Názım’ın zindandan annesine yazdığı mektupları yayınlıyorum

Názım Hikmet, 1940’lı yıllarda hapishaneden annesi Celile Hanım’a çok sayıda mektup göndermişti.

Şair ile teyze torunu olan Melekşah Arslan tarafından senelerden bu yana özenle muhafaza edilen bu mektupların bazılarını, Hürriyet’te yarından itibaren üç gün devam edecek olan ‘Beni ölmüş bil anacığım’ başlıklı bir yazı dizisinde yayınlayacağım. ‘Anacığım, beni bir ölüyü düşünür gibi düşün’ gibisinden bedbin ifadelerle yahut ‘Senin daha az üzüldüğünü bilmek benim için bahtiyarlık olur. Ellerinden öperim’ şeklinde bir çocuk safiyetiyle dolu olan bu mektupları okurken bambaşka bir Názım Hikmet ile karşılacaksınız.

MASAMIN üzerinde şu anda sadece dertlerden, sıkıntılardan ve hasretlerden bahseden; elemlerle, hüzünlerle ve acılarla işlenmiş bir tomar káğıt var: Názım Hikmet’in 1940’lı yıllarda hapishaneden annesine gönderdiği mektuplar...

Şairin 1940’lı yıllarda hapishaneden annesi Celile Hanım’a yazdığı ve bugüne kadar hiçbir yerde çıkmamış olan mektuplarını Hürriyet’te, yarından itibaren ‘Beni ölmüş bil anacığım’ başlıklı üç günlük bir yazı dizisi halinde yayınlayacağım. ‘Anacığım, beni bir ölüyü düşünür gibi düşün’, yahut ‘Burada daha bir hayli sene misafirim anacığım. Beni görmeye gelme, çoluk-çocuk perişan olma’ gibisinden bedbin ifadelerle dolu olan veya ‘Senin daha az üzüldüğünü bilmek benim için bahtiyarlık olur. Ellerinden öperim’ şeklinde çocuk safiyetiyle yazılan bu mektupların tek bir özellikleri var: 28 yıllık mahkumiyetin çilesini dolduran bir oğulun annesine gönderdiği, içerisinde hiçbir siyasi yahut ideolojik ifadenin bulunmadığı yazılar bunlar...

Názım’ın bugüne kadar gerek gazetelerde, gerekse de kitaplarda yüzlerce mektubu yayınlandı. Bunlar hanımlara, dostlarına ve arkadaşlarına yazdıklarıydı. Ama, Názım’ın ressam Celile Hanım’a, yani annesine gönderdiği mektuplara ise pek tesadüf edilmedi.

Yarın yayınlamaya başlayacağım bu mektupları aziz dostlarımdan birinden, Názım Hikmet’in akrabalarından olan ‘İzzet Paşalulardan’ Melekşah Arslan’dan aldım. Ayrıntılara girmeden önce, bu ‘Paşalu’ tabirinin ne demek olduğunu söyleyeyim:

‘Paşalu’, eski İstanbul’a mahsus olan ve bir paşanın yahut vezirin soyundan gelenlerden bahsedilirken kullanılan bir ifade biçimidir. İstanbul konuşmasında, meselá, ‘Ahmed Paşa’nın torunu Mehmed Beyefendi’ değil, ‘Ahmed Paşalular’dan Mehmed Beyefendi’ denir. Sultan Abdülhamid’in başmabeyincisi İzzet Paşa’nın soyundan gelen ve Názım’ın mektuplarını senelerden bu yana muhafaza eden Melekşah Arslan da bu ifade biçimi doğrultusunda ‘İzzet Paşalulardan’dır.

Kendisi için bir aile mirası olan mektupları yayınlamam için bundan birkaç gün önce bana veren Melekşah Arslan’a şükranlarımı yeniden ifade ederken, bugün bu sayfada Názım’ın büyük teyzesine, yani Melekşah Arslan’ın banaannesi olan Nimet Hanım’a yazdığı bir mektuba da yer veriyorum.

Yarın başlayacak olan dizide bambaşka bir Názım Hikmet ile karşılacaksınız.

Hapishanede yazılan şiirler yanık olur!

NÁZIM,
annesinin kuzeni Nimet Hanım’a Bursa cezaevinden gönderdiği tarihsiz bir mektubunda ‘Hapishanede yazılan şiirler yanık olur!’ diyor.

Aşağıda tam metnini verdiğim mektupta bahsi geçen ve Nimet Hanım’ın eşi olan ‘Rahmi Bey enişte’ ise, Osmanlı tarihinin son döneminde gayet önemli siyasi roller üstlenmiş bir kişi: İttihad Terakki’nin Merkez Komitesi üyesi ve İzmir valisi olan Rahmi Bey.

İşte, Názım’ın mektubu:

‘Sevgili Nimet teyzeciğim,

Göndermiş olduğunuz elli lirayı aldım. Çok çok teşekkür ederim. Tam zamanında yine hızır gibi imdadıma yetişti.

Size fotoğrafımı yollamıştım. Bilmem, elinize ulaştı mı?

Rahmi Bey eniştemin sıhhati nasıl? Bilhassa sevgi ve saygılarımı söyleyin. Bana karşı gösterdiği alákayı ömrümüm sonuna kadar unutmayacağım.

Burda günlerim hep birbirinin aynı geçiyor: Yatmak, kalkmak, okumak, yazmak, resim yapmak ve düşünmek. Romatizmalarla uykusuzluktan başka şikáyetim yok. Neş’emi, ümit ve inancımı kaybetmiş değilim. Her şeye rağmen memleketime, halkıma, dünyaya ve insanlara sevgim ve ümidim beni bedbinliğe düşmekten koruyor.

Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.

Sizi hasretle kucaklar, güzel ellerinizi öperim teyzeciğim.

Enişteme bir kerre daha sevgi ve saygı.

Şöyle bir kendimi toparlayayım da, size burada yazdığım şiirlerden bazılarını göndereceğim. Málum ya, hapishanede yazılan şiirler yanık olur.

Názım.

(Mektubumu alınca cevap verirseniz çok sevinirim. Hapis adam için her mektupta gelen bir hürriyet parçası vardır. N.H.)’

Devletin yayınlayamadığı bu çok önemli eseri genç bir yayıncı çıkardı

OSMANLI
Devleti ile ilgili en geniş, en fazla ayrıntıya sahip ve en derli toplu tarihleri her nedense hep yabancılar yazdılar. Bu eserler arasında üçü, Avusturyalı şarkiyatçı Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall’ın 1835’te, Alman tarihçi Johann Wilhelm Zinkeisen’in 1863’te ve Rumen álim Nicolae Jorga’nın 1913’te yayınladıkları tarihler çok büyük öneme sahipti.

Ama, bizi konu alan bu eserlerden Türkçe’ye şimdiye kadar sadece biri, Hammer’in kitabı, bundan çok zaman önce, eski harfleri kullandığımız devirde tercüme edilebildi. Türk okuyucuların yanısıra birçok Türk tarihçi, tercümesi yapılmayan diğer eserlerdeki bilgilere dil engeli yüzünden bir türlü ulaşamadılar.

İşte, yabancılar tarafından kaleme alınan bu en önemli Osmanlı tarihlerinden biri, Rumen álim Nicolae Jorga’nın ‘Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’nin Türkçesi, ilk yayınının üzerinden tam 92 sene geçmesinden sonra, bu hafta beş cild olarak Yeditepe Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı.

1871 ile 1940 yılları arasında yaşayan, Romanya’da Meclis Başkanlığı ve bir ara başbakanlık yapan Nicolae Jorga, dünya tarihinin en velud, yani en verimli álimlerindendi. 69 yıllık ömrüne bin küsur kitap ile on bin civarında makale gibi inanılmaz sayıda eser sığdırmış, üstelik hayatı bir suikastla noktalanmıştı.

Jorga’nın son derece önemli bu beş ciltlik devásá eserinden artık Türk okuyucularla Türk tarihçiler de istifade edecekler ve bu yayın sayesinde toplu bir Osmanlı Tarihi’ne sahip olmak isteyen meraklıların talepleri de artık karşılanmış olacak.

Ancak resmi bir müessesenin yapabileceği bir işi başararak böyle bir eserin ortaya çıkmasını sağlayan Yeditepe Yayınları’nın sahibi Mustafa Karagüllüoğlu’nu, metni Türkçe’ye çeviren Nilüfer Epçeli’yi ve yayın hazırlıklarını işin başından sonuna kadar organize eden Dr. Erhan Afyoncu’yu bu son derece önemli faaliyetleri dolayısıyla kutlarken, bir türlü anlamadığım bir hususu da yazmadan edemiyorum: Ankara’daki ‘Türk Tarih Kurumu’ acaba ne işe yarar? Böyle eserleri Türkçe’ye kazandırmaya mı, yoksa matbaasında Bulgaristan’ın loto biletlerini basmaya mı?
Yazarın Tüm Yazıları