulunan hususları değil, burada aç ve sefil kalmamanın çaresini düşünmek mecburiyetinde olduğum için vaad buyurduğunuz işi Kasım ve Aralık tahsisatının biran evvel göndertilmesine ve bundan sonra da muntazaman tesviyesini sağlamaya ayırırsanız pek ziyade minnetdarınız olurum; çünki şimdiye kadar karnımızı doyuran Fethi Bey (o sırada Sofya Büyükelçisi olan sonraki yılların Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Fethi Okyar) gidiyor, Boter (o yıllarda İstanbul’un en meşhur terzisi) alacağını istemekte amansız davranıyor, Selanik’te valide ve hemşire çırpınıyor, Istanbul’da enişte sefil sürünüyor.
İltifatnamenizin zarfında ‘Comm....’ (yarbay rütbesini kastediyor) yazacak yerde ‘Colonel’ (albay) yazmışsınız. Bunun dalgınlık eseri olduğunu tahmin etmek güç olmadığı halde bilmem ne gibi yanlış düşünceler bendenizi şu suretle düşündürdü: Derne’deki hizmetimden naşi Enver’in vaktiyle takdim eylediği defterde ismimin hizasında ‘Terfi ve nişan ile taltife hak kazanmıştır’ denmişti. Son zamanlarda Akdeniz Kumandanlığı’ndan da resmen verilen belgede de ‘mutlaka terfi ettirilmelidir’ kaydı vardı. Bu kayıtları tabii ki, devletin eski idarecileri göremezdi. Fakat bugün orduyu gençleştirmek üzere iktidarı alan dostlar için bu belgeler aranılıp bulunamayacak fırsatlardan değil midir? Her ne hal ise, adam olanlar maddi olarak küçük kalarak da vatana borçlu oldukları büyük fedakárlıkları yapmanın yolunu bulurlar! Hürmetle ellerinizden öperim efendim.
M.Kemal’
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2005
Bülent Ecevit ile geçen hafta Ankara’da yaptığım tarih sohbetinin bir bölümünü dün yayınlamıştım, bugün de Ecevit ile Osmanlı’da şeriatın varolup olmadığı konusunda yaptığımız sohbeti naklediyorum. Osmanlı Devleti Ecevit’e göre şeriatla değil, laisizme yakın bir sistemle yönetiliyordu; Abdülhamid dönemi bile bu çizgideydi ve sarayın içinde çok laik bir düzen vardı.
Bülent Ecevit ile hafta içerisinde Ankara’da yaptığım tarih sohbetinin bir bölümünü dün yayınlamıştım. Ecevit, Sadrazam Midhat Paşa’ya verdiği önemi anlatmış, Atatürk ile Midhat Paşa’nın ‘birbirlerini tamamlayan bir süreç’ olduğunu, hattá köykentlerin ilhamını da Midhat Paşa’dan aldığını söylemişti.
Bugün, Ecevit ile Osmanlı’da şeriatın varolup olmadığı konusunda yaptığımız sohbeti naklediyorum. Osmanlı İmparatorluğu, Bülent Ecevit’e göre şeriat devleti değildi, laisizme yakındı, Sultan Abdülhamid bile bu çizgideydi ve sarayda çok laik bir düzen vardı.
İşte, Bülent Ecevit’in ‘Osmanlı ve laiklik’ konusunda söyledikleri:
Efendim, Osmanlı Devleti sizce bir şeriat devleti miydi?
- Laisizme yakındı hiç kuşkusuz. Neredeyse, Abdülhamid bile öyleydi. (Bazen din üzerine yoğunlaşması) şundan olmuş olabilir: Nasıl şu son bir-iki yıl içinde Türk halkı batıdan usanıp ‘Bizi mahvediyorlar’ demeye geldiyse, Abdülhamid de muhtemelen o nedenle biraz sağa-sola, Japonya’ya, Çin’e açılmıştır. Meselá benim baba tarafından bir dedem ulemadan önemli bir kişi, onu bir heyetle Çin’e gönderiyor, dedem dostluk ilişkileri için orada Müslümanlarla buluşuyor.
Peki, devlet neden şeriat yerine laisizme yakın bir yol izlemedi?
- Osmanlı’da İslam unsuru çok önemli. Fakat aşırı ihtiraslarla falan o da dejenere edilmiş ama bu da psikolojik bir olgu bence. Din değiştirenlerin daha daha tutucu olması (devşirmeleri kasteiyor). Hareket noktası ise, İslam. Fakat o İslam, Orta Asya kökenli bir İslam. Türkiye’ye Alevilikle, Bektaşilikle gelmiş; hattá Osmanlı Türkiyesi’nden önce Türkmenler getirmişler. Fakat bunlar arasında çok büyük bir fırsat kaçırıldı. Nedeni de, Yavuz Selim ile Şah İsmail’in kavgası. Bunların ikisi de Türk, üstelik Şah İsmail daha da Türk. Yunus Emre düzeyinde Türkçesi ve şiiri var. Öbürü de çok yetenekli fakat İslam’dan güç alma ihtiyacını duyuyor ve ikisi siyasi maksatla birbiriyle kavga ediyor. Yoksa sarayın kendi içinde bile çok laik bir düzen var. Bunu içimize sindirmemiz lázım.
Bir Osmanlı Tarihi yazmaya niçin karar verdiniz?
- 1985’te artık tamamen itilmiş durumdaydım. Hamburg Üniversitesi’nden bir çağrı geldi. İki sömestr Atatürk konulu ders vermem için. Oraya da bir hayli malzemeyle gittim. Hiç akademik hayatım yoktu ama orada ilk defa çok zevk aldım ve epey bir malzeme biraraya getirdim. Tabii, sonra daha fazla şeyler ekledim. Kitapta hangi padişah ne yapmıştı, onlara girmiyorum.
Kendi anılarınızı da yazacak mısınız?
- Vakit bulabileceğimi sanmıyorum. Sol harekete, sosyal demokrat konumdaki somut adımları ben kendi bakanlığım sırasında (1961’deki Çalışma Bakanlığı sırasında) başlattım ama beni onlar solcu saymazlar. ...Çok daha iyi incelenmesi gereken şeyler var. ...Kısacası kendime ayıracak vaktim yok. Bütün bunların içinde kendimi anlatmak içimden hiç gelmiyor da, yapmış olabildiklerimden yararlanarak bir şeyler sunabilir miyim diye düşünüyorum. Yoksa benim Vahdettin ile ne alákam var? Eniştemle teyzem dolayısıyla.
-SON-
İlkokuldayken istihbarat yapmış
Bülent Ecevit’in eniştesi ve Sultan Vahideddin’in eski damadı olan İsmail Hakkı Okday, cumhuriyetin ilánından sonra hariciyeye geçmiş ve konsolosluk yapmıştı ama asıl görevi, istihbaratçılıktı ve o zamanın istihbarat teşkilátının önde gelen isimlerinden biriydi. Ecevit, İsmail Hakkı Bey’den bahsederken ‘Çok iyi, çok önemli bir istihbaratçıydı’ dedi ve henüz ilkokul öğrencisiyken eniştesine bir ara istihbarat bilgileri toplama konusunda yardım ettiğini anlattı: ‘Eniştem, bir ara İtalya’ya, Bari’ye başkonsolos gitti. Ben daha ilkokul çocuğuydum, beni de götürdü. İtalyanlar’ın ne yapmak istediklerini, Türkiye’ye karşı ne şekilde çalışmalar içerisinde bulunduklarını öğrenmek istiyordu. Beni ‘Oralara bir bak bakalım; ne var, ne yok’ deyip limana gönderirdi. Tabii, şey olarak (ajan olarak) değil ama o yaşta bir çocuktan aldığı gözlemlerden bile epey teknik bilgiler çıkartırdı’
Samsun tartışmasına belgeli bir katkı
Bülent Ecevit’in başlattığı Sultan Vahideddin tartışması sırasında, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a padişahın talimatıyla mı yoksa kendi kararıyla mı gittiği konusu da gündeme geldi.
Burada konunun ayrıntılarına girmeden, Samsun yolculuğu konusunda pek bilinmeyen bir belgeyi, Mustafa Kemal Paşa’nın elyazısıyla olan bir mektubu yayınlıyorum. Paşa bu mektubu, sonraki senelerde Türkiye’nin en tanınmış zeytinyağı fabrikatörlerinden biri olacak olan dostu Sezai Bey’e yani Sezai Ömer Madra’ya göndermiş. Üzerindeki ‘17 Mayıs’ tarihinden ve zarftan, mektubun Bandırma Vapuru’nda yazıldığı ve Sezai Bey’e daha sonraki günlerde Samsun’dan elden gönderildiği anlaşılıyor. Belgeyi, Sezai Ömer Bey’in ilkokul arkadaşlarım olan torunları Salih ve Sezai Madra kardeşlerden temin ettim, kendilerine teşekkür ediyorum.
Mektubun Vahideddin tartışmalarını ilgilendiren tarafı, hemen ilk cümlesi: Mustafa Kemal Paşa ‘Azizim Sezai Bey’ hitabından sonra ‘Memuren - yani, görevli olarak- Anadolu’ya hareket ediyorum’ diyor ve annesi Zübeyde Hanım’a bıraktığı bir senetten ve senetle ilgili olarak yapılacak işlerden bahsediyor. Paşa, mektubu ‘Dokuzuncu Ordu Kıtaatı (kıt’aları) Müfettişi Mirliva (tuğgeneral) Mustafa Kemal’ diye imzalamış.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2005
Ben, bir gazetecinin köşesinde kendi kitabının reklamını yapmasını hiçbir zaman etik bir davranış olarak kabul etmedim ama sözünü edeceğim eser artık piyasada hiçbir şekilde bulunmadığı için, bahsinde bir mahzur görmüyorum: Sultan Vahideddin’i konu alan ve onun özel evrakına dayanılarak yazılmış olan tek belgesel kitap, bendenize ait bulunan ve şimdi ‘nádir kitap’ sayılan ‘Şahbaba’dır. Vahideddin’in sürgünde yaşadığı İtalya’nın Sanremo kasabasında 1925 yılında kaleme aldığı ve gündemimizi işgal eden
‘hain miydi, değil miydi?’ tartışmalarına cevap teşkil eden hatıralarının bazı bölümlerini Şahbaba’dan burada günümüz Türkçesi’ne aktarırken, konunun bir başka boyutuna da temas etmeden geçemeyeceğim: ‘Şahbaba’nın bir nüshasını o zaman Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’e de göndermiş ve Demirel’den ‘Bu değerli kitabınızdan dolayı sizi tebrik ederim’ meálinde bir teşekkür mektubu almıştım. Ama ben, Şahbaba kitabımda Vahideddin’in ‘hain olmadığını’ söylüyordum!
BÜLENT Ecevit’in başlattığı ve günlerdir devam eden ‘Vahideddin hain miydi, değil miydi?’ tartışmasına Sultan Vahideddin bu hafta bu sayfada bizzat katılıyor ve hakkındaki suçlamalara kendisi cevap veriyor.
Önce, açıkça ifade edeyim: Sultan Vahideddin’in okuyacağınız sözleri, kendimden intihaldir!
Benim söylemem belki biraz tuhaf kaçacak ama, Sultan Vahideddin hakkında şimdiye kadar yazılmış olan ve padişahın özel evrakına dayanan tek belgesel kitap, bendenize ait olan ve bundan yıllarca önce yayınladığım ‘Şahbaba’dır.
TEK KİTAP BUDUR
Kitabın temelini, hükümdarın ailesinin 70 küsur yıl boyunca itinayla muhafaza ettikten sonra yayınlamam için verdikleri Vahideddin’e ait hatıralar, mektuplar ve belgeler, yani birinci elden kaynaklar oluşturuyordu.
‘Şahbaba’ dışında kalan Vahideddin ile ilgili diğer bütün kitaplar ise -Damad Ferid Paşa’nın yaveri Tarık Mümtaz Göztepe’nin yazdıkları hariç olmak üzere- ya hayal mahsulüydüler, yahut ikinci derece kaynaklardan derlenmişlerdi.
Ben, bir gazetecinin köşesinde kendi kitabının reklamını yapmasını hiçbir zaman etik bir davranış olarak kabul etmedim. Ama bu sayfada bugüne kadar sözünü hiç etmediğim eserim artık piyasada hiçbir şekilde bulunmadığı için, bahsinde bir mahzur görmüyorum.
Padişaha ait belgelerin şimdi nerede diye senelerden beri soranlara da, kısaca cevap vereyim: Şahbaba’nın yayınlanmasından sonra her belgenin birkaç kopyasını çıkarttım ve bütün evrakı, padişahın kanuni várislerinin de istekleri doğrultusunda, mühürlü bir torba içerisinde ve ‘50 sene boyunca açılmaması’ şartıyla, resmi bir kuruluşa verdim.
Şimdi, Vahideddin hakkındaki tek belgesel çalışmayı yapmış kişi olarak, onunla ilgili kanaatimi açıkça söyleyeyim: Herşeyin bittiği bir anda tahta çıkmış ve iktidarı Bebek ile Aksaray arasında kalan birkaç semte sıkışmış çaresiz bir padişahtır. Hain değildir, hattá ben memleketini sevdiğinden şüphe bile etmem. Ama, birşeyler yapmaya çalışırken büyük hataları da olmuştur fakat bu hataların ihanet çizgisine getirilmemesi lázımdır. Nutuk’ta geçen Vahideddin ile ilgili ifadelerin ise o günlerin şartları ve yeni kurulmuş olan bir devletin meşruiyet çabası dahilinde yorumlanması gerekir.
‘İhanet’ ifadesi devlet adamları için kullanılabilir fakat hükümdarlara böyle bir yafta yapıştırılamaz; zira hükümdarlar, hükmettikleri toprağın çocuğu iseler, başlarında bulundukları devletin kendilerine Allah’ın bir lutfu, bir ináyeti olduğuna inanır ve devleti hususi mülkleri olarak görürler. Dolayısıyla, bir hükümdarın devletine, yani kendi mülküne ihaneti, aklı başında bir aile reisinin durup dururken evini yakması yahut esnaftan birinin, meselá bir bakkalın hiçbir sebep yokken dükkánını ateşe vermesi gibidir ve mantık dışıdır.
DEMİREL’İN MEKTUBU
Bu sayfada Sultan Vahideddin’in sürgünde bulunduğu İtalya’nın Sanremo kasabasında 1925 yılında kaleme aldığı ve bugünkü tartışmalara cevap teşkil eden hatıralarının bazı bölümlerini günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Ama, konunun yazıp yazmama hususunda günlerden beri düşündüğüm ve çok kısa bahsetmeye karar verdiğim bir başka boyutu daha var:
‘Şahbaba’nın bir nüshasını o zaman Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’e de göndermiş ve Demirel’den ‘Bu değerli kitabınızdan dolayı sizi tebrik ederim’ meálinde bir teşekkür mektubu almıştım.
İşin ilginç tarafı ise şuydu: Ben, Şahbaba’da Vahideddin’in ‘hain olmadığını’ söylüyordum!
Paratoner görevi yaptım, musibetleri üzerime çektim
MEMLEKETE PARATONER OLDUM: ‘Karşınızda köklerinden koparılmış, bir girdapla sahile fırlatılıp atılmış bir kazazede var. Ben bu kargaşa içerisinde önümde daha ne kadar yol kaldığından habersizim ve bu işin neticesini de sadece Allah biliyor. ...Ne yapabiliriz ki? Kader, bu konuda düşündüğümden farklı bir yol çizdi.
Ben, dindar bir insanım. ...Vazifemi çok karmaşık bir dönemde, bir insanın yapabileceği en iyi biçimde tamamladığıma bütün yüreğimle ve kat’iyetle inanıyorum.
İnsanın zaafları da söz konusu... ‘Beşer şaşar’ ifadesinin doğru olduğunu çok iyi biliyorum ama, aşılması zaten imkánsız olan savaş zamanının engellerini ve daha sonra mütareke ile ortaya çıkan güçlükleri yenemediysem de, memleketimin iyiliği için yapmam gereken herşeyi yaptığımı iddia ediyorum.
Mütareke yıllarında ortaya çıkan bütün fácialara ve olaylara karşı gerçi kalkan olamadım ama paratoner vazifesi gördüm ve öyle zannediyorum ki, bütün musibetleri de üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım. Ama gelin görün ki, bugün yaşayan kurban benim; daha doğrusu fedakárlığın kurbanı!’
KAÇMADIM, HİCRET ETTİM: ‘Her tarafı istilá eden inkılap ve ihtiras içerisinde bunaldım. Bana teklif edilen şekildeki hiláfete ne karşı koyma, ne de başeğme imkánı görmeyerek kamuoyunda sükûn ve durumda açıklık belirinceye kadar tehlikeli bölgeden geçici olarak ayrılmaya karar verdim. Gitmekle, vekili olduğum şánı yüce peygamberin yaptığını yaptım, kaçmadım, hicret ettim.’
İHANET ETMEDİM: ‘Talih ve kader bizi vatanımızdan ayırdı ve nihayet gurbetlere attı. Allah’ın takdiri ve kısmetimiz böyleymiş. ...Gerçi málum sebepler yüzünden dinime, vatanıma ve milletime arzu ettiğim kadar hizmete vakit ve imkán bulamadım ise de, asla ihanet etmedim. Şimdi burada zelil ve sefil bir halde kalmaktansa, Anadolu’da at sırtında olmalıydık. Ecdádımın sarıkları, aynı zamanda kefenleriydi. ...Anadolu’ya gidip ordunun başına geçmem konusunu dünürüm Sadrazam Tevfik Paşa’ya açtığım zaman, büyük bir muhalefete uğradım. ‘Böyle bir avantüre giremezsiniz. Biz, Mustafa Kemal Paşa ile haberleştik. Zaferden sonra, size bağlılığını bildirecek. Onun istemediği, sadece Damad Ferid Paşa’dır. Galip gelirse zafer sizin, Allah göstermesin yenilirse de bu yenilgi onun hesabına olacaktır. Vaktiyle Enver ve Talát yenilmişlerdi ve onların hatalarını düzeltmek için galip devletlerle şimdi siz mücadele içerisindesiniz. Anadolu’ya gidip mağlup olursanız vaziyeti kim kurtarır?’ deyip Anadolu’ya gitmeme máni oldu.’
ÜÇ BÜYÜK HATA YAPTIM: ‘Ben de insanım, hata etmediğim iddiasında bulunamam ve başlıca üç hatamı itiraf ederim: Birincisi, rahmetli biraderim Sultan Reşad’dan sonra saltanat makamını kabul etmem. İkincisi, mütareke hükümetlerine, başta Ferid Paşa olmak üzere Tevfik, İzzet, Ali Rıza ve Salih Paşalar gibi milletin ve devletin kalbur üstü isimlerine talihimi bağlayarak aldanmam. Üçüncüsü; devleti kuran ve halis muhlis Türk olan Osmanoğulları’nın memleketten sürgün edilip Hiláfetin ortadan kaldırılacağına asla inanmak istememem. ...Böyle bir tecrübeden sonra insanın vicdanının nasıl temizlendiğini, inancının ve tevekkülünün yeniden nasıl doğduğunu bilemezsiniz.’
PAŞA’YI BEN GÖNDERDİM: ‘Bugün içinde bulunduğum ve hak etmediğim düşmanlıktan rahatlık ve mutluluk duyuyorum. ...Bu, bana huzur da getiriyor. Eğer yaşarsam ve mücadeleden muzaffer çıkarsam, ‘bir kötülüğe batıp çıkmıştım’ diye teselli bulacağım. Düşmanlığa karşı mücadelenin yoğun, acı verici ama dayanılmaz olmadığına inandığım için kendimi feda ederek çok sevdiğim memleketimi kurtarmış olmaktan mutluluk duyacağım.
Memleket sevgim bana, İstanbul düşman süngüleri altındayken Mustafa Kemal Paşa’yı Yunanlıların üzerine göndermek gibi ağır bir kararı aldırarak iláhi bir mutluluğun da zevkini tattırdı.’
SEVR’İ İMZALAMAYACAKTIM: ‘O Sevr Andlaşması ki, elime ilk aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim. ...Sevr bana göre ne bir andlaşmaydı ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi.
Bana gelince; mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası’nı da zaten her türlü mes’uliyeti üzerime alarak galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye karşı aşırı düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerken biraz zaman kazanmaya çalıştım, zira olayların gidişatını normale sadece zaman çevirebilirdi.
...Eğer işler kötü gider ve bu oyalamakta muvaffak olamazsam, andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım.’
HAZİNEYİ ALMADIM: ‘İstanbul’u terkederken Osmanoğulları’na ait bulunan ve benim için çok büyük kıymet taşıyan eşyaları yanıma almayı düşünmedim. Bu sebeple, yabancı bir memlekette şimdi beş parasız, yüzüstü ve ızdırap içinde kaldık.’
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2005
Bursa hapishanesi 1940’ların sonuna doğru ‘iş yurdu’ haline getirilmiş, mahkûmların hapishanedeki atelyelerde imal ettikleri malları dışarıya satmalarına izin verilmiş ve Názım atelyelerden birinde tül dokuyup satmaya başlamıştır. Şair, annesi Celile Hanım’a 1940’ların sonunda yazdığı bir mektupta bu perde konusundan bahsediyor, sonra sağlığının pek iyi olmadığını yazıyor, kalbinden şikáyet ediyor, sonra ‘Dişimi sıkıp ölmemeğe çalışırım’ diyor ve yeniden resim yapmaya başlayacağını söylüyor.
NÁZIM’ın kapatıldığı Bursa hapishanesinde 1940’ların sonuna doğru küçük atelyeler kurulmasına ve mahkûmların atelyelerde imal ettiklerini dışarıya satmalarına izin verilmiştir.
Şair, atelyede tül perde dokumakta ve perdeleri satmaları için ailesine göndermekte ama perdeleri aslında aile mensupları satın almaktadır. Yakınlarının söylediklerine göre tüllerin renkleri fenadır, zira hapishane idaresi Názım’a daha güzel renkte iplik vermemektedir.
Názım, annesi Celile Hanım’a 1940’ların sonunda gönderdiği bir mektupta perde konusundan bahsedip fiyat verirken sağlığının pek iyi olmadığını yazıyor, kalbinden şikáyet ediyor, sonra ‘Dişimi sıkıp ölmemeğe çalışırım’ diyor ve yenien resim yapmaya başlayacağını söylüyor.
İşte, Názım’ın mektubunun tam metni:
‘Anneciğim,
Mektubunu aldım, hemen cevap veriyorum. Bundan önce de Sáre teyzemden ve senden müştereken gelen mektuba cevap vermiştim. Demek o mektubu almadın. Her ne hál ise, bir daha yazayım.
1- Sıhhatımda bir değişiklik yok, iláçlarıma, perhize muntazaman devam ediyorum. Sinirlenmezsem, heyecanlanmazsam kriz filan da gelmiyor, sadece bir ağırlık var göğsümde. Fakat en ufak bir heyecana kapıldım mı sorma gerisini. Ben de bundan dolayı, hapisane şartları içinde ne kadar sinirlenmemek, heyecanlanlamak, üzülmemek kabilse o kadar buna çalışıyorum.
2- Hastahaneye gitmek istemem, orda büsbütün ásábım bozulur, hastahaneleri -hem de hususilerini- teyzem de gayet iyi bilir, ben de bizim hapisane mahkûm koğuşlarında, hattá senatoryomda yattım, bilirim. Bundan dolayı hastahaneye gitmek sıhhat durumumu bir kat daha berbatlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Burada elden geldiği kadar kendime bakıp, adaletin tecelli edeceği güne kadar kadar dişimi sıkıp ölmemeğe çalışırım. Sen merak etme, üzülme canım anneciğim, ne de olsa acı patlıcanı kırağı çalmaz.
3- Bana hemen ilk postayla senin işe yaramaz yağlı boyalardan yolla, yine resim yapmak hevesine kapıldım, böylelikle oyalanırım da, fazla dolaşıp -hapisane avlusunda- kendimi yormam da.
4- Perdeler için ben de Alparslan’a yazacağım ama, sen de Nimet teyzeme bildir, bir kere de o yazsın: Perdeler metrosu 300 kuruş ile 335 kuruş arasında verilebilir, saçaklar da 100 kuruş ile 90 kuruş a rasında.
5- Seni, Sáre teyzemi, Mimi’yi, Ömer’i, büyükannemi hasretle kucaklar, senin ve büyük annemin ve Nimet teyzemin ellerinden öperim. Mektubumu alır almaz bana hemem cevap ver de meraktan kurtulayım. Ha, bu hastahane meselesi için Válá’dan da mektup aldım, ona da aynı şeyi yazdım. Teyzem, dayıdan birşeyler öğrenecekti, öğrenince bana yazsın.
Názım’
Çerkes Edhem, Názım’ın kuzenini kaçırmış, fidyeyi de Caroline Koç’un dedesi ödemişti
NÁZIM’ın mektubunda bahsi geçen ‘Alparslan’, şairin annesinin teyzesinin kızı Nimet Hanım ile İttihadçılar’ın İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğluydu ve 1919’da Çerkes Edhem tarafından kaçırılmış ve fidye ödenmesinden sonra serbest bırakılmıştı.
Yıllar önce yazdığım ama hálá çok az bilinen ve içerisinde son derece ilginç isimlerin yeraldığı bu olayı, Názım Hikmet’in mektupları vesilesiyle kısa da olsa yeniden hatırlatmak istedim:
Valiliği sırasında aldığı bir tedbir, Rahmi Bey’e tutukluluğu sırasında büyük üzüntüler çektirecektir:
Cumaovası’nda ‘von Heemstra’ adında Hollandalı bir barona ait son derece zengin bir çiftlik vardır ve Çerkes Edhem ile adamları haraç için çiftliği basma planları yapmışlardır. Vaziyeti önceden öğrenen Rahmi Bey, bir jandarma müfrezesi gönderip baskına engel olur ve Edhem Bey’in birkaç adamına da güzel bir dayak attırır.
İNTİKAM İÇİN
Onurunun zedelendiğini ve Rahmi Bey’den intikam almak zorunda olduğunu hisseden Çerkes Edhem, intikamın yolunu hadiseden birkaç sene sonra bulur: O sırada artık İzmir valisi olmayan ve İttihadçı arkadaşlarıyla beraber İstanbul’daki Bekirağa Bölüğü’nde çile dolduran Rahmi Bey’in Bornova’da bir İngiliz okuluna giden sekiz yaşındaki oğlu Alparslan’ı 1919’un 12 Şubat’ında kaçırıp fidye ister.
Rahmi Bey, arkadaşları ve akrabaları vasıtasıyla mallarını satışa çıkartırken, eski valilerini unutmayan İzmirliler de fidyenin ödenebilmesi için yardım kampanyası başlatır ve Ege’nin önde gelen zenginlerinden borç isterler. Paranın üçte biri kampanyadan karşılanır, geri kalanını da Rahmi Bey’in Mahmut ve Nazmi adında iki arkadaşıyla Bornova’da fabrikatörlük eden bir Fransız, Henri Giraud temin eder ve o zamanın parasıyla çok büyük bir servet olan tam 53 bin lira ödeyerek küçük Alparslan’ı 6 Mart günü serbest bıraktırırlar.
Şimdi de, hadisenin içerisinde bulunan ve yazının başında sözünü ettiğim ilginç isimleri sıralayayım:
Çerkes Edhem’in basmak istediği çiftliğin Hollandalı olan sahibi, savaştan sonra Türkiye’den ayrılıp memleketine dönecek, kızı birkaç sene sonra bir İngiliz bankerle evlenecek, 1929’da onun da bir kızı olacak ve ismini ‘Edda’ koyacaklardır. Tam ismi ‘Edda Kathleen van Heemstra Hepburn-Ruston’ olan bu kız ileriki senelerde ‘Audrey Hepburn’ adıyla tanınacak ve başrolünde oynadığı ‘Roma Tatili’, ‘Tiffani’de Kahvaltı’ ve ‘My Fair Lady’ gibi filmlerle gönüllerde taht kuracaktır.
Alparslan için istenen fidyenin büyük kısmını ödeyen Henri Giraud ise ailesiyle beraber Türkiye’de yaşamaya devam edecektir. Giraud ailesi bugün de Türkiye’de yaşıyor ve Koç ailesinin dünürü oluyor: Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un eşi Caroline, işte küçük Alparslan’ın fidyesini ödeyen Henri Giraud’nun torunu.
1988’DE ÖLDÜ
Hadisenin kahramanı olan küçük Alparslan ise daha sonra uzun seneler Avrupa’da yaşadıktan sonra Türkiye’ye döndü ve hayata 1988 Mayıs’ında 78 yaşındayken İzmir’de veda etti. Názım Hikmet’in yayınladığım mektuplarını bana veren Melekşah Arslan, işte bu Alparslan Bey’in tek çocuğu.
Aşağıda, Çerkes Edhem’in küçük Alparslan’ı serbest bırakmasından sonra çocuğun annesi Nimet Hanım’a gönderdiği mektubu kısaltarak ve mektubun son derece ağdalı olan dilini günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Edhem Bey ‘Kabahat bende değil, kocanızda. Bizi küçümsedi’ diyor:
‘Muhterem hemşire,
Hadisenin ilk günü meydana gelen iki-üç çatışma, ciğerinizin parçası olan yavrunuz için sağlanan rahata engel oldu. Demek ki, kocanız bizi ve Çerkesliği küçümseyip milletin mukadderatıyla oynarken Alparslan’ın rahatı ve huzuru için çalışıyormuş. Süphanallah!
...Yine bahtiyarsınız. ...Şükrediniz ve lutfen kocanıza söyleyiniz: Biz haysiyetimizin ve izzet-i nefsimizin iadesi için içerisine girdiğimiz şu vicdanı var ise o müteessir olsun. Bizler onun teessürünü hissettikçe gezeceğimiz yalçın, haşin, korkunç dağlar arasında teselli olmaya çalışacağız. Derin hürmetlerimi gönderir ve yavrucuğunuzu kucağınıza iade etmekle şeref kazanırız efendim’
Tülleri sattılar mı teyzeciğim?
NÁZIM, hapishanede dokuduğu tüllerle ilgili olarak annesinin kuzeni Nimet Hanım’a 1940’ların sonunda gönderdiği mektupta şunları yazıyor:
‘Sevgili teyzeciğim,
Benim tezgáhların işine bakan zátın İstanbul’a gitmesinden faydalanarak hem ellerinizden öptüğümü söylemek, hem de sizden Alparslan’la (teyzesi Nimet Hanım’ın oğlu) nasıl temas edebileceğimi öğrenmek istedim. Kendisine satması ricasıyla bundan iki ay kadar önce perde yollamıştım. Fakat o sırada .....faciayla karşılaştığı için her halde büyük derdinin, kederinin arasında benim işle gayet haklı olarak uğraşamadı. Merak ettiğim, malın eline ulaşıp ulaşmadığıdır. Kendisine mektup yazdım. İzmir adresine. Karşılık alamadım. Siz, hámili varaka Nuri Bey’e Alparslan’la nasıl temasa geçebileceğini lutfen söyleyiniz yeter.
Ellerinizden bir kere daha öperim.
Názım’
-SON-
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2005
Názım, annesi Celile Hanım’a Bursa hapishanesinden 1940’ların sonunda gönderdiği bir mektupta hapishane şartlarının giderek ağırlaştığını söylüyor ve ‘Geldiğiniz takdirde, en fazla bir saat görüşebiliriz. Bu şartlar altında çoluk çocuk perişan olmayın’ diyor. Celile Hanım ise, kuzeni Nimet Hanım’a Názım’dan bahsederken ‘Kimbilir ne ruhi buhranlar geçiriyor? ...Kurtulacak mıyım diye ne ümidleri mahvoluyor. ...Şimdiye kadar deli olmadığına şaşıyorum. Çok metanetli imiş. Fakat zannedersem kuvvetinin, metanetinin sonuna varmıştır. Bu kadar haksızlık nasıl oluyor? İnşallah, çilesinin sonuna ermiştir. Düşündükçe, zihnime fenalık geliyor’ diye yazıyor.
NÁZIM, annesi ressam Celile Hanım’a Bursa hapishanesinden üzerine tarih koymadan gönderdiği ama 1940’lı senelerin sonunda yazdığı anlaşılan bir mektupta cezaevi şartlarının ağırlaşmasından yakınıyor, sonra annesinden kendisini ziyarete gelmemesini istiyor.
Mektuptan anlaşıldığına göre, cezaevi müdürü, Názım’a kolaylık gösterdiği için görevinden alınıp mahkemeye verilmiş, cezaevi savcısı da bir hayli söz işitmiştir. Müdürün gösterdiği kolaylık, büyük ihtimalle, Názım’ın eşi Piraye’nin ziyarete geldiği günlerde şairin şehirdeki bir otelde birkaç saat geçirmesine gözyummasıdır.
Aşağıda, Názım’ın mektubunun tam metnini veriyorum. Mektupta isimleri geçen kişilerin kim olduklarını da söyleyeyim: ‘Münevver’ málum, Názım’ın ikinci eşi ve oğlu Memed’in annesi, ‘Sáre teyze’ şairin annesi Celile Hanım’ın kızkardeşi Sáre Mocan’dır. ‘Samiye’, Celile Hanım’ın kızı yani Názım’ın kızkardeşi; ‘Seyda’, Samiye Hanım’ın kocası ve dolayısıyla Názım’ın eniştesi, ‘Hikmet’ ile ‘Ayşe’ de Sámiye ile Seyda’nın çocuklarıdır ve Názım bu iki çocuğun dayısı olmaktadır.
İşte, Názım’ın mektubu:
‘Anne,
İstanbul’a geldiğinizi Münevver’den öğrendim. Bugünlerde Kuzguncuğa geleceğinizi de yazıyordu. Onun için bu mektubu ona yolladığım mektubun zarfı içine koyuyorum. Kendisi size verecek. Sıhhatimi merak etmeyin, iyiyim. Kendime gayet iyi bakıyorum. Hiç ölmeğe niyetim yok, keyfim yerinde, dünya güzel. Kötü olan birşey var, bizim ziyaret meselesi.
Eski müdürü nihayet işinden çıkardılar ve mahkemeye verdiler. Sebeplerden üç tanesi de bana karşı gösterdiği müsamaha ve bu arada, ziyaret meselesi. Bundan dolayı müddeiumuminin (savcının) de başı ağrıdı ve yeni gelen müdür adetá bana selám vermeğe korkuyor. Bu şartlar altında, Sáre teyzeme de yazmıştım, ne müddeiumumiden (savcıdan), ne de müdürden ziyaret için ayrıca izin alamam ve zaten almak da istemem, hele müddeiumumiye (savcı) karşı yüzüm yok. Her ne hál ise.
Yani beni ancak pazarertesi yahut perşembe günü, o da azami bir saat görebilirsiniz. Bu şartlar altında isterseniz gelmeyin. Çoluk çocuk boşuna perişan olmasınlar. Elbet de gelecek seneye kadar şartlar değişir, zaten burası iş yurdu oluyor. Bu sıkılık o vakit değişir sanıyorum. Eski müdürün mahkemesi de bitmiş olur. Nasıl olsa daha bir hayli sene Bursa kalesinde misafiriz.
Senin mübarek ellerinden öper, Sámiye’yi, Seyda’yı, Sáre teyzeyi, Hikmet’i, Ayşe’yi hasretle kucaklarım canım anneciğim...
Oğlun
Názım’
Oğlum şimdiye kadar nasıl oldu da delirmedi, şaşıyorum
ŞAİRİN annesi Celile Hanım, 1950 kışını o sırada Adana’da yaşayan kızı Samiye ile damadı Seyda’nın yanında geçirmektedir.
Celile Hanım, 4 Şubat günü İstanbul’da bulunan kuzeni Nimet Hanım’a yazdığı mektupta önce sağlığından ve kiracılarının kiraları ödememelerinden yakınıyor, derken sözü oğlu Názım’a ve af söylentilerine getiriyor, ‘Çok metanetli imiş. Fakat zannedersem kuvvetinin, metanetinin sonuna varmıştır. Bu kadar haksızlık nasıl oluyor? İnşallah, çilesinin sonuna ermiştir’ diyor.
Aşağıda, Celile Hanım’ın oldukça uzun olan mektubunun bazı kısımlarını veriyorum:
‘Sevgili, hakikatli cancánım!
Mektubunuzu kemál-i memnuniyetle aldım. Bizi düşündüğünüze teşekkür ederim. Telefonda konuşamadığım için konuşamadım, dinledim. Ben burada, cancan ötede. Nasıl oluyor bu iş, insanın aklı kavramıyor. Bunu bulan kafalara hayran olmamak ne mümkün!
Hepimiz iyiyiz. Benim tansiyonum 20 olmuştu, perhizle 18 buçuğa indi. Sol kolumda şiddetli bir sancı peydah oldu. Romatizma imiş, pek rahatsız ediyor. Mütemadiyen ağrıyor. Midem de bozuk. Bunlardan ve kalp sıkıntısından başka hastalığım yok, hamdolsun. Buna da şükür. Ya şeker veya üre olursa? Hamdolsun, daha yok.
Çok göreceğim geldi. Ne olur Adana’ya gelsen? Çocuklar bekliyorlar. Toros ile (Toros Ekspresi ile) uzun sürmez. Sabah saat dokuzda Haydarpaşa’dan hareket, o gece Ankara, ertesi gün öğleden sonra bir buçukta Adana. Yollar güzel, Toros dağları karlı, tüneller, sular, çam ağaçları, güzel manzaralar. Bir kitap elinde oldu mu, su gibi saatler akar gider.
... Aff-ı umumi (genel af) olacak mı, ne olacak bu iş, ne netice verecek? ...Helecan içindeyim.
DELİRMEK İŞ BİLE DEĞİL
Doktor keratası üç aylık aldı, gitti. Selánikli Kemal de ben geleli on para vermiyor. Dolandırıcı Neşet’le birlik olmuşlar zahir, on para vermeyelim diye karar vermişler demek. Nasıl olsa hasta, yalnız bir kadın, bizle uğraşamaz, biz de bedava otururuz diyorlar. İstanbul’a gelir gelmez mahkemeye vereceğim. Avukat bulmalı, uğraşmalı. Allah kuvvet versin.
...Ben bir yerlere pek gitmiyorum, en çok evde oturuyorum. Resim yapıyorum, bulduğum kitapları okuyorum. Kendimi, dertlerimi unutmaya çalışıyorum. Eğer gelirsen çok iyi olur, sayende gezeriz. Seyda ‘teyzemi gezdirir, eğlendiririm’ diyor. Hayatın değişir, sinirler düzelir, bir nefes alırsınız. Kötü düşünceleri, kötü hatıraları unutmaya çalışmalı, avunmalı. Aksi takdirde delirmek iş bile değil. Yatağa yattığımda, düşünmemek için sayı sayıyorum.
Oğlana, iláçları ve süveteri aldığına dair mektup yazıp soracağım. Kimbilir ne ruhi buhranlar geçiriyor? Kimseye söylemez. Kurtulacak mıyım diye ne ümidleri mahvoluyor. Yeise düşüyorum. Hasta kalbini ne hırslar kemiriyor. Şimdiye kadar deli olmadığına şaşıyorum. Çok metanetli imiş. Fakat zannedersem kuvvetinin, metanetinin sonuna varmıştır. Bu kadar haksızlık nasıl oluyor? İnşallah, çilesinin sonuna ermiştir. Düşündükçe, zihnime fenalık geliyor.
Cancánım, Seyda, Samiye, Ayşe, Hikmet ellerinden öperler. Ben de binlerce yanaklarından hasretle öperim efendim.
Ablan
Celile’
İmdadıma Hızır gibi yetişiyorsun teyzeciğim
NÁZIM’a hapishanede maddi bakımdan sıkıntı çekmemesi için yardımda bulunanların başında, şairin annesi Celile Hanım’ın teyze çocuğu olan Nimet Hanım geliyordu. Názım, Nimet Hanım’a 8 Ekim 1949’da gönderdiği mektupta teşekkürlerini şöyle yazacaktı:
‘Sevgili teyzeciğim,
Biraz gecikmekle beraber, bayramınızı tebrik eder ellerinizden öperim. Kaç zamandır bana karşı gösterdiğiniz yakın ilginin minnettarıyım. Kaç yıldır, başım ne zaman darda kalsa Hızır gibi imdadıma yetiştiniz.
İki sene sonra elli yaşına basıyorum. Bu elli yıllık ömürde edindiğim en mühim tecrübelerden biri de, şair Ziya Paşa’nın şu mısraındaki hakikati iyice anlamak oldu: ‘Ayinesi (aynası) iştir kişinin, láfa bakılmaz’... Bu mısra insanlar arasındaki sevgi, şefkat, münasebetleri, insanları huyu suyu için de gayet doğru bir düsturdur. Ve siz bana şefkatınızı, ilginizi her zaman işle, fille gösterdiniz. Láfla değil, sağolun, sizi ne kadar sevdiğimi ve saydığımı tasavvur edemezsiniz.
Ben bildiğiniz gibiyim, yani cezamın on üçüncü yılını doldurduğum gibi, geri kalan on beş yılını da doldurmaya gayret ediyorum. On beş sene hapisliğe de dayanabilirsem, çıktığım zaman insanların birçoğunu çok iyi anlamış olarak çıkacağım ki, yirmi sekiz yıl hapisliğin biricik faydası da bu olacak. Görüyorsunuz ki, hiç de ümitsiz değilim.
Ellerinizden sevgiyle, saygıyla öperim teyzeciğim.
Yeğeniniz
Názım.
Halide Edip hanımefendiyi görüyorsanız, saygılarımı söyleyiniz’
YARIN: ANNE, ASABIM BOZULUYOR
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2005
Názım’ın ailesinde çok sayıda paşa, paşazáde, milletvekili ile yazar vardı ve bu akrabalar, şairin mahkûmiyetini rahat bir şekilde geçirebilmesi için devreye girmişlerdi. Ama, mahkûmiyet Názım’ın ruh halini perişan ettiğinden olacak şair bazen son derece bedbinleşecek ve annesine gönderdiği mektuplarda ‘Anacığım, beni bir ölüyü düşünür gibi düşün. Daha rahat edersin, daha az üzülürsün. Senin daha az üzüldüğünü bilmek de benim için bir bahtiyarlık olur’ diyecekti. İşte bütün bu yazışmaları bugüne kadar muhafaza eden ve Názım’ın kuzeni olan Melekşah Arslan’dan aldığım mektuplardan bazıları...
NÁZIM Hikmet 1938’de ‘komünizm propagandası yapmak’ suçuyla tutuklanıp 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edilmiş, İstanbul ve Çankırı hapishanelerinden sonra Bursa cezaevinde yatmıştı.
Názım’ın ‘İstanbullu bir paşa ailesine mensup olduğu’ hep söylenmiştir ama, son derece geniş olan bu ailenin mensupları hakkında pek detaylı bilgi verilmemiştir. ‘Risále-i Tevhid’ adındaki tasavvufi eserin mütercimi Názım Paşa, aslen Alman olan ve Sultan Abdülmecid döneminde küçük bir çocukken Türkiye’ye gelip sonradan ‘Mehmed Ali Paşa’ diye bilinen Carl Detroix, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak maksadıyla Selanik’ten İstanbul üzerine yürüyen Hareket Ordusu’nun ilk kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa, İstiklál Savaşı’nın önemli isimlerinden Ali Fuat Cebesoy, İttihad ve Terakkki Partisi’nin Merkez Komitesi üyesi ve İttihadçılar’ın İzmir Valisi Rahmi Bey, Osmanlı döneminin Hariciye Nazırlarından Reşid Paşa, politikacı Mehmet Ali Aybar ve yazar Semih Mümtaz gibi bir devrin önemli isimleri, Názım’ın dedeleri, dayıları, kuzenleri, enişteleri yahut bir başka yoldan akrabaladır.
Názım ile annesi Celile Hanım’ın mektuplaşmalarından, 1940’lı yıllarda hayatta bulunan güçlü akrabaların, şairin hapishanede fazla sıkıntı çekmemesi için devamlı olarak teşebbüslerde bulundukları anlaşılıyor. Ama, mahkûmiyet Názım’ın ruh halini perişan ettiğinden olacak, şair bazen son derece bedbin bir hál almakta ve vaziyetini mektuplarına da yansıtmaktadır.
İşte, bu mektuplardan biri. Názım, annesine Bursa hapishanesinden 1949’un 9 Ekim günü gönderdiği mektupta ‘Beni bir ölüyü düşünür gibi düşün, daha rahat edersin, daha az üzülürsün. Senin daha az üzüldüğünü bilmek de benim için bir bahtiyarlık olur’ diyor.
Aşağıda tam metnini verdiğim mektupta geçen isimlerin kim olduklarını da söyleyeyim: ‘Sáre teyze’, şairin annesi Celile Hanım’ın kızkardeşi olan ve Deli Fuad Paşalular’dan Şevket Mocan’la evlenen Sáre Mocan’dır. ‘Nimet teyze’, Celile Hanım’ın kuzeni ve İttihadçı Rahmi Bey’in eşi Nimet Hanım; ‘Ayşe’ ise İkinci Abdülhamid’in başmabeyincisi Arap İzzet Paşa’nın torunu, gazeteci Semih Mümtaz’ın kızı ve Nimet Hanım iie İttihadçı Rahmi Bey’in gelini Ayşe Zeynep Mümtaz’dır.
İşte, Názım’ın en sonunda hapishane müdürünün ‘görülmüştür’ kaydıyla imzasının bulunduğu mektubu:
‘Anacığım,
Bundan önceki mektubunu da almış hemen cevap vermiştim. Her halde eline ulaşmıştır. Sáre teyzeme, dediğin gibi mektup yazdım, içine Nimet teyzeme yazdığım mektubu da koydum. Her halde kendisine gönderir.
Ayşe’nin beni görmeğe gelmek istemesi pek hoşuma gitti. Kızcağızın aklında fikrinde böyle bir şey yoktu her halde, sen yalvarıp yakarmışsındır. Her ne hal ise, kızcağızı durup dururken rahatsız ettiğimi düşünmekle beraber onu görmekten memnun da olacağım. Ah, anacığım ‘gelecek bayramını evinde yaparsın inşallah’ diyorsun. Hiç sanmıyorum. Çünkü, bir kere, daha bayramlarca bayram buralarda kalacağımı biliyorum. Sonra, evim barkım mı var ki, çalacak kapım mı var ki. Günün birinde, belki beş on yıl sonra, sakat ve göçmüş burdan çıksam bile meskenim bekár odaları olacak. Ne diye bunları sana yazıyorum? Alışasın diye, hayale kapılmıyasın diye. Beni, bir kere ölmüş farzetsen, bunu kabul etsen, acısına bir kere katlanmış olursun ve her acı gibi bu da geçer, sonra alışırsın. Acılara ancak hapiste alışılmıyor, hapiste insan hiçbir şeyi unutamıyor, halbuki dışardaki insanlar için unutulmıyacak, alışılmayacak acı yoktur.
Bütün bunları sana, hakikati olduğu gibi görmen, hayallere kapılıp boşu boşuna üzülmemen için yazıyorum. Farzet ki, ben öldüm. Beni bir ölüyü düşünür gibi düşün, daha rahat edersin, daha az üzülürsün. Senin daha az üzüldüğünü bilmek de benim için bir bahtiyarlık olur.
İşte böyle anacığım. Ellerinden öperim, Nimet teyzemin gönderdiği parayı aldım. Dedim ya, kendisine Sáre teyze eliyle mektup da yolladım. Bir kere daha ellerinden öperim.
Oğlun
Názım’
Eski İttihadçılar, Názım için devreye girmişlerdi
NÁZIM’ın annesi Celile Hanım, kuzeni Nimet Hanım’a 5 Haziran 1943’te yazdığı mektupta Nimet Hanım’ın kocası İttihadçı Rahmi Bey’in Názım’ın Bursa hapishanesinde rahat edebilmesi için yaptıklarına teşekkür ediyor.
Mektupta bahsi geçen ‘Piraye’ Názım’ın o zamanki eşi; ‘Seyda’, Celile Hanım’ın kızı yani Názım’ın kızkardeşi Samiye Hanım’ın kocası; ‘Paşa’ denilen kişi Ali Fuad Cebesoy, ‘enişte’ ise İttihadçı Rahmi Bey’dir.
‘Sevgili kardeşim,
Piraye dün bize geldi. On gündür Bursa’dan dönmüş fakat çocuğu hasta olduğundan bana gelememiş. Biz telefon ettik, evde yok dediler. Yeri uzak olduğundan bulamayız korkusundan habersiz gitmiyoruz. Netice-i kelám, Názım’ın karısıyla size gönderdiği teşekkür mektuplarını geç yolluyorum.
Eniştemin mektubunu vali bey hemen alamamış, o aralık Ankara’da imiş. Son, Názım’ın karısına yazdığı mektupta vali beyin hapishaneyi gezmek bahanesiyle cezaevine geldiğini, Názım’la konuştuğunu ve ona ‘Rahmi Bey sizin neniz oluyor?’ diye sorduğunu ve işinin düzeldiğini yazıyormuş.
Sevgili kardeşim, eniştemin ve senin sayenizde, oğlumun biraz rahat ettiğinin haberi beni çok sevindirdi, binlerce teşekkürler. Belki istemezsiniz diye saygı sayıyor, size doğrudan doğruya mektup yazmıyor. Bunun için de teşekkür mektupları geç kalıyor.
Seyda, haftada bir eve geliyor. Güya bu ayın on beşinde terhis oluyor. İzmit’e gidecek. Niyeti de, senelik iznini 1 Temmuz’da alacak, tekrar bir ay için buraya dönecek.
Bana gelince, bu günlerde yine fenalığım üzerimde. Bir iláç alıyorum, bir ay rahat ediyorum, sonra yavaş yavaş yine fenalaşıyorum. Annem, Ankara’da imiş. Paşa’dan aldığım bir mektupta gözünden ameliyat olacak diyor.
Sevgili kardeşim, mektubumu kesiyorum. İnşaallah, eniştem artık eve dönmüştür. Lutfen kendisine teşekkürlerimi tekrar et, arz-ı ihtiram ederim. Teyzemin ellerinden, senin de maişlerinden binlerce öperim.
Ablan
Celile’
YARIN: ‘Anne, beni görmeye gelip perişan olma’
Yazının Devamını Oku