Murat Bardakçı

Talát Paşa’nın kara kaplı ‘tehcir defteri’ni 90 yıl sonra yarın açıyorum

24 Nisan 2005
Diaspora Ermenileri, 24 Nisan tutuklamalarının 90. yıldönümü münasebetiyle bugün dünyanın dört bir yanında gösteriler yapıp Türkiye’yi en ağır ifadelerle suçlarlarken, bazı yabancı devlet adamları da, canımızı hayli sıkacak olan demeçler verecekler. Tehcir tartışmalarının zirveye çıkması münasebetiyle, Hürriyet’te, yarından itibaren 1915 olaylarını konu alan bir dizi yayınlayacağım: ‘Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri’... Dizide, tehcir kanununun baş aktörü Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Talát Paşa’nın ailesinden temin ettiğim, Paşa’nın özel arşivinde bulunan, dolayısıyla ‘birinci derece kaynak’ olma özelliği taşıyan ve bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmayan belgeler yeralacak. Talát Paşa bu dizi vasıtasıyla ilk defa bizzat konuşacak ve tehcir sonrasında yaptırttığı nüfus hesaplamalarını nakledecek. Paşa’nın vereceği sayılar, bu konularda çalışan ama suçlamaların maalesef bir hayli gerisinde kalan araştırmacılarımızın önünde umarım yepyeni bir pencere açar...

TÜRKİYE’de tam 90 yıl önce bugün, etkilerini bütün şiddetiyle hálá hissettiğimiz bir hadise yaşandı: 1915’in 24 Nisan sabahı devletin aleyhinde faaliyet gösteren Ermeni komiteleri kapatıldı, bazı Ermeni liderler tutuklandı ve bu uygulamadan bir ay sonra, 27 Mayıs 1915’te meşhur ‘tehcir kanunu’ çıkartıldı.

Şunu peşinen söyleyeyim: Bu kararlar bir ‘soykırım’ değildi ve tarifi çok sonraları Birleşmiş Milletler tarafından yapılıp çerçevesi de çizilmiş olan bu kavramla hiçbir alákası yoktu. Seneler boyu bitmeyen isyanlardan ve özellikle de doğu cephesinde Ruslar’la çarpışan orduya arkadan yapılan hücumlardan bıkıp usanmış olan devlet, müdafaa hakkını kullanmaya karar vermişti.

Diaspora Ermenileri, 24 Nisan tutuklamalarının 90. yıldönümü münasebetiyle bugün dünyanın dört bir yanında gösteriler yapıp Türkiye’yi en ağır ifadelerle suçlarlarken bazı yabancı devlet adamları da, canımızı hayli sıkacak olan demeçler verecekler.

BİRİNCİ DERECE KAYNAK

Tehcir tartışmalarının zirveye tırmanması münasebetiyle, Hürriyet’te, yarından itibaren benim hazırladığım ve 1915 olaylarını konu alan bir dizi başlayacak: ‘Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri’... Dizide, 1915’teki tehcir kanununu çıkartıp uygulayan Dahiliye Nazırı, yani İçişleri Bakanı ve sonraların sadrazamı Talát Paşa’nın ailesinden temin ettiğim, Paşa’nın özel arşivinde bulunan, dolayısıyla ‘birinci derece kaynak’ olma özelliği taşıyan ve bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmayan belgeler yeralacak ve 1915 olaylarının baş aktörünün evrakı bu diziyle ilk kez günışığına çıkmış olacak.

Benim, Sadrazam Talát Paşa’nın hatırası ile ilk temasım, bundan 25 sene kadar önce, o yıllarda hayatta olan eşi Hayriye Talát Bafralı ile tanışmamla başlamış ve Hayriye Hanım’ın Milliyet’te ‘Kocam Talát Paşa’ başlığıyla 1982’de yayınladığım hatıraları büyük ses getirmişti.

Hayriye Talát Hanım, Paşa’nın Berlin’de 1921’in 15 Mart’ında bir Ermeni terörist tarafından katledilmesinden sonra ikinci bir evlilik yapmış ama Paşa’sının hatırasına son nefesine kadar bağlı kalmıştı. Üstelik, sürgün yıllarında memleket memleket dolaşmış olmalarına rağmen Talát Paşa’nın özel evrakını titizlikle muhafaza etmiş ve hayata veda ettiği 1983 Ocak’ından kısa bir müddet önce, Paşa’nın özel arşivinden bazı belgeleri bana vermişti. Bu belgeler arasında, Talát Paşa’nın hazırlattığı Ermeni nüfusu sayımları da vardı.

AİLESİNDEN TEMİN ETTİM

Yarın başlayacak olan diziye adını veren ve Paşa’nın tehcir sonrasında yaptırttığı nüfus istatistiklerinin kayıtlı olduğu ‘kara kaplı defter’i ise, hafta başında, Hayriye Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı’dan temin ettim. Ayşegül Bafralı’ya bu münasebetle bir defa daha teşekkür ediyorum.

‘Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri’ isimli dizide, işte bu kayıtlarla beraber yine Talát Paşa’ya ait olan ve seneler önce Hayriye Talát Hanım’dan aldığım tehcirle ilgili diğer başka belgeleri de yayınlayacağım. Dizide, Paşa’nın bazı aile yazışmalarının yanısıra, İttihad ve Terakki’nin İstiklál Savaşı yıllarında sürgünde bulunan sabık liderlerinin, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdıkları birkaç mektup da yeralacak.

Şu anda 1915 olayları ile ilgili olarak diasporanın iddialarını çürütebilecek bilimsel seviyeden bir hayli gerilerde olduğumuzun bilmem, farkında mısınız?

Diaspora, Anadolu’da 1915’te várolan gerçek Ermeni nüfusunu birkaç katına çıkartıp ‘Türkler, 1.5 milyon Ermeni kestiler’ iddiasından hareketle işi soykırım boyutuna götürmeye çabalarken, ortalığa yeni dökülen ve ‘entellektüel’ olmanın şartının memlekete ve mukaddes bilinen hemen herşeye hakaretten geçtiğini zanneden dar bir çevre bu iddiaların ardına takılmış, gidiyor. Ermeni meselesiyle ilgili olarak tek bir sayfa olsun okumamış, arşivlerden içeriye adım atmalarını bir yana bırakın, 1915 olaylarının kaynaklarının neler olduğundan bile habersiz ama ‘Hem Ermeniler’i, hem de Kürtler’i kesmiş olduğumuzu artık kabul edelim’ deyip işi ‘özür dileme’yi teklif etme cür’etine kadar götüren bir güruh bunlar...

CİDDİYETİNİ ANLAMADIK

Diğer tarafta, iddiaları çürütmeye çalışan ‘bizim’ tarihçilerimiz var, fakat yapılan yayınların neredeyse tamamı ‘dışarıya’ değil ‘içeriye’, yani ‘bize’ hitap ediyor; tehcirle ilgili olarak verilen sayılar genellikle ‘tahmine’ ve ‘temenniye’ dayanıyor. İşin daha da garip tarafı, meseleye dünyayı değil, Türk kamuoyunu tatmin edercesine yaklaşıyoruz ve karşı tarafın iddialarının etkisini farketmeden hálá ‘Ermeniler’in çok az bir kısmını sürdük ama gönderilenlere şefkat gösterdik, onlar için seyyar hastahaneler bile kurduk’, ‘Biz onları öldürmedik, onlar bizi öldürdüler’ yahut ‘Ermeniler sürüldüler fakat seneler sonra daha kalabalık olarak geri geldiler’ gibisinden sözler etmekle meşgulüz.

Ermenice bilen tek bir tarihçiye bile sahip olamadığımız için, yarım asırdan buyana, Esat Uras’ın 1950’de çıkarttığı ‘Tarihte Ermeniler ve Ermeni Mes’elesi’ isimli kitabı kadar ses getiren bir eser verebilmiş değiliz ve tarafsız ilim kuruluşlarının bile itibar etmediği birkaç yabancı akademisyenin yazıp çizdikleri de bir ses getirmiyor! Dolayısıyla iş Uruguay’dan Fransa’ya, Arjantin’den Kanada’ya, Lübnan’a, Birleşik Amerika’nın birçok eyaletine ve nihayet Polonya’ya kadar uzanırken, akademik alanda biz hálá sadece Türkiye’ye hitap etme yolundayız ve bu umursamazlığın sonuçlarının zamanla nasıl daha tatsız bir hále gelebileceğini tahmin edemiyoruz.

Yarın başlayacak olan dizide tehcirin mimarı Talát Paşa ilk defa bizzat konuşacak ve tehcir sonrasında yaptırttığı nüfus hesaplamalarını nakledecek.

Paşa’nın vereceği ve çoğumuza bir hayli farklı gelecek olan sayılar, bu konularda çalışanların önünde umarım yepyeni bir pencere açar...

Paşa’nın kara kaplı defterinde neler var?

YARIN başlayacak olan dizinin ‘Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri’ adını taşımasının sebebi, dizide verilecek bilgilerin en önemli kaynağının Paşa’nın Anadolu’daki nüfus hareketlerini kaydettirdiği kara kaplı bir defter olması. Paşa’nın hanımı rahmetli Hayriye Talát Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı’dan yayınlamak için ödünç aldığım defter 10x15 santim eb’adında ve üzeri siyah bezle kaplı.

Defterin muhteviyatı, üç bölümden meydana geliyor: İlk kısımda ‘93 Harbi’nden, yani 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan ve 1913’teki Balkan Savaşı’ndan sonra Rumeli’den Anadolu’ya göçeden Müslümanlar’ın sayıları veriliyor. Bunu, savaş yüzünden doğu viláyetlerinden batıya yapılan göçlerin dökümleri izliyor ve ardından Müslüman savaş esirleriyle Arap İsyanı’nın patlaması üzerine devlet aleyhine çalıştıkları için Suriye’den sürgüne gönderilen Arap ailelerin sayıları geliyor.

İleriki sayfalarda, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla yollara düşen göçmenlerden bahseden listelerin ardından zorunlu göçe tábi tutulan Ermeniler’in sayılarının yazılı olduğu bir başka liste geliyor ve ‘Yunanistan’a firar eden Rum aháli’ ile yerlerinden nakledilen Rumlar’ın sayılarının verildiği bölümden sonra Ermeniler ile Rumlar’dan kalan malların dökümü yapılıyor. Listelerin bir kısmı, renkli tablolarla ve grafiklerle destekleniyor.

SÜRGÜNDEKİ SADRAZAMIN TUTKULU AŞK MEKTUPLARI

TALÁT Paşa, kendisinden 21 yaş küçük olan eşi Hayriye Hanım’a büyük bir aşkla bağlanmış ve aynı derecede büyük bir aşkla karşılık görmüştü.

Paşa, Almanya’da sürgünde yaşadıkları sırada kısa bir müddet için Macaristan’daki akrabalarını ziyarete giden hanımına 1920’nin 13 Mart’ında Berlin’den gönderdiği kartpostalda bakın, neler yazıyor:

‘İki gözüm, canım, ciğerim, elmasım, ruhum karıcığım,

Bu sabah iki kartını aldım. Áfiyetle Passau’ya (bugün, Almanya’nın Avusturya sınırında bulunan bir şehir) kadar gittiğini tebşir ediyor idi (müjdeliyordu). Viyana’da gider iken kalmayacağınızı anladım. İnşaallah kemál-i áfiyetle bugün Peşte’ye vásıl olmuşsunuzdur (ulaşmışsınızdır). Asıl özlemek, tahammül edememek, benim içindir. Sen ne kadar olsa yollarda eğlendiğin gibi orada ağabeyinin, teyzenin, Mebrure Hanım’ın yanında elbette beni unuttuğun dakikalar olacaktır. Ben ise, hiçbir dakika seni unutamıyorum. Yazdığın gibi, inşaallah çok kalmazsın.

İstanbul’dan yeni haber almadım. Burada da yeni birşey yoktur. Geçen akşam Mebrure Hanım, Peşte’den burasını buldu (‘telefon etti’ anlamında). Çarşamba günü akşamı, olmazsa cuma günü akşamı ben evde beklerim. Sen de beni bul, olmaz mı?

Gözlerinden öperim güzel tombulum. Teyzene, Mebrure Hanımefendi’ye arz-ı hürmet ederim. Abdullah’ın, Neriman’ın ....’ın gözlerinden öperim.’
Yazının Devamını Oku

İthal malı Nostradamus’u bırak yerli malı Müştak Baba’ya bak

17 Nisan 2005
Papa’nın ölümünden sonra, Türkiye’de bir Nostradamus modasıdır başladı. Açık söyleyeyim: Nostradamus, zannedilenin aksine, gelecekle ilgili açık-seçik hiçbir şey yazmamıştır. Kehanet olduğuna inanılan şiirleri karmakarışık ifadelerle doludur ama bu ifadeler hiç durmadan yorumlanmış ve bu yorumlardan bir máná çıkartılmasına çalışılmıştır. Bizim ise, Nostradamus’a rahmet okuyacak derecede güçlü bir káhinimiz vardır: ‘Büyücülük’ yaptığı iddiasıyla 1830’larda idam edilen şair Müştak Baba... Temeli sayılara dayanan ve geleceği öğrenmeye de yaradığına inanılan ‘Ebced’ ilminin üstadı olan Müştak Baba, şiirlerinde sıra sıra kehanetlerde bulunmuş, hatta öldürüleceğini bile yazmıştır! İşte, Müştak Baba’nın bir kehaneti: Şairin, Ankara’nın 1923’te başkent olacağını tam 100 sene öncesinden söylemesinin belgesi...

DÜNYANIN dört bir tarafında ardarda yaşanan ve onbinlerce kişinin hayatına málolan depremlerden hemen sonra Papa Jean Paul’ün önceki hafta Hazreti İsa’ya kavuşması, böyle her ses getiren olayın sonrasında olduğu gibi, 16. yüzyılda yaşamış olan káhin Nostradamus’u hatırlattı. Gazetelerimizde günlerden buyana ‘Nostradamus, bütün bu olacakları asırlar öncesinden bilmişti’ gibisinden yazılar çıkıyor ve yorumlar yapılıyor.

Nostradamus konusunda, işin şu tarafını iyi farketmemiz gerekir: Dünyanın en büyük káhini olduğuna inanılan sözkonusu zát, söylenenlerin aksine, gelecekle ilgili olarak açık-seçik hiçbir şey yazmamıştır. Dörtlüklerden meydana gelen ‘Yüzyıllar’ isimli eserindeki şiirleri aslında karmakarışık ifadelerle doludur, bu ifadeler hiç durmadan yorumlanmış ve söylediklerinden bu yorumlarla bir máná çıkartılmasına çalışılmıştır.

Şiirlerine ve sonradan yapılan yorumlara bir örnek vereyim: Nostradamus, bir dörtlüğünde ‘Allah’ın şehrinde büyük bir gümbürtü kopacak / Çıkan kaos, iki kardeşi helák edecek / Güçlü kale zorluklara tahammül ederken yüce lider dayanamayacak / Büyük şehir yandığı sırada büyük savaşların üçüncüsü patlayacak’ diyor. Nostradamus yorumcularına sorarsanız, şiirde geçen ‘Allah’ın şehri’, New York’tur. ‘Helák olan iki kardeş’ 11 Eylül saldırısına maruz kalan İkiz Kuleler, ‘güçlü kale’ yine o gün saldırıya uğrayan Pentagon, ‘yüce lider’ de Birleşik Amerika’dır ve artık sırada Üçüncü Dünya Savaşı vardır!

Şimdi gelin, Nostradamus’un aynı şiirini 2000’ler’in Türkiye’sine uyarlayalım, daha doğrusu canımızın istediği gibi şerhedelim:

‘2002’de yapılacak olan genel seçimler, Allah tarafından korunan şehirde, yani evliyaların en büyüklerinden olan Hacı Bayram Veli’nin yattığı Ankara’da büyük bir gümbürtü kopartacak, iktidar el değiştirecek. Siyasi görüşleri aynı olmasına rağmen bir türlü biraraya gelemeyen düşman kardeşler, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller silinip gidecekler. Kale gibi güçlü olan devlet bu gümbürtüye dayanacak ama yüce lider Süleyman Demirel’in bütün ümidleri suya düşecek ve siyaset sahnesini terkedecek...’

Nostradamus’
un şiirinin ilk üç mısraını böyle yorumladıktan sonra ‘Büyük şehirde bir yangın çıkacak ve bu yangının hemen ardından Üçüncü Dünya Savaşı patlayacak’ dediği satıra da istediğiniz mánáyı verebilir, yani uydurabilirsiniz!

Bize áit hemen herşeyi tamamen unutup kültürü bile Batı’dan ithal etme merakımıza şimdi káhinler ve kehanet bahisleri de iláve edildiğinden olacak, tarihin en güçlü káhinlerinden birinin vaktiyle Türkiye’de yaşadığını unutmuş vaziyetteyiz.

‘Büyücülük’ suçlamasıyla 1830’ların başında öldürülen Müştak Baba adındaki şairden sözediyorum...

Tam adı Mustafa Müştak Efendi olan Müştak Baba, 1750’lerde Bitlis’te doğdu. Medresede okurken tasavvufa merak saldı ve Kadiriye tarikatine girdi. Sonra, uzun seyahatlere çıktı; İstanbul’a da geldi, Selámi Efendi Dergáhı’na şeyh oldu ve zamanın hükümdarı İkinci Mahmud ile Sadrazam Ákif Paşa’nın yakın çevresine girdi. Derken memleketini özledi ve Bitlis’e dönerken uğradığı Muş’ta ‘sihirbazlık ettiği’ gerekçesiyle öldürüldü, bir iddiaya göre de idam edildi.

Zamanının kuvvetli bir şairi olan Müştak Baba ‘her harfin bir sayı değeri taşıması ve bu sayılar vasıtasıyla gelecekten haber verilmesi’ temeline dayanan ‘Ebced’ isimli sistemi kullanarak kehanetlerde bulunmuş ve kehanetlerini şiir şeklinde yazmıştı. 1846’da basılan ‘Divan’ındaki bazı şiirlerde çok sayıda kehaneti vardı, hattá basılmayan şiirlerinde de gelecekten haber vermedeydi, üstelik günün birinde ániden öldürüleceğini bile yazmıştı ve en önemli kehaneti, Ankara’nın 1923’te İstanbul’un yerini alıp başkent olacağını 100 küsur sene öncesinden söylemesiydi!

‘Müştak Baba Divanı’nın elyazması kütüphanelerinde çok sayıda nüshası bulunuyor ve onlarca şiir, ebced sisteminin gelecek tahminine uyarlanmasını bilen kişiler tarafından şifrelerinin çözüleceği zamanı bekliyorlar.

Bu sayfadaki kutularda ‘Ebced’ adı verilen sistem hakkında bazı bilgilerle Müştak Baba’nın bir kehanetinin, Ankara’nın başkent olacağını 100 sene öncesinden açık seçik yazdığı mısralarının açıklaması yeralıyor. Darısı, Müştak Baba’nın diğer şiirlerinin başına!

İŞTE, EBCED HESABI

Ertuğrul Özkök, isim değerlendirmesinde Tayyip Bey’in önünde

‘EBCED’
hem batı, hem de doğu dünyasında çok eski zamanlardan kalma, harflere dayalı bir hesap sistemidir ve şiirden gizli ilimlere kadar birçok alanda kullanılmıştır.

Temeli, alfabedeki her harfin belli bir rakam değeri taşımasına dayanır. Meselá eski alfabemizin ‘elif’i 1, ‘ye’si 10, ‘rı’sı 200, ‘kef’i 20, ‘lám’ı 30, ‘mim’i 40 kabul edilir, her harfin ayrı bir sayı değeri vardır ve dolayısıyla harflerden meydana gelen kelimeler de kendilerini meydana getiren harflerin değerlerinin toplamı olan sayılara karşılıktırlar. Meselá ‘Hülya Avşar’ isminin ebced karşılığı 1145, ‘Tayyip Erdoğan’ın 1289, ‘Ertuğrul Özkök’ün de 1512’dir. Ebcedi bilenlerin bu sayılar vasıtasıyla kişilerin geleceğinden haber verdiklerine de inanılır ama, o bahislere hiç girmeyelim!

Ebced, bir olayın meydana geldiği tarihi şiir şeklinde ifade etmeye de yarar ve bu işe ‘tarih düşürmek’ denir. Kelimedeki yahut cümledeki harflerin değerlerinin toplanmasından çıkan sayı, bir olayın meydana geldiği tarihi verir. Meselá 1754’te Marmara Denizi’nin donması üzerine söylenen ‘Deniz altmış sekizde dondu, buzdan bendeniz geçtim’ mısraının değeri 1168 Hicri yani 1754 Miladi, ‘Amma yaptın yahu doktor’ cümlesinin karşılığı da, ebcede göre 811’dir.

Şiirde ve tarihte böylesine işe yarayan ‘Ebced’den gizli ilimlerde, meselá geleceği tahminde yahut büyüde veya hastaya şifa verme konularında da istifade edilir. Ebcede dayanan ama çok daha karmaşık bir hesaplama sistemiyle yapılan gelecek tahminlerine, yani tam kehanete ‘cifir’ denir. Geçmişin büyük álimlerinin neredeyse tamamı kehanete merak salıp cifirle uğraşmış ama olacakları çok az bir bir kısmı tutturabilmiş ve kehanetler açık şekilde değil, mutlaka şifreyle yazılmışlardır. Káhinlerin kanaatine göre kafa karıştırıcı şifreleri kullanmak şarttır, zira kehanetler sıradan kişilerce değil, bu ilimlere vákıf olanlar tarafından çözülmelidir.

İşte, ebced ve cifir yoluyla gelecekten haber veren nádir kişilerden biri de Müştak Baba’dır. Yerli Nostradamus’umuzun Ankara’nın Hicri tarihle 1341’de yani 1923’te başkent olacağını 100 sene öncesinden haber verdiği şifreli şiiriyle söylediklerinin açıklaması, diğer kutuda...

Ankara’nın başkent olacağını 100 sene öncesinden bilmişti

MÜŞTAK Baba’
nın, Ankara’nın 1923 yılında başkent olacağını söylediği şiiri, orijinal diliyle şöyle:

‘Me’vá-yı názenine kim elf olursa efser / Lá-büdd olur o me’va İslámbol ile hemser // Nun ve’l-kalem başından alınsa nun-ı Yunus / Aldıkda harf-i diger olur bu remz ızhár // Miftáh-ı sure-i Kaf ser-had-i kaf tá kaf / Munzamm olunmak ister Rá-yı Resul-i Peyamber // Háy-ı huy ile áhir maksud oldu záhir / Beyt-i veliyyü’l-ekrem Elhác Abd-i ekber // Ey pádişáh-ı fehhám Sultan Hacı Bayram / Revhán ister ikram-ı Müşták-ı abd-i çáker’

Şimdi, şiirin günümüz Türkçesiyle basit ama serbest tercümesini yapalım:

‘1000 mánásına gelen ELF sözü, güzeller beldesinin başına EFSER, yani tác olarak konursa, o belde İstanbul’dan farksız bir hále gelir. Sonra, Yunus Suresi’ndeki NUN ve Kaf Suresi’ndeki KAF harfleri alınır. Resul’ün, yani Hazreti Peygamber’in RI harfi de bunlara iláve olunmak ister ve maksad ‘háy-ı huy’ sözündeki ‘HE’ harfi ile tamamlanır. Ey anlayışlıların padişáhı olan Sultan Hacı Bayram! Senin bulunduğun o güzel belde, bu değersiz kul Müştak’tan hürmet istiyor!’

Müştak Baba,
şiirin ilk mısraında ‘1000’ mánásına gelen ‘elf’ ve ‘tác’ demek olan ‘efser’ sözlerini veriyor ve ‘efser’in başına ‘elf’in iláve edilmesi gerektiğini söylüyor. Ebced hesabıyla 341 tutan ‘efser’e ‘elf’in, yani ‘1000’ sayısının ilávesiyle, Ankara’nın başkent yapıldığı 1923’ün Hicri takvimle karşılığı olan 1341 tarihini elde ediyoruz.

Şair, daha sonra beş mısrada sırasıyla ‘elif’, ‘nun’, ‘kaf’, ‘rı’ ve ‘he’ harflerini veriyor. Bu harfler, bu sırayla yazıldıklarında ortaya ‘Ankara’ kelimesi çıkıyor. Yani, Müştak Baba, ‘Ankara’nın eski harflerle yazılışı olan ‘A-N-K-R-H’ harflerini sıralıyor, ‘Güzeller beldesi ve Hacı Bayram’ın memleketi olan Ankara, 1341 yılında başlara tác olacak ve İstanbul’dan -yani, şiirin yazıldığı zamanın başkentinden- farksız hále gelecek’ diyor.

Kehanet, Müştak Baba’nın yaptığı gibi, olayın yaşanacağı yerin adıyla ve tarihiyle işte böyle yazılır ama Nostradamus’ta bu şekilde tek bir ifade bile yoktur. Dolayısıyla, ithal malı káhinleri bir yana bırakalım ve bu işlere merakımız varsa, açık-seçik konuşan kendi káhinlerimizin söylediklerinin üzerine eğilelim beyler!
Yazının Devamını Oku

Kapkaçtan korkanlar için kapkaçı önleme duası var

10 Nisan 2005
İstanbul’un son senelerdeki büyük derdi kapkaçın sadece şehrin sıradan sakinlerini değil, vali ile emniyet müdürünün hanımlarını bile artık endişeye sevkeder hále gelmesi, bana İstanbullular’ın kapkaça karşı asırlar boyunca uyguladıkları folklorik bir ádeti, hırsızdan özel bir dua vasıtasıyla korunma geleneğini hatırlattı. Duanın adı ‘Uğru Abbas’ idi; eski İstanbullular, özellikle de hanımlar bu duayı sandıklarının diplerinde saklarlar, sokağa çıktıkları zaman mutlaka yanlarına alırlar ve böylelikle hırsızın, uğursuzun ve yankesicinin şerrine uğramayacaklarına inanırlardı.

KAPKAÇ, İstanbul’un artık sadece sıradan sakinlerinin değil, şehri idare edenlerin ve güvenlikten sorumlu olanların hanımlarının da korkulu ruyası haline geldi. Milliyet’te hafta içinde çıkan bir haberde Vali Muammer Güler’in hanımı Neval Güler’in ‘Korumalarına rağmen temkinli olduğu’, Emniyet Müdürü Celálettin Cerrah’ın eşi Hülya Cerrah’ın da ‘Bir İstanbullu olarak tedbirlerini aldığı’ söyleniyordu.

Şehrin uzun zamandan buyana en büyük derdi haline gelen kapkaçın ve kapkaçın sebep olduğu endişelerin bu boyutlara ulaştığını görünce ‘İşimiz demek ki sadece Allah’a kaldı’ diye düşünüp ürperdim. Öyle ya, İstanbul’un en sıkı şekilde korunan hanımları bile kapkaça karşı iláve tedbirler alma lüzumunu hissettiklerine göre, vaziyet vahimdi!

İşte, böyle sıkıntılı düşünceler içerisindeyken, birdenbire eski İstanbullular’ın kapkaça karşı asırlar boyunca uyguladıkları folklorik bir ádeti hatırladım: Hırsızdan, özel bir dua vasıtasıyla korunma ádetini... Duanın adı ‘Uğru Abbas’ idi; eski İstanbullular, özellikle de hanımlar bu duayı sandıklarının diplerinde saklarlar, sokağa çıktıkları zaman mutlaka yanlarına alırlar ve böylelikle hırsızın, uğursuzun ve yankesicinin şerrine uğramayacaklarına inanırlardı.

Uğru Abbas duası öylesine revaç görmüştü ki matbaanın olmadığı devirlerde hattatlar, hattá zamanın en meşhur hattatları tarafından hiç durmadan yazılmış; matbaanın gelmesinden sonra binlerce, onbinlerce adet basılmış, baskı üstüne baskı yapmış, üstelik defalarca şerh bile edilmiş, yani yorumlanmıştı. Şerhlerde duanın kaynağı hikáye ediliyor, içerisindeki bazı ifadelerin ne mánáya geldiği uzun uzun anlatılıyor, üstelik şárihler, yani şerhi yapanlar ‘Uğru Abbas’a rağmen kendinizi emniyette hissetmeyecek olursanız, bizde dua bol! İşte aynı işi görecek olan birkaç dua daha! Okuyun, üfleyin, koynunuzda taşıyın ve hırsızla uğursuz sizlerden uzak dursun!’ diyorlar ve daha başka metinler veriyorlardı.

Bundan 30-35 sene önce, Bayezid’deki Sahaflar Çarşısı’nda şimdiki gibi yeni yayın pazarlarının kurulmadığı ve hakiki sahhaflık yapıldığı günlerde en fazla aranan iki risáleden birinin ‘Uğru Abbas’, diğerinin de ‘Çevirgel Duası’ olduğunu dün gibi hatırlarım. Uğru Abbas málum, hırsıza; Çevirgel de gösterilen aşka ve sevgiye kayıtsız kalanlara karşı kullanılırdı ve her iki duanın meraklısı da genellikle kadınlardı. Kapkaça uğrayan yahut uğrama endişesi duyan kadınlar Uğru Abbas’ın, yana yakıla gönül verdiği erkekten beklediği alákayı bulamayan genç kızlar ise Çevirgel’in peşine düşerlerdi.

Uğru Abbas Duası’na olan merakımızın öyküsü, kısaca işte böyle... Ama yanlış anlaşılmasın, bu yazıyı ‘Kapkaçtan İstanbul’un valisiyle emniyet müdürünün hanımları da endişe duyduklarına göre hırsızlardan bundan böyle artık sadece bu dua ile korunabiliriz’ demek için değil, asırlar boyu varolan folklorik bir geleneğimizi hatırlatmak maksadıyla yazdım.

Ama siz, isterseniz gene de evlerinizdeki sandıkların diplerine bir ara bakıverin; belki anneannelerinizden yahut ninelerinizden kalma, sayfaları sararmış bir Uğru Abbas Duası’na rastlayabilirsiniz.

Duayı yorumlayanlar, işi Cebrail’e kadar götürdüler

UĞRU
Abbas duası, Hazreti Muhammed’in zamanında yaşamış olan ‘Abbas’ adındaki bir hırsızla ilgili eski bir efsaneye dayanır.

Abbas her gece hırsızlık yapmakta, peygamber de hem ona, hem de onunla görüşenlere lánet etmektedir. Soygunlar ve lánetler senelerce devam eder ve hırsız, günün birinde eceliyle ölür. Abbas’ın yaptıklarından utanç duyan akrabaları, cesedi bir kuyuya atarlar.

Artık herkes böyle bir uğrudan kurtulduğuna şükrederken, Hazreti Muhammed’in rüyasına bir gece Cebrail Aleyhisselám girer ve ‘Abbas adındaki kişi, Allah’ın has kullarındandı ama cesedini kuyuya attılar. Var git, o cesedi çıkarttırıp namazını kıl. Abbas’ın namazını kılanlar cennet ehli olacaklardır’ buyurur.

Peygamber şaşırır ama Cebrail’in dediğini yapar, cesedi çıkarttırıp kefenletir ve ashábıyla beraber cenaze namazını kılar fakat, namazı ayaklarının başparmakları üzerinde durarak edá eder. Bu duruş cemaatin dikkatini çeker, sebebini sordukları zaman ‘Namaz sırasında gökten o kadar çok melek indi ki, ayağımı basacak yer bulamadım’ cevabını alırlar.

Hazreti Muhammed, seneler boyu lánet ettiği bir hırsız için Cebrail’in devreye girmesinin sebebini öğrenmek isteyince, Abbas’ın kızını bulur ve peygamberin huzuruna çıkarırlar. Peygamber ‘Bana babandan bahset!’ buyurunca, kız, Abbas’ın hikáyesini anlatır:

Söze, ‘Babamın, Allah’a yaraşır bir işi yoktu, her sene on ay boyunca hırsızlık yapardı’ diye başlar. ‘Ama, Recep ayı geldiği zaman boy abdesti alır, hırsızlığı bırakır ve sabahlara kadar bu duayı okurdu’ deyip Hazreti Muhammed’e káğıt üzerine yazılı olan bir dua uzatır. Abbas, kızının anlattığına göre, duayı soymak için girdiği evde para ararken bir sandığın dibinde bulmuş, alıp kendi evine getirmiş, okuduktan sonra mü’min olmuş ve zamanla hırsızlığı da bırakmıştır.

Peygamber kızın uzattığı duayı alıp önce yüzüne sürer, nurlu bir dua olduğunu farkeder ve okuyunca da duanın Abbas’a doğrudan doğruya Cebrail Aleyhisselám tarafından gönderildiğini anlar. Allah, bu duayı okuyanlara yerlerin ve göklerin ağırlığı mikdarınca sevap yazacak, okuyan kişinin günahları kumların sayısı kadar olsa bile affedilecek, duayı kefenine koyduranlar kabir azabından kurtulacak, kabirlerine cennet pencereleri açılacak, erkeklere huriler yoldaş edilecek, kadınlar da kıyamet gününde ayın on dördü gibi ayağa kalkacaklardır.

‘Uğru Abbas Duası Şerhi’nin giriş kısmında, efsane işte böyle anlatılıyor.

Enver Paşa’nın hanımı parasızlıktan altın dişlerini bile satmıştı

TÜRKİYE’de geçen hafta bir Enver Paşa rüzgárı esti. Yeni açılan İngiliz gizli belgelerinde, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru siláh tüccarı Basil Zaharof vasıtasıyla Boğazlar’dan geçiş karşılığında Paşa’ya milyonlarca dolar rüşvet teklif edildiği, üstelik avans olarak beş milyon dolar ödendiği ileri sürülüyordu. İddialar, hemen bütün gazetelerde birinci sayfadan gösterildi.

Önceki gün, Enver Paşa’nın torunu, yani bir zamanlar benim de kimya hocam olan kızı rahmetli Türkán Mayatepek’in oğlu Osman Mayatepek’ten konuyla ilgili uzun bir mektup aldım. Dedesi Enver Paşa ile ilgili olarak İngiliz belgelerinde ortaya atılan iddialar Osman Mayatepek’i oldukça hiddetlendirmişti ve İngiltere nezdinde hukuki girişimde bulunmayı düşünüyordu.

Osman Mayatepek’in mektubunun bazı bölümlerini aşağıda veriyorum:

‘...Tarih, sömürgeci devrin İngiliz hükümetlerinin, istihbaratının, hariciyesinin ve Sömürgeler Ofisi’nin rakiplerini içten çökertmek için bu gibi manevralarda pek usta olduğunu zaten göstermektedir. İngiliz Propaganda Bürosu’nun tarih kisvesi altında Arnold Toynbee gibi gençler de dahil olmak üzere bazı tarihçileri propagandalarına álet ederek meş’um ‘Mavi Kitap’ gibi yayınlarını hepimiz biliyoruz.

22 LİRALIK VASİYET

...5-6 yaşlarında olmalıydım. Bir gün her çocuğun yaptığı gibi isteyip de elde edemediğim birşey için huysuzluk ederken anneannem Naciye Sultan (Enver Paşa’nın hanımı) beni yanına çağırdı, çok nazik ifadelerle davranışımın uygunsuzluğunu anlattı. En son söylediklerini hiç unutmam:
‘Bak, ben gençliğimde saraylarda yaşadım. Ama sonra şartlar değişti ve çok zor günler geçirdim, hattá maddi sıkıntılar yüzünden dişlerimdeki altınları bile söküp satmak zorunda kaldım. Hepimiz kanaatkár olmalıyız. Bu ailenin çocuğu olarak senden de bu beklenir. Büyüyünce sebebini daha iyi anlarsın’.

...Dedemden kalan evrak arasında, savaşta öldüğü takdirde tahakkuk edecek olan 22 liralık ikramiyesinden tek tek sıraladığı borçlarının ödenmesinden sonra artacak sekiz liranın ailesine verilmesini vasiyet eden bir mektubu mevcuttur. İngilizler’den bu kadar para aldığı iddia edilen bir kimse çok sevdiği eşini ve ailesini hiç olmazsa birkaç yıl geçindirecek bir mebláğ bırakamaz mıydı?

...Türkiye’yi terkettiğinde beş parasız olan dedem, Rusya’ya gitmeye çalışırken uçağı Riga üzerinde düştüğünde yakalanıp konulduğu hapishanede altı ay resim yaparak kazandığı birkaç kuruşu hanımı Naciye Sultan’a göndermişti. Milyonlarca doları olsaydı, resim yapıp para kazanmaya mı çalışırdı?

...Dedem eğer paraya düşkün olsaydı ailesini bu durumda bırakmazdı. İngiltere’ye muhtaç olmadan zenginleşme imkánlarına da sahipti. Zaharof’a gelince, o da paranın üstüne oturduktan sonra asalet unvanıyla ‘sus payı’ almış görünüyor.

Bu gibi iddialar, diğer pekçok örneklerde olduğu gibi, hataları ne olursa olsun, vatanseverliği teslim edilen, aralarındaki rekabete rağmen kişisel saygınlığı ve dürüstlüğü Atatürk tarafından da ifade edilen Enver Paşa’ya bir leke sürmekten ibarettir’

Enver Paşa’
nın torunu Osman Mayatepek, haklı olarak böyle yazıyor.

Şimdi, sırası gelmişken, iddialarla ilgili olarak Paşa’nın diğer torunu Arzu Enver’in ne düşündüğünden bahsedeyim: Geçen hafta söylentiler gündeme geldiğinde arkadaşım Arzu’yu arayıp şaka niyetine ‘Bu milyonlar yoksa sende mi?’ dediğimde, tek cümlelik bir cevap almıştım: ‘Dedem mi rüşvet yemiş? Çüş be!’
Yazının Devamını Oku

Yeni Papa, seçilir seçilmez delikli koltukta testis kontrolünden geçecek

3 Nisan 2005
Papa İkinci Jean Paul, dün gece Vatikan’ın resmi açıklamasındaki ifadeye göre, ‘İsa’nın açtığı kapıdan içeri girdi. Vatikan’da şimdi Papa’nın o kapıdan içeri girmesinden sonra yeni Papa’nın seçilmesi için günler boyu devam edecek olan yoğun bir koşuşturma yaşanacak. Derken, kardinallerin en yaşlısı yeni Papa’nın ayıptır söylemesi, testislerini muayene edecek ve Latince ‘Duo testis bene benedata!’ yani ‘İki adet testisi var, uygundur!’ diye müjde verip yeni ruhani liderin ‘erkekliğini’ ilán edecek... Bu ádet tááá 9. asırdan buyana sessiz-sadasız uygulanıyor ve uygulanmasının sebebi de 853 yılında Joan adında bir kadını erkek zannederek Papa seçen ve Joan’ın áyin sırasında doğuruvermesiyle allak bullak olan Vatikan’ın yeni Papa’nın ‘erkekliği’ konusunda kendisini garantiye almak istemesi...

PAPA İkinci Jean Paul, dün gece Vatikan’dan yapılan resmi açıklamaya göre ‘İsa’nın açtığı kapıdan içeri girdi.’

Şimdi Aziz Petrus’tan buyana İsa’ya vekálet eden 265. Papa’nın devri kapanacak ve Vatikan’da önümüzdeki günlerde 266. Papa’nın seçilebilmesi için gayet yoğun bir koşuşturma, kulis ve siyaset yaşanacak.

Kardinallerin yeni Papa’yı nasıl seçecekleri, belki de haftalar boyu devam edecek olan bu seçim sırasında fildişi sandıklardan renkli dumanlara kadar varan hangi sembollerin kullanılacağı, bu sembollerin ne anlama geleceği ve seçim sonrasında ne gibi merasimlerin yapılacağı konusunda gazeteler ve TV’ler önümüzdeki günlerde bol bol ayrıntılı haberler verecekler. Dolayısıyla burada bu ayrıntılara temas etmeyeceğim.

KADIN KORKUSU

Ama, Vatikan’da yapılacak olan seçimler ve merasimler sırasında sessiz sadasız uygulanacak ve çok büyük bir ihtimalle sözü hiç edilmeyecek olan bir başka ayrıntı var: Kardinallerin en yaşlısının, yeni seçilecek olan Papa’nın -ayıptır söylemesi- testislerini muayene ettikten sonra Latince ‘Duo testis bene benedata!’ yani ‘İki adet testisi var, uygundur!’ diye müjde verip yeni ruhani liderin ‘erkekliğini’ dünyaya ilán edecek olması...

Bu biraz fazla garip görünen muayenenin sebebi, yaşını başını almış kardinallerin Papa’nın bir tarafını merak etmeleri değil, Papalık tahtına oturan kişinin ‘erkekliğinden’ emin olmaya mecbur bulunmaları. Bu mecburiyet, tááá 11 asır öncesinden kaynaklanıyor. Muayenenin gerisinde, 853 yılında Joan adında bir kadını erkek zannederek ‘Sekizinci John’ unvanıyla Papa yapan ve kadın Papa’nın áyinin ortasında doğuruvermesiyle allak bullak olan Vatikan’ın aynı hataya bir daha düşmeme ve Papa’nın cinsiyeti konusunda kendisini garantiye arzusu var.

İşte, kadın Papa Joan’ın macerası:

Joan, Almanya’da yaşayan bir İngiliz misyoner ailenin kızıydı. Yakınları, onun ‘Gilberta’ yahut ‘Jutta’ diye de çağırıyorlardı. 12 yaşına geldiğinde erkek elbiseleri giyiyor ve erkek çocuk gibi davranıyordu. Atina’da din ve felsefe öğrendikten sonra Roma’ya gitmiş, ne yaptıysa yapmış, 853’te ölen Dördüncü Leo’dan sonra kendisini Papa seçtirmeyi başarmış, ‘Sekizinci John’ adını almış ve iki sene beş ay dört gün boyunca Papalık tahtında oturmuştu.

SOKAKTA DOĞURDU

Kadın Papa’nın, gelişi gibi gidişi de garip oldu. Hizmetkárlarından biriyle, bir iddiaya göre de Roma’ya hákim olan imparatorun oğluyla ilişkisi vardı ve hamile kalmıştı. Hamileliğini dokuz ay boyunca gizlemeyi başardı ama doğum zamanı yaklaşıyordu ve 855 yılında Aziz Petrus Kilisesi’nin dışında kortej halinde yapılan bir áyin sırasında, sokakta doğuruverdi! Kardinaller hem Joan’ı hem de yeni doğmuş çocuğunu hemen oracıkta taşlayıp öldürdüler.

Joan’ın ismi daha sonra papalar listesinden de silindi. Ama, ondan 17 sene sonra tahta geçen ve ‘John’ adını almak isteyen bir başka Papa, ‘Dokuzuncu John’ olduğu takdirde sekizincisinin adı listelerden çıkartıldığı ve dolayısıyla da ‘John’ların sıralamasında eksiklik görüleceği için Vatikan’ın yüzkarası sayılan kadın papanın adının başındaki sayıyı almak zorunda kaldı, ‘Sekizinci John’ oldu ve böylelikle sıralamanın da namusu kurtarıldı!

Vatikan, Joan’ın unutulması için elinden geleni yaptı fakat bazı kilise mensuplarının hadiseyi tarihlere kaydetmelerine bir türlü máni olamadı. Joan’ın macerasını, önce 11. asırda yaşayan Martinus Scotus adında bir rahip yazdı. Martinus’u 12. asır kilise tarihçisi Gemiorslu Siegebert takip etti, ondan bir yüzyıl sonra yaşamış olan tarihçi Martinus Polonus da ‘Cronikon Pontificum en Imperatum’ yani ‘Papaların ve İmparatorların Tarihi’ isimli eserinde hadisenin bütün ayrıntılarını anlattı.

İKİ ADET TESTİSİ VAR!

Yeni seçilen Papa’ya testis muayenesi yapılmasına, Vatikan’da yaşanan işte bu Joan macerasından sonra başlandı. Papa, eski dönemlerde seçimden hemen sonra altında yuvarlak bir delik bulunan bir tahtırevana oturtulur, omuzlar üzerine alınan tahtırevanla Roma caddelerinde dolaştırılırken kardinallerden biri elini delikten yukarıya uzatır ve Papa’nın bir tarafını kontrol ederdi. 16. asırdan sonra yeni seçilen Papa’nın kortejle caddelerde dolaştırılmasından vazgeçilince de, bu málum kontrol işi kilisede yapılır oldu.

Vatikan, asırlar öncesinin kroniklerinde açıkça anlatılmasına rağmen ‘Sekizinci John’ adında iki ayrı Papa’nın varlığını ve birincisinin kadın olduğunu kabul etmiyor ve Joan hakkında söylenenleri yalanlıyor. Kadın Papa Joan resmen mevcut olmamasına rağmen ondan kaynaklanan testis muayenesi ise hálá uygulanmakta ve Kardinaller Konseyi’nin en yaşlı mensubu, meslekdaşlarına birkaç hafta sonra yine ‘Duo testis bene benedata!’ yani ‘İki adet testisi var, uygundur!’ diye bağıracak...

Kendini erkek diye yutturan kadın Papa’yı taşlamışlardı

KADIN Papa Joan,
kortejle beraber Aziz Petrus Kilisesi’nden çıkıp caddelerde ilerlediği sırada doğuruvermiş ve bu doğum tarihçilerin yazdıklarına bakılırsa son derece zor, acılar ve çığlıklar içerisinde olmuştu.

Kardinaller ve kortejde bulunan papazlar, Joan ile yeni doğmuş çocuğu hemen oracıkta taşlayıp öldürdüler, öldüğü yere gömdükten sonra üzerine mermerden bir plaket koyup plaketin hemen yanıbaşına da bir anne ile çocuğunu gösteren bir de heykel diktiler. Asırlar boyunca duran plaket ve heykel, Joan’dan geriye bir iz kalmaması için 16. yüzyılın sonlarında yaşayan Papa Beşinci Pius’un emriyle kırdırıldı, bu arada Papalık Arşivi’ndeki kayıtlar da imha edildi ve Joan’ın adı sadece macerasından bahseden tarih kitaplarında kaldı.

Evlenmesi yasak olan Papa, torununu kardinal yapmıştı

PAPALAR
tarihi son derece enteresan olaylarla doludur. Siyasetle uğraşan, iktidar için oluk gibi kan döken ve hatta bize karşı Haçlı Seferleri’ni bile başlatan Papalar’ın yanısıra Katolik doktrini uyarınca kadınlarla ilişkiye girmeleri yasak olmasına rağmen aşklarıyla ve gayrımeşru çocuklarıyla tarihe geçmiş Papalar da vardır.

İşte, bu Papalar’dan bazıları:

Üçüncü Sergius 904’te papa oldu ve yedi yıl tahtta kaldı. Papa’nın Marozia adında 16-17 yaşlarında bir sevgilisi ve bu sevgilisinden de gayrımeşru bir oğlu vardı. Marozi’nın annesi Theodora, sevgilisini 914 yılında ‘Onuncu Jean’ unvanıyla Papa seçtirmeyi başardı; Sergius’un gayrımeşru oğlu da 931’de ‘Onbirinci John’ olarak Papalık tahtına oturdu.

Sergius’un gayrımeşru oğlu Onikinci John, Papa olduğu sırada henüz 18 yaşındaydı. Sekiz yıl devam eden papalığı sırasında babasının metresiyle büyük aşk yaşadı, yeğenleriyle ilişkiye girdi ve kendisini eleştiren bir papaz yamağının cinsel organını kestirdi. 963 Kasım’ında Roma’daki Aziz Petrus Kilisesi’nde biraraya gelen 50 kadar kardinal, Papa’yı kutsal kavramlara saygısızlıkla, makamını satın almakla, yalan yere yemin etmekle, cinayetle ve zina ile suçlayıp papalıktan azlettiler.

Sekizinci Innocent 1484’te Papa seçildiğinde biri kız, diğeri erkek iki gayrımeşru çocuğun babasıydı. Innocent’in 1492’de yerini alan ve Borjia ailesinin mensubu olan Altıncı Alexander ise dört çocuk babasıydı ve dünya cinayet tarihinde çok önemli bir mevki edinmiş olan Sezar ile Lükres Borjiya, Alexander’ın çocuklarından sadece ikisiydi.

Çoluk-çocuk sahibi papalar sadece bunlardan ibaret değildi. 1523’te papa olan Yedinci Clement’in hem kendisi gayrımeşruydu, hem de sevgilisinden bir oğlu olmuştu. Üçüncü Paul’un dört oğlu ve iki erkek torunu vardı, üstelik henüz 20 yaşına bile basmamış olan torunlarını kardinal yapmıştı. Dördüncü Pius ise sadece üç çocukla yetinmişti.
Yazının Devamını Oku

Mason locasında ikinci Demirel krizi

20 Mart 2005
Türk masonları arasında geçtiğimiz Aralık ayından buyana büyük bir tartışma var. Tartışmanın konusu, oyunculuğundan ve bazı kaçamaklarından tanıdığımız Tamer Karadağlı’nın ‘birader’ olup olmaması, yani masonluğa kabul edilip edilmemesi. Kıdemli masonların bir kısmı, masonluğa aday gösterilen Karadağlı hakkında ‘Böyle meşhur bir ismin aramıza katılması bize güç verir’ diyor ama bir kısmı ‘Adı, son zamanlarda bazı seks skandallarına karışmıştı, kabul edersek yara alırız’ düşüncesiyle teklife karşı çıkıyor. Bu tartışma, bana 1964’te Türk masonlarını ikiye bölen ‘Süleyman Demirel’in masonluğu’ olayını hatırlattı. O tarihte Adalet Partisi’nin genel başkanlığına adaylığını koyan Demirel hakkında ‘mason olduğu’ yolunda iddialar ortaya atılmış, Demirel mason locasından ‘mensubumuz değildir’ şeklinde bir belge almış ancak o senelerin genç politikacısına mason olmasına rağmen böyle bir belgenin verilmesi üzerine yüksek derecedeki masonlar birbirlerine girmişler, Türk masonluğu ikiye bölünmüş ve bir daha birleşememiş ama Süleyman Demirel kısa zaman sonra başbakan olmuştu.

TÜRK masonları arasında, geçtiğimiz Aralık ayından buyana büyük bir tartışma yaşanıyor. Tartışmaya sebep olan kişi önceleri oyunculuğuyla tanıdığımız, sonraları ise bazı kaçamaklarıyla çok daha yakından áşina olduğumuz Tamer Karadağlı; masonları karşı karşıya getiren hadise ise, Tamer Bey’in masonluğa alınıp alınmaması konusu...

Tartışmalar, Tamer Karadağlı’nın mason olan yakın bir arkadaşının Karadağlı’yı geçtiğimiz yılın son aylarında üyesi olduğu locaya teklif etmesiyle başlamıştı. Teklif, Aralık ayının ilk haftasında Hürriyet’te küçük bir haber olarak çıkmış ve konuyla ilgili olarak ne düşündüğü sorulan Tamer Karadağlı, ‘Böyle şeyler üzerinde konuşmak olmaz. Buraya girmek için başvuru yapılmıyor, onlar teklif ediyor. Şu an kabul edilip edilmediğime dair bilgim yok. Bana haber verilmedi, belki de kabul edilmez’ cevabını vermişti.

YARA ALIRLARMIŞ

İşte, geçen yılın sonlarında yapılan bu teklif üzerine yüksek düzeydeki masonlar arasında büyük görüş ayrılığı çıktı ve tartışmalar gittikçe büyüdü. Masonların bir kısmı, ‘Tamer Karadağlı gibi meşhur bir ismin aramıza katılması bize güç verir’ diyor ama bir kısmı da ‘Adı son zamanlarda bazı seks skandallarına karışmıştı, aramıza kabul edersek yara alırız’ düşüncesiyle Tamer Bey’in mason olmasına karşı çıkıyor ve teklif, dolayısıyla birkaç aydan buyana hálá karara varılamamış şekilde beklemede tutuluyor.

ŞİMDİLİK BEKLEMEDE

Ben, locada bu olup bitenleri o mekánın eskilerinden olan bir dostum vasıtasıyla öğrendim, işin ákıbetini daha sonra ‘yüksek derecede’ olduklarını bildiğim diğer bazı mason dostlarıma sordum. Bu konularda konuşmaları yasak olduğu halde kırmayıp cevap verdiler ve böylelikle Tamer Karadağlı’nın hálen ‘beklemede’ olduğu ortaya çıktı!

Merak edenler için söyleyeyim: Bendeniz mason falan değilim ve bu yazıyı yazmamın sebebi, Tamer Karadağlı yüzünden çıkan tartışmanın bana 1964’teki Süleyman Demirel olayını hatırlatması. Üstelik kardeşler arasında yaşanan son hadiseler, ilgi çekici bir romanın yahut bir hikáyenin dört unsuru olarak kabul edilen eskiden kalma mizahi bir örneğe de tıpatıp uyuyor: Meşhur bir kişilik, esrarlı bir hava, dolu dolu bir gerilim ve nihayet, cinsellik! Olayın kahramanı Tamer Bey gayet tanınmış bir isim, mason olmayanların gözünde masonluk esrarlı bir teşkilát, ortada şiddetli bir tartışma sözkonusu ve işin en önemli tarafı da, Tamer Bey, birkaç ay önce hayli ses getiren bir kaçamağın kahramanı! Masonluk, Kurtlar Vadisi sayesinde de son günlerde birhayli gündemde...

1964’teki kavga gerçi masonları bölmüş ama Süleyman Demirel’e çok büyük şans getirmiş ve siyasi hayatta önünü açmıştı. ‘Evrenin Ulu Mimarı’ 2005’teki tartışmalara da aynı doğrultuda müdahale edecek olursa, Tamer Karadağlı’nın mesleki geleceğinin çok daha parlak olacağını, hatta Oscar bile alabileceğini düşünebiliriz!

Demirel’e 1964’te verilen iki satırlık belge, masonları darmadağınık etmişti

1964
yılında Adalet Partisi’nin genel başkanlığına adaylığını koyan Süleyman Demirel ile diğer aday Sadetin Bilgiç arasında sıkı bir mücadele başlamıştı ve Bilgiç taraftarlarının Demirel’in masonluğuyla ilgili olarak dağıttıkları bir belge, siyasi çevrelerde elden ele dolaşıyordu.

Süleyman Demirel, aleyhindeki kampanyanın giderek dal-budak salması üzerine ‘Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ adını taşıyan ve Türkiye’nin en yüksek mason otoritesi olan Ankara’daki ‘Büyük Loca’nın ikinci adamı Necdet Egeran’dan ‘mason olmadığı’ yolunda bir belge aldı. Sadettin Bilgiç taraftarlarının iddialarına bu belgeyle karşılık veren Demirel seçimleri kazandı ve neticede hem Adalet Partisi’nin genel başkanı, hem de Türkiye’nin başbakanı oldu.

Ancak, sözkonusu belge masonlar arasında büyük kavga çıkarttı. Zira, Süleyman Demirel 1956 yılında mason olmuştu, çalışmalara katılmamasına rağmen locaya kayıtlıydı ve bazı masonlar, Necdet Egeran’ın ‘Süleyman Demirel’in bizde kaydı bulunmamaktadır’ şeklinde bir belge vermesinin ‘masonluğun politikaya álet edilmesi’ demek olduğunu iddia ediyorlardı.

Locadaki tartışmalar bir sene boyunca devam etti ama asıl kıyamet, ertesi yıl koptu: Süleyman Demirel’e sözkonusu belgeyi veren Necdet Egeran, masonluğun en yüksek makamı olan ‘büyük üstadlığa’ seçilince bazı localar Büyük Loca’dan ayrılıp ‘Büyük Mason Mahfili’ yahut ‘Özgür Masonlar Büyük Locası’ adıyla kendi büyük localarını kurdular ve Türk masonları ikiye bölünmüş oldu. 1990’lara gelindiğinde sadece kadınların üye olduğu bazı locaların ortaya çıkıp ‘Kadın Büyük Mason Locası’ adı altında biraraya gelmeleri üzerine büyük loca sayısı üçe yükseldi ve bölünmüşlük daha da arttı.

Dedelerinin ismini yaşatmak isteyenler, bu kitabı örnek alsınlar

BURSALI Mehmed Tahir Bey,
son dönem Osmanlı álimlerinin önde gelenlerindendi. 1861’de Bursa’da doğmuş, askeri okuldan mezun olmuş, bir ara İttihad ve Terakki Partisi’nden milletvekilliği yapmış ve 1925’te İstanbul’da vefat etmişti.

Türk tarihinin en büyük biyografi álimlerinden olan Tahir Bey’in çok sayıda yayını vardı ama 1915 ile 1924 arasında yayınladığı ‘Osmanlı Müellifleri’ adındaki üç cildlik eseri müellifler, yani yazarlar konusunda o zamana kadar yapılmış en geniş çalışmaydı. ‘Osmanlı Müellifleri’, sáhasındaki tek eser olma özelliğini bugün de muhafaza ediyor ve araştırmacılar tarafından hálá ana kaynak olarak kullanılıyor.

Ahbabım Mesut Ilgım, geçenlerde, Bursalı Tahir Bey’in ailesi tarafından çıkartılmış ve piyasaya verilmemiş son derece enteresan bir kitap gönderdi. Kitap Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğrencilerinden Fatma Korkmaz tarafından 1994’te mezuniyet tezi olarak hazırlanmış, kaleme alınmasının üzerinden on sene geçtikten sonra, Tahir Bey’in torunu ve Mesut Bey’in de damadı olan Polat Bengiserp yayınlamıştı. Kitapta bugüne kadar hakkında adının haricinde neredeyse hiçbir málumatın bulunmadığı Tahir Bey’in hayat hikáyesi ayrıntılarıyla yazılıyor, üstelik kendisinin ve ailesinin çok sayıda fotoğrafı da bulunuyordu.

Ben, Mehmed Tahir Bey’i bizzat tanımış olan rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı’dan Tahir Bey hakkında çok şey dinlemiştim. Abdülbaki Hoca, ‘Osmanlı Müellifleri’nin asıl kaynağının Bayezid Kütüphanesi’nin efsanevi müdürü İsmail Saib Efendi olması ihtimalinden sözeder, Tahir Bey’in böyle devásá bir eseri, kendisi gibi ‘Melámi’ yoluna mensup bulunan İsmail Saib Efendi’nin desteğiyle yazdığını anlatırdı. İsmail Saib Efendi her türlü kaynağı temin etmiş ama Melámi felsefesinin temel kaidelerinden olan ‘şöhretten uzak kalma’ düşüncesiyle eserde isminden bir defa olsun bahsedilmesini bile istememişti!

Tahir Bey’in torunu Polat Bengiserp’i büyük dedesinin ayrıntılı hayatını unutulmazlıktan kurtardığı için kutluyor ve bu yayının geçmişin önemli isimlerinin soyundan gelen diğer ailelere de örnek olmasını temenni ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Rakı nereden ‘milli içkimiz’ oluyor? Atalarımız sadece şarap içerlerdi

13 Mart 2005
Sahte rakıdan can verenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. ‘Milli içkimiz’ olduğu söylenen rakının böyle tatsız bir şekilde de olsa gündemin ilk sıralarına yerleştiğini görünce, rakı konusunda yanlış bildiğimiz bazı hususları yazayım dedim: Rakı milli içkimiz değildir, kökeninin Arap mı yoksa Yunan mı olduğu hálá tartışmalıdır. Rakı ile ilk tanışmamız 18. yüzyılda başlar, yaygınlaşması 19. yüzyılın ortalarındadır, ilk rakı fabrikamız 1920’de kurulmuştur ve Türkiye, 1900’lerin ilk yıllarına kadar Avrupa’ya da ihracat yapan bir şarap ülkesidir. Bir içkiye mutlaka ‘milli’ unvanı vermemiz gerekiyorsa, bizde bu unvana şaraptan başka láyık içki yoktur ve dolayısıyla başta Ertuğrul Özkök olmak üzere bütün şarap meraklıları son derece ‘milliyetçi’ bir alışkanlık içerisindedirler.

SAHTE rakı can almaya devam ediyor. Bu yazıyı yazdığım sırada, sadece İstanbul’daki sahte rakı kurbanlarının sayısı 21’e yükselmişti.

‘Milli içkimiz’ bilip ‘arslan sütü’ dediğimiz rakı böyle tatsız bir şekilde de olsa gündemimizin ilk sıralarına yerleşince, onunla ilgili olarak yaptığımız ve neredeyse bir asırdan buyana tekrarladığımız bazı yanlışlardan bahsedeyim dedim.

Şimdi, akşamcıları hiddetlendireceğimi bile bile açıkça söyleyeyim: Rakı, ‘milli içkimiz’ falan değildir, aslında bize gayet yabancıdır, ithal malıdır ve günlük hayatımıza oldukça geç devirlerde girmiştir! Kökeni hálá tartışmalıdır, yeme-içme tarihçileri büyük ihtimalle Arabistan’da yahut Balkanlar’da doğduğuna inanmakla beraber, rakıya henüz bir anavatan bulamamışlardır ama Türk icadı olmadığı konusunda hemfikirdirler.

Zaten ‘rakı’ kelimesi de şimdilerde iddia edildiği gibi Türkçe değil, Arapça’dır ve ‘arak’ sözünden bozmadır. ‘Arak’, Arapça’da ‘ter’ demektir ve imbikten geçirilerek yapılan bütün içkilerin ortak adıdır. İçkinin temel malzemesinin damıtılması sırasında imbikte beliren ve şişelere doldurulan damlalar ‘ter’i andırdıkları için, damıtılarak yapılan alkollü içkilere ‘arak’ denmiş ve kelime, Türkçe’de daha sonraları ‘rakı’ hálini almıştır. ‘Arslan sütü’ ifadesi de bize ait değildir, Araplar’ın ‘arak’tan bahsederken kullandıkları ‘halibu’l-esed’ deyiminin Türkçe’ye birebir tercümesinden ibarettir.

18. YÜZYILDA TANIŞTIK

Aslında bizim olmayan bu içki ile ilk tanışmamız geç devirlerde, 18. yüzyılda başlar ve rakı merakımız ancak 19. yüzyılın ortalarında yaygınlaşır. Rakı ilk zamanlarda gayrımüslimler, özellikle de İstanbul’daki Ermeniler tarafından imal edilecek, Türkiye’nin ilk rakı fabrikası ise çok daha sonraları, 1920’de, Aydın’da kurulacaktır. Ama o devirlerde rakının sahtesi sözkonusu değildir, zira tekel várolmadığı ve rakı üretiminde serbest rekabet kuralları hákim bulunduğu için imalátçılar için önemli olan ucuzluk ama kalitedir.

Ve, birkaç küçük bir hatırlatma daha: Herhangi bir ádetin ‘milli’ özelliği taşıyabilmesi için çok eski zamanlardan itibaren kullanılması gerekir ve bugün rakı bahsinde olduğu gibi, ‘milli’ diye bildiğimiz daha birçok alışkanlığımız aslında oldukça yenidir. Meselá kuru fasulye milli yemeğimiz falan değildir, mutfağımıza 17. asırdan sonra girmiştir, zira fasulyenin kökeni ‘Yeni Dünya’dır, yani Amerika’dır, pastırma ile kavurmanın geçmişi ise çok daha eskilere dayanmaktadır. ‘Milli sazımız’ olduğu söylenen ‘bağlama’ ile tanışmamız da yine 17. yüzyıl sonrasındadır, bağlama biçimindeki saz İran taraflarından gelmiştir ve eski metinlerde bize mahsus çalgılar bahsinde önceleri ‘kopuz’, daha sonraları da ‘çöğür’ isimleri geçer. Çayda da durum aynıdır ve Türkiye’deki geniş kitlelerin çay ile tanışması, ancak 1930’lardan sonradır.

Şimdi, rakıyı bilmemiş ve tanımamış olan dedelerimizin, büyük dedelerimizin ve atalarımızın demlenmek istedikleri zaman ne içtiklerini merak etmiş olabilirsiniz...

Biz, efsanevi içkimiz kımızı bir yana bırakacak olursak, millet olarak şarap içerdik, yani şarapçıydık! Üstelik şarabı kendimiz yapar, nadiren ithal etmemize rağmen Avrupa’ya bile satar ve şarap ihracından bir zamanlar gayet iyi para kazanırdık.

Bu yazıyı yazmadan önce, rakı bahsinin zamanımızdaki en büyük üstadlarından olan ve Yunanlı pastırma tarihçisi Pavlos Erevnidis ile beraber bir rakı tarihi hazırlamakla meşgul bulunan alláme dostum Turgut Kut’a da danıştım. Turgut Bey de aynı şekilde düşünüyordu, ‘Rakı nereden milli içkimiz oluyormuş? Türkler asırlar boyunca şarap içmişlerdir’ dedi. ‘Arak’ kavramının ‘damıtılmış içki’ demek olduğunu o da tekrar etti, ‘rakı’ adının ise sadece ‘anasondan yapılan araka’ verildiğini söyledi ve ‘rakı’ kelimesinin ilk defa 17. yüzyılın sonlarına doğru Limni Adası’nda kullanıldığını tesbit ettiklerini anlattı.

ŞARAP, GELİR KAYNAĞIYDI

Şurasını hiç unutmayalım: Osmanlı Türkiyesi, asırlar boyunca şarap içmişti, şarap bazı devirlerde yasaklanmış ve içenler ağır cezalara bile çarptırılmışlardı ama içki satışı açık yahut gizli şekilde her zaman várolmuştu. Şarap meyhaneleri hiç durmadan faaliyet göstermiş ve devlet zamanla içkiyi yasaklamak yerine bunu bir gelir vasıtası háline getirmeyi tercih etmişti.

Arada bir konulan yasakların temelinde yatan sebep dini kurallar değil, siyasi ve özellikle de güvenlik endişeleriydi. Meselá, Dördüncü Murad dönemindeki meşhur içki, daha doğrusu şarap yasağı, hükümdarın o senelerde giderek artmış olan yeniçeri zorbalıklarına bir son verebilmek için uyguladığı baskı ve sindirme politikasının uzantısıydı, yasağın temelinde toplanma yasağı vardı. İçkinin yasaklanmasıyla meyhanelerde biraraya gelinip iktidar aleyhinde konuşulmasının önüne geçilmişti.

SAVAŞ ZAMANI YASAK

İstanbul’un güvenliğinin tam olarak sağlandığı dönemlerde şarap hep serbest oldu ve yasaklamalar uzun süren savaş yahut anarşi yıllarında geldi. Devletin içki konusunda asırlar boyunca devam eden temel politikası ise hep aynı kaldı: Yasaklamak yerine, bunu bir gelir vasıtası haline getirmek...

Bu gelirin elde edilmesi için, her zaman değişik metodlar uygulandı. Şarap içerken yakalanan Müslümanlar başlangıçta para cezası öderlerken, 1870’in ilk aylarında Türkiye’nin gündemini içki içenlere yılda 50 kuruş karşılığında ‘ruhsat tezkeresi’ yani izin belgesi verilmesi konusu işgal etti. Derken izin belgesinden vazgeçilip ‘Müskirat Nizamnameleri’ yani ‘İçki Yönetmelikleri’ çıkartıldı. 7 Nisan 1886 tarihli yönetmelikte içkiden alınacak vergiler ayrıntılarıyla gösteriliyor, 14 Temmuz 1890’da ise, ihraç edilecek şarapların kalitesi ve vergileri belirleniyordu. Aynı zamanda ‘Halife’ unvanını da taşıyan dönemin hükümdarı İkinci Abdülhamid önceliği devletin gelir etmesine vermiş ve şarap yönetmelikleri yayınlamakta bir beis görmemişti.

‘Milli içkimiz’ olduğu iddia edilen rakı meselesinin aslı, işte böyle... Bir içkiye mutlaka ‘milli’ unvanı vermemiz gerekiyorsa, bizde bu unvana şaraptan başka láyık içki yoktur ve dolayısıyla başta Ertuğrul Özkök olmak üzere bütün şarap meraklıları son derece ‘milliyetçi’ bir alışkanlık içerisindedirler.

Şarap, Kanuni Sultan Süleyman zamanında da gelir vasıtasıydı

Gayrımüslimler, içtikleri şarap için vergi vermezler ama sattıkları şaraptan vergi alınır. Şarap şehrin içinde satıldığı zaman, satandan ve alandan her on ölçü için üçer akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘İnöz Kazası Kanunnamesi’, madde: 5).

Meyhane açıp kendi yaptıkları şarapları satmak isteyenlerden fıçı başına beş akçe alınır. Meyhanelerini birkaç günlüğüne kapatıp yeniden açanlar yahut hiç kapatmayanlar ister az ister çok satsınlar, fıçı başına beş akçe verirler (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘İnöz Kazası Kanunnamesi’).

Şarap fıçısı taşıyan gemiler şaraplarını Trabzon’da satarlarsa, her fıçıdan yirmi beşer akçe alınır. Eğer Trabzon’da değil de bir başka limana giderlerse, on beşer verirler. ‘Miso fıçı’ denilen yarım fıçılardan beşer buçuk akçe alınır, arak fıçısından 28, yarım arak fıçısından da dokuz akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘Trabzon Sancağı Kanunnamesi’, madde: 9).

Şarap, küçük sandallar ile yakın yerlerden getirilirse, en iyi kalitesinden 30, orta kalitesinden 25, yarım fıçıdan da on iki buçuk akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın Trabzon Sancağı Kanunnamesi, madde: 10).

Gemiler limana şarap getirirlerse fıçı başına otuz akçe alınır ama Menekşe şarabı gelirse, her fıçı için altmışar akçe öderler (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘Selánik Kazası Kanunnamesi’, madde: 8).
Yazının Devamını Oku

Sedat Ergin sakalına kına yakıp bir tutamını da toprağa gömmeli

6 Mart 2005
Sedat Ergin’in sakal bırakması Dışişleri’nde, Meclis’te ve gazete sayfalarında günün konusu oldu. Sedat, Osmanlı İstanbulu’nun klasik semtlerinden olan Hırkaişerif’tendir. Bu semte adını, Hazreti Muhammed’in hırkasının muhafaza edildiği mekán olması sebebiyle ‘Hırkaişerif’ adını alan meşhur cami verir. Çocukluğunda ‘Hırkaişerif’in manevi iklimini teneffüs etmiş biri olarak Sedat Ergin’in dini ve sosyal derinliği olan ‘sakal’ konusunda gerekli herşeyi bildiğinden asla şüphe etmiyorum. Ama, bitip tükenmeyen iş koşuşturması yüzünden sakalıyla ilgili olarak yapması gereken işlerden bazılarını unutması ihtimalinin bulunduğunu düşünüyor ve bu görevlerini hatırlatmayı bir dost vazifesi addediyorum. İşte, Sedat Ergin’in mutlaka yapması gerekenler: Sakalını okutacak, sonra kına sürecek, bir tutam sakal kılını toprağa gömecek ve okuttuğu sakalı artık asla kesmeyecek!

SEDAT Ergin’in sakal bırakması, devlet meselesi gibi oldu. Dışişleri’nde, Meclis’te ve gazete sayfalarında birkaç günden buyana Sedat’ın sakalından sözediliyor, duasının edilip edilmediği, yakışıp yakışmadığı yahut kesip kesmeyeceği tartışılıyor.

Sedat, Osmanlı İstanbulu’nun klasik semtlerinden olan Hırkaişerif’tendir. Bu semte adını, Hazreti Muhammed’in hırkasının muhafaza edildiği mekán olması sebebiyle ‘Hırkaişerif’ adını alan meşhur cami verir.

Çocukluğunda ‘Hırkaişerif’in manevi iklimini teneffüs etmiş biri olarak Sedat Ergin’in dini ve sosyal derinliği olan ‘sakal’ konusunda gerekli herşeyi bildiğinden asla şüphe etmiyorum. Ama başkentin hem siyasi havasını teneffüs etmek, hem de diplomatik nabzını elinde tutmak gibisinden ağır bir sorumluluk taşıyan Sedat’ın yaşadığı devamlı koşuşturma yüzünden sakalıyla ilgili bazı ‘vecibeleri’ni unutması ihtimalini de düşünerek bu vecibeleri hatırlatmayı bir dost vazifesi addediyorum.

Sedat’ın sakalıyla ilgili olarak öncelikle ifade etmem gereken çok önemli bir husus var: 18. yüzyılda yaşamış olan ansiklopedist álimlerimizden Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, ‘Márifetnáme’ isimli eserinde insanların iç dünyalarını dış görünüşlerine göre yorumlar. Bu yorumda sakalı da bir değerlendirme unsuru yapar ve ‘Sakalı uzun olan, hünersizdir. Sakalı sık olan, kabadır. Siyah ve seyrek sakal, zekáya delálet eder. Değirmi sakallılar olgundur’ buyurur. Ben, Sedat Ergin’in zeká ve kabiliyetini uzun seneler öncesinden yakinen bilenlerdendim ama sakalının yer yer ak düşmesine rağmen siyah ve seyrek olduğunu fotoğrafından görüp İbrahim Hakkı Hazretleri’nin sözünü ettiği gruplardan üçüncüsüne, yani ‘olgun zevát’ arasına girdiğinin böyle yüksek bir makamdan tasdikine şahit olmam, beni ayrıca memnun etti.

DÖRT GÖREV DÜŞÜYOR

Şimdi, sözünü ettiğim ‘sakal vecibeleri’ni Sedat’a hitaben ve maddeler halinde sıralıyorum:

1. Sakal bırakmanın málum, peygamberimizin tavsiyesi olduğu söylenir ve senin gibi eski bir İstanbullu’nun dedelerinin yolundan giderek sakalının duasını yaptırması şarttır Sedatçığım! Buna ‘irsál-i lihye merásimi’ yani ‘sakal bırakma töreni’ denir. Dua gayet kısadır ve genellikle cuma namazından sonra bir hoca efendi tarafından okunur. Hoca duayı bitirdikten sonra ‘Yarabbi, bu zátı hayırlı bir ádem eyle’ deyip yüzüne üç defa üfler, duaya katılanlara yine İstanbul ádetlerine uyarak mükellef bir ziyafet çekersin ve merasim tamamlanmış olur. Dışişleri Bakanı Abdullah Bey’in de sözünü ettiği ‘sakal duası’ bundan ibarettir ve senin için en uygun dua mekánı, Hırkaişerif Camii’dir! Duana gelip ‘Ámiiiin’ demek ve çekeceğin ziyafette hazır bulunmak hususunda emrine ámádeyim!

2. Şimdi, dua ile meşrulaştırdığın sakalına kına yakman gerekiyor... Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadiste ‘Yahudiler ve Hristiyanlar saçlarını boyamazlar, siz onlara muhalefet ediniz’ buyurulmakta, yani saçın ve sakalın boyanması gerektiği söylenmektedir. Bu hadis bizde saça ve sakala ‘kına yakılması’ şeklinde uygulanmıştır ve dolayısıyla ak düşmüş olan sakalına bir defa olsun kına yakman gerekmektedir. Ezdiğin bir avuç kınayı ‘vesime’ denilen otla karıştırıp sulandırarak sakalına sürersin, o kadar. Fakat itinayla sürmezsen birkaç haftalığına azıcık renk değiştirirsin, unutma!

3. Bitmediiii... Yine dini emirler uyarınca bıyığının sakalından kısa olmasına dikkat etmen ve bir başka İstanbul ádetini de mutlaka yerine getirmen lázım: Sakalını makasla ilk defa düzelttiğin sırada kestiğin kıllardan bir tutamını bir kenara koyacak, sonra aynı makasla tırnağını da kesecek ve ayırdığın o bir tutam sakal kılıyla tırnaklarını temiz bir toprağa gömeceksin! Bu ameliyeyi de yapmandan sonra, sakalınla ilgili görevlerin tamamlamış demektir.

4. Artık, işin dünyevi tarafına gelelim... Sen sen ol, bıraktığın sakalı sakın hááá kesmeye kalkma, yoksa Allah korusun, işinden olabilirsin!

Bunu nereden mi çıkartıyorum, bak anlatayım:

İbrahim Şinasi Efendi’yi bilirsin, hani bizim mesleğin yani gazeteciliğin pirlerinden sayılan ve ‘Tasvir-i Efkár’ gazetesini çıkartan meşhur Şinasi...

Şinasi, Fransa’da iyi bir tahsil gördükten sonra Türkiye’ye döner, ‘Meclis-i Maarif’e, yani bugünün Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki ‘Talim ve Terbiye Dairesi’ne tayin edilir, bir taraftan da gazetelere yazılar yazıp kitaplar çıkartmaya başlar. Ama 1856’da aklına eser, kimbilir, belki de uzun senelerini geçirdiği Fransa’daki edebiyatçılara özenir ve o devirde sakal kesmenin hem ayıp hem de yasak olduğunu bile bile traş oluverir. İşine matruş bir halde geldiğini gören mesai arkadaşları, vaziyeti zamanın sadrazamı Áli Paşa’ya yetiştirirler ve Paşa, Şinasi’yi hemen kapının önüne koyar.

GAZETECİ SAKALLI OLUR

Bizim mesleğin en eskilerinin, yani Ahmed Midhat Efendi, Namık Kemal ve Agáh Efendi gibi gazetecilerin Avrupa’nın sakalsız yazarlarına hayran olmalarına rağmen sakallarını bir türlü kesmeye cesaret edememelerinin sebebi, bu işe kalkışmanın uğursuz olduğuna inanmaları ve Şinasi gibi işsiz kalma endişeleridir.

İstanbul folkloru ağırlıklı bu dört madde, üniversiteye kaydolduğu hafta bıraktığı sakalını dört aylık askerliği dışında hiç kesmeyen ve neredeyse 30 seneden buyana sakallı olan bir gazetecinin tecrübelerine dayanmaktadır ve sadece Sedat Ergin’e değil, sakal bırakacak olan herkese tavsiyedir!

Sedat için sakal NiZAMNAMESi

1. Büyük dedelerinin yadigárı olan İstanbul’daki Hırkaişerif Camii’ne giderek sakal duası okutacak ve ‘irsál-i lihye merásimi’ denilen ‘sakal bırakma töreni’ ile misafirlerine ziyafet çekecek.

2. Bir avuç kınayı ezerek ‘vesime’ isimli otla karıştırıp sulandırdıktan sonra hafiften ak düşmüş sakalına sürecek ve azıcık renk değiştirecek.

3. Bıyığının sakalından kısa olmasına dikkat edecek, sakalını makasla ilk defa düzelttiği sırada kestiği kıllardan bir tutamını, aynı makasla keseceği tırnaklarıyla beraber temiz bir toprağa gömecek.

4. Türk basınının öncülerinden olan Şinasi’nin 1856’da sakalını kestiği için işsiz kalmasından kaynaklanan ‘gazeteci sakalını kesmez’ kuralına uyarak sakalını bundan böyle asla kesmeyecek, sadece kısaltacak.

Bu CD’de çalan müzisyen kesinlikle Mesud Cemil değildir!

MESUD Cemil,
Türk Müziği’nin çok önemli bir ismiydi. Müziğin efsanevi adının, Tanburi Cemil Bey’in oğluydu; bana göre babasından daha seçkin bir tanburi idi, radyoculuğu Türkiye’ye getirenlerdendi, Türkçe’ye herkesi gıpta ettirecek derecede hákimdi ve sözün kısası, çok önemli bir sanatkárdı.

Hayata 1963’te 61 yaşındayken veda etti ve ardında harikuláde müzik kayıtları, az ama birbirinden şık birkaç eser, hoş hatıralar ve çok büyük bir isim bıraktı.

Bu büyük sanatkár, müzik kayıtlarının bugünlere ulaşması konusunda her nedense gayet şanssızdı. Meselá, birkaç sene önce çıkan ilk albümünde yeralan uzunca bir tanbur taksimi hakkında CD’nin kitapçığında ‘Mesud Cemil’in tanbur icrasındaki zirvesi’ deniyordu ama sözkonusu kayıt ona değil, talebesi Ercümend Batanay’a aitti.

Derken, geçtiğimiz haftalarda Kalan Müzik’ten iki CD’lik bir başka Mesud Cemil albümü çıktı. Hayranı olduğum bu büyük müzikçiyi yeniden dinleyebilmenin hevesiyle albümü hemen aldım ve müzik sistemimin başına geçtim.

CD’nin kitapçığında ‘Suzidil taksim’ ibaresini okuyunca, ne yalan söyleyeyim biraz şaşırdım ve üzüldüm. Zira, Mesud Bey’in kayıtlarından oluşan en zengin kolleksiyonlardan birinin kendimde olduğunu zannediyordum ama Suzidil’den bir taksimini hiç işitmemiştim. CD’yi heyecan içerisinde cihaza yerleştirip meçhulüm olan kaydı dinlemeye hazırlandım fakat o da ne? Hoparlörlerden meşhur Ferahfeza taksim, üstelik taksimin son kısmının nağmeleri yükseliverdi! Albümü yapan zát, Ferahfeza’yı bambaşka bir makam olan Suzidil zannetmiş ve üstüne üstlük, CD’ye koyduğu eserin bir diğer parçanın sonu olduğunu anlayamamıştı. Ááááh kulak!

‘Ya sábır’ çekerek cihaza ikinci CD’yi koydum ama keşke koymaz olaydım! İlk sıradaki Rehavi taksim yerine ortalığı bu defa kalın perdeden bir uğultu sardı. Kaydın devri neredeyse yarı yarıya düşüktü; CD’de tam dokuz dakika beş saniye boyunca devam eden bir garabet vardı ve albümü ‘yayına hazırladığı’ iddia edilen kişi, makamları birbirine karıştırmadaki maharetinin yanısıra, bir kaydın devrini bile anlayamadığını ispat etmedeydi! Váááh kulak!

Mesud Bey’i bu CD vasıtasıyla tanıyabileceklerini düşünen genç müzisyenlere şu kadarını söyleyeyim: İçerisinde eksik, üstelik makamı bile yanlış yazılmış bir parça ile devri düşük kayıtların bulunduğu ama en meşhur eseri olan Nihavend Saz Semaisi’nin kendi icrasıyla verilmesinin akıl bile edilemediği bu albümde Mesud Cemil asla yoktur!

Müzik yapımcıları musikiyi bilen, dinlediğini de anlayan sanat danışmanları kullanmak zorundadırlar ve hiçbir müzik yapımcısı, hakkında daha önce çıkmış olan övücü yazıları sermaye edinerek ‘Bunu da yerler’ deme lüksüne sahip değildir!

Kalan Müzik’ten çıkan bu albüm, bana Mesud Cemil’i yakından tanımış olanların ondan naklettikleri bir sözü hatırlattı: ‘Kulak bazı insanlarda müziğe, bazılarında da şapka tutmaya yarar’ demesini...
Yazının Devamını Oku

İlk kedi tartışmasını Namık Kemal başlatmış, sadrazama ‘kedi’ demişti

27 Şubat 2005
Günlerdir, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, kendisini ‘türban yumağına dolanmış kedi’ şeklinde çizen karikatürist Musa Kart’ı tazminata mahkûm ettirmesini tartışıyoruz. Başbakan’ı hiddetlendiren bu sevimli yaratığın siyasi hiciv tarihimizdeki yeri oldukça eskiye, bundan 133 sene öncesine uzanır. Bizde kediyi hiciv vasıtası yapan ilk kişi, Namık Kemal’dir ve 1872’de ‘Diyojen’ isimli mizah dergisinde yayınladığı ‘Hırrenáme’ yani ‘Dişi Kedi Destánı’ başlıklı hicvinde zamanın sadrazamı Mahmud Nedim Paşa’yı açgözlü bir kediye benzeterek yerin dibine geçirir, sonra hızını alamaz ve Paşa’ya hitaben bir de ‘Köpek Mersiyesi’ yazar.

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, kendisini ‘türban yumağına dolanmış kedi’ şeklinde çizen karikatürist Musa Kart’ı tazminata mahkûm ettirmesi üzerine, karikatür konusu gündemin ilk sırasına yerleşti. Günlerdir, devlet adamlarının karikatüre tahammüllerinin sınırını tartışıyoruz.

Yakın geçmişimizi çabuk unuttuğumuz için, kedi kavramının bir zamanlar Türk mizahının çok kullanılan unsuru olduğunu, meselá Demokrat Parti’nin en güçlü senelerinde, Başbakan Adnan Menderes’in de kedi şeklinde çizildiğini artık pek hatırlamıyoruz. ‘Akbaba’ gibi o yılların mizah dergilerinde yeralan ve Menderes’i de vaktiyle çileden çıkartmış olan bu çizimler, şimdi arşivlerin tozlu raflarında duruyorlar.

Ama, ‘kedi’ kavramının varlığı siyasi hiciv tarihimizde çok daha eskiye, bundan 133 sene öncesine uzanır ve kediyi hiciv vasıtası olarak kullanan ilk kişi, Türk Edebiyatı’nın en meşhur isimlerinden olan Namık Kemal’dir.

İşte, bu sevimli yaratık vasıtasıyla devlet büyüklerini ilk defa çileden çıkarmamızın kısa öyküsü...

Yıl 1872’dir; tahtta Sultan Abdüláziz, sadaret yani başbakanlık makamında da padişahın dışında hiş kimsenin hoşlanmadığı Mahmud Nedim Paşa vardır.

Rus taraftarı politikalar izleyen ve hemen her kararını İstanbul’daki Rusya Sefiri General İgnatiyef’e danıştıktan sonra veren Nedim Paşa’ya ‘Nedimof’ adı takılmıştır. Paşa’ya sadece ‘Nedimof’ değil, yüz biçimi ve sakal şekli yüzünden ‘kedi’ de denmektedir ve Paşa’nın iktidarı halk arasında rüşvet, komisyon ve yolsuzluk demek olmuştur. Bütün bu hadiseler Abdüláziz’in de canına tak etmiş olacak ki, 31 Temmuz günü Nedim Paşa’yı azleder ve yerine Midhat Paşa’yı getirir.

Namık Kemal, o günlerde arkadaşlarıyla beraber ‘Diyojen’ adında haftalık bir mizah dergisi çıkartmaktadır. Paşa’nın azlinin verdiği ilhamla ‘Hırrenáme’ yani ‘Dişi Kedi Destánı’ isimli bir şiir kaleme alan Namık Kemal, şiiri Diyojen’in 133. sayısında yayınlar.

Mısraların hemen üzerinde ‘Meraklı bir Bey’in, sevgili pamuk kedisinin bir savaşta farelerin vücuduna açtığı yaralar yüzünden ölüp gözlerden kaybolması üzerine üzgün bir vaziyette söylediği mersiyedir’ denmekte ve Nedim Paşa şiirde açgözlü, doymak bilmeyen, yüzsüz ve saldırgan bir kediye benzetilmektedir. Hayatı zaten sürgünlerde geçmekte olan Namık Kemal, Paşa’yı yerden yere vurduğu bu şiirden sonra bir de ‘Köpek Destánı’ yazacak, Diyojen ise yayınladığı bazı karikatürler ve şiirler yüzünden kısa müddet sonra kapatılacaktır.

Kedi kavramının siyasi tarihimizdeki geçmişi işte böyle ve Namık Kemal’in ‘Hırrenáme’ yani ‘Dişi Kedi Destánı’nın tam metni de yandaki kutuda.

Namık Kemal’in sadrazama yazdığı ‘Dişi Kedi Destánı’

‘Kedimin her gece böbrekle dolardı sepeti / Yok idi ni’metinin ráhatının hiç adedi / Çeşmi şehlá, nigehi fárik iken nik ü bedi (Gözü şehlá bakışı iyiyi-kötüyü ayırdeder iken) / Sardı etrafını bin dürlü adular (düşmanlar) türedi / Kedimi gaflet ile fare-i idbár (talihsizlik faresi) yedi / Buna yandı yüreğim áh kedi, váh kedi

Keyfi gelse bıyığın oynatarak mırlar iken / Kızdırırsan yüzüne atlayarak hırlar iken / Kuyruğu geçse ele dırlanarak hırlar iken / Sofrada her kedinin def’ini hazırlar iken / Kedimi gaflet ile fare-i idbár yedi / Buna yandı yüreğim áh kedi, váh kedi.

Keseyi kapsa dökerdi yere hep páreleri (paraları) / Ciğere işler idi tırnağının yáreleri (tırnağıyla açtığı yaralar) / Koşturur, oynar idi kukla gibi fareleri / Deliğe sokmaz idi bir gün o áváreleri / Kedimi gaflet ile fare-i idbár yedi / Buna yandı yüreğim áh kedi, váh kedi.

Ürperip tüyleri bir kerre deyince mırnav / Korkudan başlar idi lerzişe (titremeye) bakkalla manav / Saldırırdı ádeme (insana) bulmaz ise başka bir av / Yüzünü görse köpekler diyemezken hav hav / Kedimi gaflet ile fare-i idbár yedi / Buna yandı yüreğim áh kedi, váh kedi.

Sokulunca yatağa kovmak ile gitmez idi / Okşamakla tokadı tekmeyi farketmez idi / Yiyecek görse gözü, mırlaması bitmez idi / Kedimi gaflet ile fare-i idbár yedi / Buna yandı yüreğim áh kedi, váh kedi’

Kediye benzetilen Sadrazam Nedim Paşa başbakanlıktan yalınayak kaçmıştı

GÜRCÜ Mehmed Paşa’
nın oğlu olan Mahmud Nedim Paşa, 1818’de İstanbul’da doğdu. Uzun yıllar valilik yaptı ve yakın çevresine girmeyi başardığı Sultan Abdüláziz’in gönlünü ‘Devlet sizin şahsi malınızdır, canınızın istediği gibi idare edersiniz efendimiz’ gibisinden sözlerle okşayınca, 1871’de sadrazamlığa getirildi.

Rus yanlısı olduğu için halk arasındaki ismi ‘Nedimof’ idi ve rüşvetle yolsuzlukta eşinin ve benzerinin olmadığı söylenirdi. Hakkındaki dedikoduların artması üzerine bir sene sonra görevden alındı ve valilikle İstanbul’dan uzaklaştırıldı ama 1875’te yeniden sadrazam oldu.

Mahmud Nedim Paşa, bu ikinci sadrazamlığında Türk iktisat tarihinin en meşhur faiz operasyonuna imzasını atacaktı. Nakit sıkıntısını o zamanlarda da yüksek faizli iç borçlanmayla halletmeye çalışan hükümet tek kuruş bile ödeyemez hale gelince, Paşa 1876 Mayıs’ında bir kararnameyle faizleri aniden yarıya indirdi ve piyasalar birbirine girdi.

Kendisinde ve yakınlarında bulunan tahvilleri bir gece önce el altından sattıran Nedim Paşa faiz operasyonundan zarar görmemiş fakat o gün binlerce kişi bir anda iflás etmişti.

İstanbul esnafı ve öğrenciler kararın açıklanmasından sonra ‘Gebertelim Nedimof’u’ haykırışlarıyla zamanın başbakanlık binası olan Babıali’ye yürüdüler. Nedim Paşa kılık değiştirip yalınayak Sirkeci’ye indi, bir kayığa binip yalısına sığındı. Saraydan gelip ‘Padişahımız efendimiz sizi emrediyorlar’ diyenlere ‘Hastayım, pek şiddetli nezle oldum’ diye cevap gönderince azledildi ve önce Çeşme’ye, oradan da Sakız Adası’na sürüldü. Daha sonra affedilip yeniden İstanbul’a dönen Paşa, bir ara İçişleri Bakanı yapılacak ama hastalanınca görevden alınacak ve 14 Mayıs 1883’te ölecekti.

Fatih’in o şiiri öyle değildir Çetin Bey!

ÇETİN Altan,
bir ay içerisinde iki defa, Fatih Sultan Mehmed’in Hristiyan olduğunu ileri sürdü ve şair hükümdarın eseri olan bazı mısraları da iddiasına dayanak olarak gösterdi.

‘Avni’ mahlásıyla şiirler yazan Fatih’in Hristiyanlığının kanıtı, Çetin Bey’e göre ‘Bir Frengi káfir olduğun bilürdi Avniya / Belde zünnarini boynunda çelipayı gören’ mısralarıydı. Çetin Bey bu mısraları günümüz Türkçesi’ne ‘Avniya, bilirdi senin bir káfir Hristiyan olduğunu. Belinde keşiş kuşağını, boynunda haçını gören’ şeklinde naklediyor ve daha sonra ‘Böyle tarihsel ve çarpıcı bir belgeyi görmezlikten gelmenin yararı kime?’ diye soruyordu.

Sözü uzatmadan, kısaca söyleyeyim: Çetin Bey’in yazdığı mısraların imlásı da, günümüzün diliyle karşılıkları da, yorumu da yanlıştır! Sözkonusu mısralar Fatih’in ‘Bağlamaz Firdevs’e gönlünü Galata’yı gören / Servi anmaz anda ol serv-i diláráyı gören’ beytiyle yani ‘Galata’yı gören kişi gönlünü cennete bağlamaz, o gönül alan servi boylu güzeli görenler de bir daha servinin adını anmazlar’ diye başlayan meşhur gazelinin son beytidir.

Fatih gazelde kendisinden değil, Galata tarafında rastladığı bir Hristiyan gençten sözetmekte, sonraki mısralarda o genci bir hayli övmekte ve şiirini, doğru biçimi ‘Bir Frengi káfir olduğun bilirdi Avniyá / Bilek ü boynunda zünnár u çelipáyı gören’ olan beyitle bitirmektedir. Bu mısralar, ‘Ey Avni (kendisi, yani Fatih)! Belindeki papaz kuşağını ve boynundaki haçı görenler onun bir Frenk káfiri olduğunu bilirler’ anlamına gelir. Dolayısıyla şiirin Fatih’in Hristiyanlığı ile hiçbir alákası yoktur!

Üstte, bu şiirin Fatih Sultan Mehmed’in bugün İstanbul Millet Kütüphanesi’nde muhafaza edilen elyazması divanındaki orijinal metni yeralıyor. Bilenler hemen okuyabilir, hattá ‘Böyle tarihsel bir belgenin anlamını çarpıtmanın yararı kime?’ diye sorabilirler.
Yazının Devamını Oku