Murat Bardakçı

Fransa’nın yeni başbakanının asalet unvanı meğerse satın alınmaymış

5 Haziran 2005
Fransızlar’ın garip bir merakı vardır, asalete ve eski aileye mensup olmaya hálá çok önem verirler. Asil olmak isteyen servet sahipleri gidip parasız kalmış bir kont yahut baron bulur ve adamcağızın ya unvanını yahut ismindeki asalet gösteren ‘de’ hecesini satın alıp kendi isimlerine iláve ederler. Fransa’nın yeni başbakanı Dominique de Villepin’in asıl soyadı Galouzeu olan dedesi de böyle yapmış, 1930’lu senelerde bir unvan satın alarak ‘de Villepin’ oluvermiştir. İşte, sadece bizde değil, Avrupa basınında da günlerden buyana yazılan ‘Fransa’nın yeni başbakanının asaleti’ tartışmasının ardındaki gerçek...

FRANSA’nın Avrupa Anayasası’na ‘Hayır’ demesi, en fazla İçişleri Bakanı Dominique de Villepin’in işine yaradı ve 52 yaşındaki de Villepin, bir anda başbakan oluverdi.

İçişleri bakanlığından önce dışişleri bakanlığı yapan, parlak bir mesleki kariyere sahip bulunan ve çok sayıda da kitabın yazarı olan yeni başbakan Dominique de Villepin, Fransa’nın önde gelen entellektüellerinden kabul ediliyor. 2002’de yayınladığı ve Napolyon Bonapart’ın iktidardaki son üç ayını ele aldığı ‘Yüz Gün veya Kurbanın Ruhu’ isimli eseri, Fransa’da hálá en çok okunan kitaplar arasında bulunuyor.

Fransız Senatosu’ndaki Türk Dostluk Grubu’nun üyesi Senatör Xavier de Villepin’in oğlu olan Dominique de Villepin’in 2003’ün 14 Şubat’ında Irak’a karşı askeri bir operasyon yapılması meselesinin tartışıldığı Birleşmiş Milletler’de yaptığı ve çok ses getiren konuşmayı herhalde hatırlarsınız. ‘Savaş kararı şüphecilikle ve korkuyla alınmamalıdır. Biz, bu mábette ideallerin ve vicdanın koruyucularıyız. ...Yaşlı Avrupa’dan sesleniyoruz, savaşı görmüş ve acılarını yaşamış bir kıt’adan sesleniyoruz’ deyip savaş karşıtlarının gönüllerinde taht kuran de Villepin, Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak baktığını da saklamıyor.

Başbakan Dominique de Villepin’in adı ile soyadının arasında yeralan ‘de’ hecesi bilmem dikkatinizi çekti mi? ‘Dö’ okunan bu ‘de’ sözü o kişinin nereli olduğunu, yani memleketini gösterir. Meselá ‘Dominique de Villepin’ ‘Villepinli Dominique’, ‘Charles de Gaulle’ ‘Gaulleli Charles’, ‘Cyrano de Bergerac’ da ‘Berjeraklı Sirano’ demektir ve memleketi gösteren bu ‘de’ hecesinin karşılığı bizim eski dilimizde de vardır. Biz, kişinin memleketini göstermek istediğimizde ismin yanındaki mekán adının sonuna bir ‘i’ iláve eder ve bu ‘i’yi şapka ile yazarız. Meselá ‘Ruhullah-ı Humeynî’ Humeynli Ruhullah’, ‘Necmeddin-i Bağdádî’ ‘Bağdatlı Necmeddin’, ‘Sadrüddin-i Konevî’ ‘Konyalı Sadreddin’, ‘İbrahim Hakkı Erzurumî’ de ‘Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır.

Ama, Fransızca isimlerdeki bu ‘de’ hecesinin bir başka mánásı daha vardır ve soyadı bu hece ile başlayan kişi eski ve asil bir ailenin mensubu demektir.

DEVLET UNVAN SATIYOR

Tááá krallık ve hattá derebeylik zamanlarından kalma bu ádet, sağcısıyla ve solcusuyla hálá asalet meraklısı olan Fransızlar için bugün de önem taşır ve işin daha da garip olan tarafı, asalet unvanlarının Fransa’da serbestçe alınıp satılabilmesidir. Meselá adında ‘dö’ olan bir ailenin temsilcisi yahut bir baron parasız kaldığı zaman unvanını satışa çıkartmakta, satın alan kişi de unvanı gidip nüfus kaydına işlettiği takdirde ‘asil’ olabilmektedir. Hattá bu isim satışını sadece asiller değil, bir zamanlar devlet, yani imparatorluk sonrası Fransa Cumhuriyeti bile yapmış ve paraya ihtiyaç duyulan zamanlarda yüksek fiyattan ‘dö’ heceleri satmıştır.

Hálen várolan Fransız asillerinin en asili ise, ‘d’Orleans’ soyadını taşıyan ailedir. Fransa krallarının neslinden gelirler, ailenin reisi ve Fransa tahtının várisi olan kişi ‘Comte de Paris’ ve ‘Duc de France’ yani ‘Paris Kontu ve Fransa Dükü’ unvanını taşır ve bu unvanın şimdiki sahibi de bu sayfada beraberce çekilmiş bir fotoğrafımızı gördüğünüz ‘Paris Kontu Henri’dir.

Fransa’da asalet unvanı satın almak ve bu unvanı devlete tasdik ettirmek gayet kolaydır ama ‘yeni soyluların’ gerçek asillerin üye oldukları özel kulüplere girmeleri ve isimlerini hálá neşredilen ‘asalet listeleri’nde yayınlatmaları son derece zordur.

Paris’te böyle bir asalet macerası bundan 20 sene kadar önce yaşanmış ve asiller kulübü, zamanın Fransız Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaign’in üyelik başvurusu reddetmişti. Sebep, cumhurbaşkanının soyadı olan ‘d’Estaign’ isminin 18. asırda yaşamış olan Estaign Kontu Amiral Charles Louis’nin ailesinden satın alınmış olmasıydı. Yani, Giscard’ın asaleti hakiki değildi, paraya dayanıyordu ve unvan satın alanlar cumhurbaşkanlığı koltuğunda bile otursalar hakiki soylu sayılmazlardı ve gerçek asillerin devam ettiği kulüplere giremezlerdi!

İşte, asaletin parayla satın alınmasının son örneklerinden biri de, Fransa’nın yeni başbakanı Dominique de Villepin; tam adıyla Dominique Marie François Rene Galouzeu de Villepin. Başbakanın soyadının başında gerçi asalet gösteren ‘de’ hecesi bulunuyor ama bu asalet nesiller öncesinden gelmiyor, büyükbabasının 1930’lu senelerde ödediği yüklü mebláğa dayanıyor. Dominique de Villepin’in asıl soyadı ‘Galouzeu’ olan dedesi aristokrat olmak istemiş, bundan 70 sene kadar önce gitmiş ve parasız asillerden birinin unvanını satın alıp başında ‘de’ olan bir soyadına sahip oluvermiş! Dolayısıyla ‘de Villepin’ adına bugün artık aristokrat listelerinde de rastlanmıyor, asalet tutanaklarında da...

Paris’te sıkça yaşanan bu unvan satışı meselesi, bana bundan birkaç sene önce İlber Ortaylı ve rahmetli Sevgi Gönül ile uzun müddet yaptığımız bir espriyi hatırlattı.

‘DÖ’ GÖNÜL’ÜN DİVİTİ

Vehbi Koç’
un kızı ve Koç Holding’in Yönetim Kurulu üyesi olan Sevgi Hanım, málum, aynı zamanda Hürriyet’in de yazarıydı. Bir ara İlber ile beraber ‘Bu servete bir de asalet unvanı lázım. Paris Kontu’nu -yani Fransa’nın tahtsız kralını- iyi tanırız, gidip ondan bir unvan, en azından bir ‘de’ takısı isteyelim’ diye tutturmuştuk; rahmetli ‘Alayım ama bu ‘de’nin sonuna bir de yer ismi lázım. Acaba neresi olabilir?’ diye sorduğunda da ‘Kandilli’de yaşıyorsunuz, dolayısıyla en uygun isim ‘Sevgi de Kandilli’dir’ cevabını veriyorduk.

Bu asalet şakası Sevgi Hanım’ı çok güldürmüş olacak ki, 2003’ün 4 Mayıs’ındaki köşesinde ‘Asalet unvanı satın alıp ‘Sevgi dö Gönül’ olsam mı acaba?’ başlıklı bir yazı yazmıştı ve yazısında ‘Bu unvanlar nerede satılıyor? Acaba ben de bir ‘dö’ unvanı satın alsam nasıl olur? Meselá ‘Sevgi de Gönül’ kulağa hiç fena gelmiyor. O zaman yazılarındaki ‘Sevgi’nin Diviti’ logosunu ‘Dö Gönül’ün Diviti’ yapardık’ diyordu.

Tesadüfe bakın! Bugün rahmetli Sevgi Hanım’ın doğum günü ve bazı aile mensuplarıyla dostları onu anmak için hep beraber olacaklar.

Bandırma Gemisi’nin meçhul yolcularından beş kişi belirlendi

BUNDAN
iki hafta önce, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolculuğunu yazmış ve Bandırma Vapuru’ndaki yolcuların 48 kişi olduğunu söylemiştim.

Ama, bu 48 kişiden 31’i hakkında elimizde isimleri dışında hiçbir bilgi yoktu. Listeleri yayınlarken bir çağrı yapmış, ‘Artık hayatta olmalarına imkán bulunmayan bu meçhul kahramanların ailelerinden gelebilecek bilgileri yayınlamaya her zaman hazırım’ demiştim.

Meçhul kahramanlardan beşinin, Yüzbaşı Behcet Ádil Bey’in, yedeksubay Tahir, kıdemli çavuş Osman Nuri oğlu Ali Faik Efendi ile kıdemsiz çavuş İbrahim İzzet oğlu Átıf’ın ve onbaşı Çatalcalı Tevfik oğlu Adem’in aileleri ve yakınları benimle temas kurdular. Kendilerine teşekkür ediyorum.

Aşağıda, Bandırma Vapuru’na binen ama hayat hikáyeleri hálá meçhul olan 26 kader yolcusunun isimlerini yeniden veriyorum. Bu meçhul kahramanların ayrıntılı hayat hikáyelerini günışığına çıkartmak, hepimiz için bir borçtur:

SUBAYLAR VE MEMURLAR: Asteğmen Abdullah, hesap memurları Rahmi ile Ahmed Nuri Efendiler, adli müşavir Ali Rıza Bey.

ÇAVUŞLAR: Aydınlı Ali oğlu Musa, Konyalı Mustafa oğlu Kemal, Konyalı Kemal oğlu Mustafa.

ONBAŞILAR: Sivaslı Ali oğlu Rıfat, Sivaslı Rıfat oğlu Ali.

ERLER: Sincanlı Hüseyin oğlu Mehmed, Sincanlı Ahmed oğlu Emin, Sincanlı Mustafa oğlu İsmail, Sincanlı İbrahim oğlu Ömer, Alanyalı Kerim oğlu Mehmed, Sungurlulu Hasan oğlu Elvan, Geredeli Mehmed oğlu Mehmed, Mudurnulu Mehmed oğlu Durmuş, Geyveli Mehmed oğlu Ali, Geredeli Şakir oğlu Nuri, Akhisarlı Hasan oğlu Hüseyin, Tokatlı Abdullah oğlu Mehmed, Divrikli Abdullah oğlu Musa, Kadıköylü Mehmed oğlu Hasan, Yenihanlı Bekir oğlu Mahmud, Üsküdarlı İhsan oğlu Mehmed Lütfi, İzmirli Abdullah oğlu Ali.
Yazının Devamını Oku

Meğer ne kadar da çok Tevfik Fikret’imiz varmış!

29 Mayıs 2005
Tartışmalar yaratan málum Ermeni Konferansı’na Boğaziçi Üniversitesi’nin evsahipliği edecek olması bana Robert Kolej günlerinden kalma benzer bir olayı hatırlattı. Ermeni teröristlerin İstanbul’da zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid’e karşı 1905’in 21 Temmuz’unda giriştikleri suikast teşebbüsünü bütün dünya lánetlerken hadiseyi tek bir kişi, Robert Kolej’de hocalık yapan şair Tevfik Fikret alkışlamış ve bombayı koyan teröristlerden ‘şanlı avcı’ diye bahsetmişti.

ERMENİ Konferansı tartışmalarıyla dolu bir hafta geçirdik. Tartışmaların merkezinde konferansa evsahipliği yapmaya hazırlanan ama programı daha sonra iptal etmek zorunda kalan Boğaziçi Üniversitesi vardı.

Birkaç seneden buyana yine bu üniversitede verilen tarih derslerinde bazı hocaların 1915 olaylarından ‘soykırım’ diye bahsettiklerini, üstelik işin içine 19. yüzyılda yaşanan Ermeni isyanlarını da katarak konuyu ‘büyük soykırım’ ve ‘küçük soykırım’ diye tasnife tabi tuttuklarını işitiyorduk.

Ama işin bir tarihi tarafı vardı; Boğaziçi Üniversitesi’nin yahut eski adıyla ‘Robert College’in eski bir hocasının Ermeni meselesinde geçmişte konuya sahip çıkması da sözkonusuydu: Kolejin Türkçe hocası ve Türk Edebiyatı’nın da en önemli isimlerinden olan Tevfik Fikret, Ermeniler’in 1905’te zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid’e karşı yaptıkları bombalı suikast teşebbünü alkışlayan tek şairimizdi!

Bundan birkaç hafta önce de yazdığım bomba meselesini yine kısaca anlatayım:

1905’in 21 Temmuz günü İstanbul’da bir bomba patlamış ve 26 kişinin hayatına malolmuştu. Günlerden cumaydı, zamanın hükümdarı Abdülhamid namazını kılmak için merasimle Yıldız Camii’ne gitmiş ve camiin yanıbaşına bırakılan bir arabanın içindeki saatli bomba Abdülhamid’in oradan geçmesine birkaç saniye kala patlamıştı. Padişah yara almadan kurtulmuş ama 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış ve 20 kadar at da telef olmuştu.

SADECE O ALKIŞLADI

Yapılan tahkikat, işin gerisinde Ermeni Taşnak Partisi’nin bulunduğunu ortaya çıkardı. Suikast teşebbüsünün taşeronu olan Charles-Edouard Joris adındaki Belçikalı bir anarşist yakalandı, muhakeme edilip idama mahkûm oldu. Abdülhamid cezayı müebbed hapse çevirdi ama Avrupa’dan, özellikle de Belçika’dan gelen baskılara dayanamadık, hükümdarın canına kasteden teröristi serbest bırakıp Avrupa’ya gönderdik.

Tarihlere ‘bomba olayı’ diye geçen suikast girişimi bütün dünyada yankı uyandırdı. Avrupa sonradan teröristlere sahip çıkmasına rağmen teşebbüsü kınayacak ama bombacılara tek alkış İstanbul’dan, Robert Kolej’in hocası Tevfik Fikret’ten gelecekti.

Fikret, 1896’dan itibaren Kolej’de Türkçe hocalığı yapıyordu. Ruh háli bir hayli garipti; dinden, devletten, herşeyden, hatta dostlarından bile soğumuş ve ‘Milletim nev’i- beşerdir, vatanım ruy-i zemin’ yani ‘Milletim insanlık, vatanım yeryüzüdür’ gibi şiirler yazar olmuştu. Belki bu tuhaflıklarının neticesinde adını kitaplarına verdiği tek çocuğu Haluk daha sonra Amerika’ya yerleşecek, din değiştirip papazlık yapacak ve Florida’daki bir kilisenin başrahibi olarak ölecekti.

Tevfik Fikret, bomba hadisesinden sonra, işte böyle garip ruh háli içerisinde ‘Bir láhza-i teehhür’ (Bir gecikme ánı) isimli bir manzume kaleme aldı. Şiirinde teröristleri ‘şanlı bir avcıya’ benzetiyor, bombanın erken patlamasına esef ediyordu.

‘ŞANLI AVCI’ MASALI

İşte, Fikret’in şiirinden bazı mısralar:

‘Ey şanlı avcı dámını bihude kurmadın / Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! / Málik sesin o sevret-i ra’din-i gayza ki / Her yerde hiss-i hakk u halásın muharriki / ...Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sükun / Bir hayr olurdu misli asırlarca gelmemiş’ (Ey şanlı avcı, tuzağını boşyere kurmadın, attın ama yazıklar olsun ki, vuramadın! Öfkeyle ve kızgınlıkla gürleyen sesin, hak ve kurtuluş duygusunu heryerde harekete geçirendir. O an bir dakikalığına devam etseydi, örneği asırlar boyu görülmemiş bir hayır, bir iyilik olurdu).

Suikast teşebbüsünü alkışlama işinde Tevfik Fikret yalnız kalmayacak, tarihçi Ahmed Refik de daha sonra ‘Osmanlı milletini Abdülhamid zulmünden kurtarmak için bu hareket-i kahramánenin (kahraman hareketin) Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı’ diye yazacaktı.

Boğaziçi Üniversitesi’nin Ermeni Konferansı tartışmalarının tam merkezinde bulunmasına şaşırmamamın sebebi, üniversitenin sicilinde Robert Kolej günlerinden kalma işte böyle bir kaydın bulunmasıydı.

Ama şurasını unutmayalım: Tevfik Fikret bütün bu hatalarına rağmen Türk Edebiyatı’nın en önemli isimlerindendir, ‘tarihi sevdiren adam’ diye bilinen Ahmed Refik de hálá okunmaktadır, zira her ikisi de bu gibi işlerinin haricinde eser de vermişlerdir. Darısı, bu ayardaki kalıcı eserlerini merakla beklediğim málum konferansın düzenleyicilerinin başına!

Bizde aydın görünmenin yolu devlete, dine ve memlekete hakaretten geçer!

ERMENİ
Konferansı’nın gündeme gelmesinden sonra dostlarımdan okuyucularıma kadar çok kişi, bu konferans hakkında ne düşündüğümü sordu.

‘İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri’ isimli konferansa ‘gazeteci’ ve ‘dinleyici’ olarak davet edildiğimi peşinen yazdıktan sonra kanaatimi açıkça söyleyeyim:

Böyle bir konferans aklın alacağı bir iş değildir, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in málum konuşması bence her kelimesine kadar haklı ve doğrudur, bu konuşmayı ‘düşünce özgürlüğünün zedelenmesi’ diye yorumlamaya kalkanlar ya düşünce özgürlüğünü bilmiyorlar demektir, yahut bu işte bir kasıt vardır! Pek alákadar olmadığımız ‘Facia ve kurtuluş öyküleri’, ‘Dünyanın bildiği, Türkiye’nin bilmediği’, ‘Eşitsizlik, baskılar, isyan ve kıyımlar’, ‘Tehcir ve katliam’ gibisinden oturum yahut ‘İT (yani, İttihad ve Terakki) yöneticilerinde soykırım kastı ve soykırımın organizasyonu’ ve ‘Türk kamuoyunun Ermeni sorunundaki tarihsel-psikolojik tıkanışı’ isimli bildiri başlıkları da hem bu kastın, hem de yapılmayan konferansta sarfedilmeye hazırlanılan düşüncelirin delilleridir.

Bilmem, farkında mıyız? Türkiye’de ‘aydın’ ve ‘entellektüel’ sayılmanın yolu artık herşeye muhalefet etmekten ve memlekete, hattá dine ve imana bile sövmekten geçer oldu. Bu işi yapanlar ve bilmedikleri konularda ahkám kesenler ‘aydın’, onlara karşı çıkanlar ise benim gibi‘gerici’!

SERMAYELERİ BİTTİĞİ İÇİN

Elifi görseler mertek sanacak derecede Osmanlıca cahili olanlar Osmanlı’yı yorumluyor, tek kelime Arapça bilmeyen sosyologlar Kur’an tefsirine kalkışıyor, memleketine hakareti ‘evrensellik’ zanneden esersiz ulemamızla İlber Hoca’nın sözünü ettiği filologlarımız ve ses getiren tek bir kitap bile yazamamış olan allámelerimiz hukukçuluğa ve soykırım iddialarının savunuculuğuna yelteniyorlar. İşin daha da garip tarafı, ‘aydın görünme’ gereği türban yasağına karşı çıktıkları için İslami basın tarafından kucaklanan ve herbiri köşelere garkedilen bir zamanların anlı- şanlı solcu yazarları, sermayeleri bitmiş ve kafaları karmakarışık bir halde etrafa ‘basın etiği’ dersleri vermekle meşguller! İşi ‘Kuvá-yı Milliye, çeteciliktir’ demeye kadar vardıran sabık sağcıların da nedense farkında bile değiliz.

Milás’ta 17 yaşındaki bir lise öğrencisini Nazım’ın şiirini okuduğu için gözaltına aldırmaya kalkışmak ne kadar acınacak bir vaziyetse, isimlerini hangi yolla olursa olsun duyurma hevesiyle yanıp tutuşan 50’sini geçkin bazı üniversite hocalarının eski örgütçülüklerinin tecrübesiyle geri planda kalan zevátın önüne atılarak ortaya çıkmaları da aynı derecede acınacak bir haldir.

Ben, Lübnan’da ve İran’da muhabirlik yaptığım 80’li yıllarda ASALA tehdidine karşı siláhlı muhafız kiralayıp dolaştığım günleri yahut bir gece önce beraber olduğumuz kişilerin ayrılmamızdan birkaç saat sonra şehid edildikleri haberini aldığım sabahları daha unutamadım!
Yazının Devamını Oku

İşte, 19 Mayıs gerçeği: Bandırma Vapuru’nda tam 48 kişi vardı

22 Mayıs 2005
19 Mayıs münasebetiyle, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolculuğu konusunda yine çok sayıda yayın yapıldı. Bu yayınlarda Samsun’a gidenlerin 18 kişi olduğu söyleniyordu ama verilen sayı yanlıştı, zira Samsun yolcuları 18 değil tam 48 kişiydi. Sık sık tekrar edilen bu hatayı görünce, Samsun listesinin doğru şeklini, Paşa’nın ‘kendi belgelerine’ dayanarak yayınlamak istedim. İşte, bir kopyasını İstiklál Savaşı’nın önde gelen kumandanlarından Kázım Karabekir Paşa’nın şimdi hayatta olmayan damadı Prof. Dr. Faruk Özerengin’den bundan senelerce önce aldığım Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Samsun Belgeleri’ne göre, Bandırma Vapuru’ndaki Samsun yolcularının tam ve doğru listesi...

İSTİKLÁL Savaşı’nın ilk ateşinin yakıldığı gün olan bir 19 Mayıs’ı daha geride bıraktık.

19 Mayıs münasebetiyle, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolculuğu hakkında bu yıl da çok sayıda yayın yapıldı. Bu yayınların hemen hepsinde yeralan yolcu listesi Fethi Tevetoğlu’nun ‘Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar’ isimli eserinden alınmıştı. Samsun yolcularının 18 kişi olduğu söyleniyordu ama listeler maalesef eksikti, zira Bandırma Vapuru ile Samsun’a gidenler 18 değil tam 48 kişiydi. Bu 48 kişiden 23’ünü Mustafa Kemal Paşa ile karargáh mensupları, 25’ini de er ve erbaşlar teşkil ediyordu.

İşte, artık her 19 Mayıs’ta tekrar eden bu hataları görünce, Mustafa Kemal Paşa ile beraber Samsun’a gidenlerin tam listesinin doğru şeklini, Paşa’nın ‘kendi belgelerine’ dayanarak yayınlamak istedim. Bir kısmını daha önce bir kitabımda da kullandığım Paşa’nın Samsun’a gidiş belgeleri, İstiklál Savaşı’nın önde gelen kumandanlarından Kázım Karabekir Paşa’nın şimdi hayatta olmayan damadı Prof. Dr. Faruk Özerengin’de bulunuyordu. Rahmetli Faruk Bey bundan yıllarca önce dosyanın bir kopyasını alma ricamı kabul etmiş, hiç unutmuyorum, kayınpederinin Erenköy’deki köşkünün hemen yanıbaşındaki evinde muhafaza ettiği evrakı karlı bir günde yanımıza alıp iyi bir fotokopici bulabilmek için dükkán dükkán dolaşmıştık.

Bu sayfada, Paşa ile Samsun’a giden 22 kişinin yanısıra Bandırma Vapuru’ndaki 25 er ve erbaşın isimlerini en güvenilir belgelere, yani Paşa’nın ‘Samsun dosyası’na dayanarak yayınlarken, belgelerin gelecekteki 19 Mayıslarda daha doğru yayınlar yapılmasını sağlayacağını ümid ediyorum.

Samsun yolcularından biri daha sonra idam edildi

MUSTAFA Kemal Paşa
ile beraber Samsun’a çıkanların bir kısmı sonraki senelerde devletin üst kademelerine yükseldiler.

Samsun yolcularının arasından generaller, büyükelçiler, milletvekilleri ve hatta bir de başbakan çıkacak ama içlerinden biri, Kurmay Binbaşı Árif Bey, kader yoldaşlığı ettiği Paşa’sına suikast hazırlığı içerisinde bulunmakla suçlanarak idam edilecekti.

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun belgelerine göre, Bandırma Vapuru’nda bulunan karargáh heyetinin tam listesi aşağıda yeralıyor. Ancak, bu 23 kişinin altısı, Yüzbaşı Behcet, Asteğmen Abdullah, yedeksubay Tahir ve hesap memurları Rahmi ile Ahmed Nuri Efendiler ve adli müşavir Ali Rıza Bey hakkında bugün elimizde hiçbir bilgi bulunmuyor.

1. Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri.

2. Kurmay Başkanı Albay Kázım Beyefendi (General Kázım Dirik. 1880-1941).

3. Sağlık Müfettişi Albay İbrahim Tali Beyefendi (Milletvekili ve elçi Dr. İbrahim Tali Öngören. 1875-1952).

4. Kurmay Binbaşı Arif Bey (İzmir suikasti davasında İstiklál Mahkemesi’nin kararıyla idam edilen Ayıcı Arif Bey. 1882-1926).

5. Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey (Asker ve büyükelçi Hüsrev Gerede. 1886-1962).

6. Topçu Müfettişi Binbaşı Kemal Bey (Korgeneral Kemal Doğan 1879-1951).

7. Sıhhiye Müfettiş Muavini Binbaşı Refik Bey (Başbakan Dr. Refik Saydam. 1881-1942).

8. Yaver Piyade Yüzbaşı Cevad Efendi (Atatürk’ün yaveri ve milletvekili Cevad Abbas Gürer. 1887-1943).

9. Yaver Piyade Yüzbaşısı Mustafa Efendi (Tokat milletvekili Mustafa Sabri Süsoy. 1876-1934).

10. Piyade Yüzbaşı Ali Şevket Efendi (Gümüşhane milletvekili Ali Şevket Öndersev. 1884-1940).

11. Piyade Yüzbaşı Mümtaz Efendi (Yüzbaşı Ali Mümtaz Tünay. 1886-1946).

12. Piyade Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi (Başbakanlık özel kalem müdürü İsmail Hakkı Ede. 1886-1943).

13. Tabib Yüzbaşı Behcet Efendi.

14. Piyade Asteğmeni Hayati Efendi (Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü Hayati Bey. 1892-1926).

15. Piyade Asteğmeni Arif Hikmet Efendi (Tümgeneral Arif Hikmet Gerçekçi. 1894-1970).

16. Yaver Topçu Üsteğmeni Muzaffer Efendi (Atatürk’ün emir subayı ve Giresun milletvekili Muzaffer Kılıç. 1897-1959).

17. Asteğmen Abdullah Efendi.

18. Adli müşavir Ali Rıza Bey.

19. Tabur hesap memuru Rahmi Efendi.

20. Tabur hesap memuru Ahmed Nuri Efendi.

21. Kátip Faik Efendi (Sağlık Bakanlığı memuru Faik Aybars. 1880-1945).

22. Yedeksubay Tahir Efendi.

23. Kátip Memduh Efendi (Cumhurbaşkanlığı memuru Memduh Atasev. 1895-1930’lar).

19 Mayıs öncesİnİn bilinmeyen günlüğü

30 NİSAN 1919: Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişliği’ne tayin emri, o zamanın Resmi Gazete’sinde yayınlandı. Savaş Bakanlığı, aynı gün Başbakanlıktan Samsun, Sivas, Van, Trabzon ile Erzincan’daki mülki memurların Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılacak olan tebligata uymaları konusunda bir tamim çıkartılmasını istedi. Mustafa Kemal Paşa da yine o gün, Samsun’a götüreceği karargáh mensuplarının isimlerinin yeraldığı taslak listeyi Savaş Bakanlığı’na sundu.

6 MAYIS 1919: Savaş Bakanı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya Samsun’daki göreviyle ilgili bir talimatname verdi. Paşa, o gün Savaş Bakanlığı’ndan bazı diplomatik yazışmaların kopyasını ve altı adet mühür kazdırılmasını istedi.

9 MAYIS 1919: Mustafa Kemal Paşa, Sivas’taki 3. Kolordu Kumandanlığı’na bir telgraf çekerek birkaç gün sonra Samsun’da olacağını yazdı.

13 MAYIS 1919: Mustafa Kemal Paşa, Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yollayarak Genelkurmay’da ertesi gün bir toplantı planladığını ve Samsun yolcularının toplantıdan haberdar olabilmeleri için toplantının günlük gazeteler vasıtasıyla duyurulmasını istedi.

13 MAYIS 1919: Savaş Bakanlığı’na bir yazı gönderen Mustafa Kemal Paşa, görevinin ‘seferi olması’ dolayısıyla üç aylık tahsisatının peşin verilmesini, beklenmeyen masraflar için bir miktar ödeme yapılmasını ve iki binek otomobili tahsis edilmesini talep ederken, bu işlemlerin bir haftadır neticeye bağlanmamış olmasından yakındı.

13 MAYIS 1919: Karadeniz fiilen İngiliz donanmasının işgali altında bulunduğu için Boğazlar’dan ancak İngiliz vizesi ile çıkılabiliyordu. 23 karargáh mensubu ile 25 erden oluşan liste 9. Ordu Müfettişliği’nin kurmay başkanı Albay Kázım Bey tarafından mühürlenerek, vizelerin alınması için Savaş Bakanlığı’na gönderildi.

14 MAYIS 1919: Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a bir telgraf çekti, ‘Cuma günü öğleden sonra Bandırma Vapuru’yla hareket edeceğini’ söyledi ve geçici olarak kalabilecekleri bir yer temin edilmesini istedi.

15 MAYIS 1919: İstanbul’daki İngiliz İrtibat Kumandanı Binbaşı Millingen, Samsun’a gidecek olan 48 kişi ile ‘altı adet eğerli at’tan ibaret olan listeyi 15 Mayıs’ta tasdik etti.

15 MAYIS 1919: Mustafa Kemal Paşa, Yıldız Sarayı’nda Sultan Vahideddin ile görüştü.

16 MAYIS 1919: İngiliz İrtibat Subayı Yüzbaşı John Godolphin Bennett, bir gün önce onaylanan isimlerin yazılı olduğu káğıtların arka sayfasına vize damgalarını bastı.

16 MAYIS 1919: Mustafa Kemal Paşa, öğle saatlerinde Yıldız Sarayı’nda Sultan Vahideddin ile son defa görüştü. Oradan Şişli’deki evine geçip annesiyle ve kızkardeşiyle vedalaştı, daha sonra Galata rıhtımına gitti bir motorla Bandırma Vapuru’na bindi.

19 MAYIS 1919: Bandırma Vapuru’nun yolcuları sabahın erken saatlerinde Samsun’a vardılar.

Bandırma Vapuru’nun rütbesiz 25 yolcusu

BANDIRMA
Vapuru’nda, Mustafa Kemal Paşa ile 22 kişilik kurmay heyetinin yanısıra erler, onbaşılar ve çavuşlar da vardı; erlerle erbaşlar 25 kişiydiler ama bu 25 kişinin Samsun’a gidişlerinden sonraki hayatları hakkında bugüne kadar hiçbir araştırma yapılmadı.

Aşağıda, Mustafa Kemal Paşa ile beraber Samsun’a giden erlerle erbaşların tam listesi yeralıyor. Ben, bugün artık hayatta olmalarına imkán bulunmayan bu meçhul kahramanların ailelerinden gelebilecek bilgileri yayınlamaya her zaman hazırım.

1. Osman Nuri oğlu Ali Faik Efendi (kıdemli çavuş), 2. İbrahim İzzet oğlu Átıf (kıdemsiz çavuş), 3. Aydınlı Ali oğlu Musa (çavuş), 4. Konyalı Mustafa oğlu Kemal (çavuş), 5. Konyalı Kemal oğlu Mustafa (çavuş), 6. Sivaslı Ali oğlu Rıfat (onbaşı), 7. Sivaslı Rıfat oğlu Ali (onbaşı), 8. Çatalcalı Tevfik oğlu Adem (onbaşı) 9. Sincanlı Hüseyin oğlu Mehmed (er), 10. Sincanlı Ahmed oğlu Emin (er), 11. Sincanlı Mustafa oğlu İsmail (er), 12. Sincanlı İbrahim oğlu Ömer (er), 13. Alanyalı Kerim oğlu Mehmed (er), 14. Sungurlulu Hasan oğlu Elvan (er), 15. Geredeli Mehmed oğlu Mehmed (er), 16. Mudurnulu Mehmed oğlu Durmuş (er), 17. Geyveli Mehmed oğlu Ali (er), 18. Geredeli Şakir oğlu Nuri (er), 19. Akhisarlı Hasan oğlu Hüseyin (er), 20. Tokatlı Abdullah oğlu Mehmed (er), 21. Divrikli Abdullah oğlu Musa (er), 22. Kadıköylü Mehmed oğlu Hasan (er), 23. Yenihanlı Bekir oğlu Mahmud (er), 24. Üsküdarlı İhsan oğlu Mehmed Lütfi (er), 25. İzmirli Abdullah oğlu Ali (er).
Yazının Devamını Oku

Buna da şükür! Avrupa eskiden olsaydı, ‘Apo’yu bırakın’ derdi

15 Mayıs 2005
AİHM’den Abdullah Öcalan konusunda çıkan karar beni hiç şaşırtmadı, hattá ‘Neyse ki, bu kadarla atlattık’ diye düşündüm. Zira Avrupa’nın bizdeki bu çeşit davalarla ilgili yaklaşımı geçmişte de hep aynı şekilde, yani aleyhimizde olmuş; üstelik suçluların ‘yeniden yargılanmaları’ değil, ‘derhal serbest bırakılmaları’ talebinde bulunmuşlar ve istediklerini de yaptırmışlardı. Hattá, Avrupa karşısında düştüğümüz aczden ve ‘Aman dostlarımıza ayıp olmasın’ diye düşünmemizden dolayı, 1905’te zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid’e karşı suikast teşebbüsünde bulunan ve 26 kişinin canını alan Belçikalı bir teröristi bile affetmiş ve cebine para koyup Avrupa’ya göndermiştik.

AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Abdullah Öcalan konusunda vereceği kararın ‘yeniden yargılama’ olacağından hemen hepimiz emindik ama kararın açıklanmasından sonra nedense bir şaşırdık, derken ihtimalleri tartışmaya başladık ve günlerden beri tartışıyoruz.

Ben, mahkemenin kararını duyunca ne şaşırdım, ne de başka türlü tepki gösterdim; sadece ‘Neyse ki, bu kadarla atlattık’ diye düşündüm. Zira Avrupa’nın bizdeki bu çeşit davalarla ilgili yaklaşımı geçmişte hep aynı şekilde, yani aleyhimizde olmuş; üstelik suçluların ‘yeniden yargılanmaları’ değil, ‘derhal serbest bırakılmaları’ talebinde bulunmuşlar ve istediklerini de yaptırtmışlardı.

Dava hakkımızdan feragat ettiğimiz olayların en önemlisi, İkinci Abdülhamid’e karşı girişilen suikast teşebbüsüydü.

1905’in 21 Temmuz günü İstanbul’da bir bomba patladı ve 26 kişinin hayatına maloldu. Günlerden cumaydı, zamanın hükümdarı Abdülhamid namazını kılmak için merasimle Yıldız Camii’ne gitmiş ve camiin yanıbaşına bırakılan bir arabanın içindeki saatli bomba Abdülhamid’in oradan geçmesine birkaç saniye kala patlamıştı. Padişah yara almadan kurtulmuş ama 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış ve 20 kadar at da telef olmuştu.

Tahkikatta, İstanbul’un büyük bir tehlikeden son anda nasıl kurtulmuş olduğu ortaya çıktı: İşin gerisinde Ermeni komitacılar vardı, hedef zamanın hükümdarı Abdülhamid idi ve suikast teşebbüsünün taşeronluğu Charles-Edouard Joris adında Belçikalı bir anarşist yapmıştı. Joris’in başında bulunduğu terör ekibi hükümdarı öldürdükten sonra Babıáli’yi, Tünel’i, Galata Köprüsü’nü ve Osmanlı Bankası’nı uçuracak; elçilikleri ve bazı önemli resmi daireleri yerle bir edecekti.

HEDEF, PADİŞAHMIŞ

İstanbul’da hemen bir tutuklama furyası başladı. İşe karışan Avrupalı teröristlerin hemen tamamı yabancı bandıralı gemilere binip çoktan Türkiye’den ayrılmışlardı ama Joris’le birkaç adamı hálá İstanbul’daydı ve yakalandılar.

Tutuklamaların açıklanmasından hemen sonra Babıáli ve saray Avrupalı diplomatların baskınına uğradı. Gelenler ‘Joris sivildir, dolayısıyla sadece sivil hákimler tarafından yargılanabilir’ diye tutturdular ve hükümet ısrarlar karşısında sivil bir soruşturma komisyonu kurdu. Sorgulamalar başlar başlamaz devreye bu defa Belçika büyükelçisi girdi ve Joris’in ifadesi alındığı sırada teröristin yanında hazır bulunmayı başardı. Sivil savcılar teröriste ‘Padişahın canına niçin kastedildiğini’ sorarken, büyükelçi, Joris’in haklarının ihlál edilip edilmediğini araştırmakla meşguldü!

Joris ile arkadaşları sivil bir mahkemede yargılandılar ama karar celsesinden bir gün önce, 1905’in 17 Aralık’ında, Belçika’nın İstanbul’daki büyükelçisi Osmanlı Hariciyesi’ne bir nota verdi ve ‘3 Ağustos 1838 tarihli bir kapitülasyona dayanarak, Joris’in mahkûm edilmesi halinde, iadesini isteyeceklerini’ bildirdi. Vatandaşının yabancı bir memleketin hükümdarının hayatına kastettiğini unutmuş görünen elçi, ‘Suikast, Joris’in itirafları sayesinde aydınlanmıştır; dolayısıyla Joris’in Osmanlı ülkesinde kalmasında artık bir fayda yoktur ve cezasını Belçika’da çekmelidir’ diyordu.

UTANMAZ TALEP

Mahkeme, notanın verilmesinden bir gün sonra, yani 18 Aralık’ta kararını açıkladı ve Joris’i idama mahkûm etti. Belçika Büyükelçisi hemen ertesi gün yeniden Babıáli’ye gidip hiç sıkılmadan Joris’in derhal iadesini isteyince taraflar arasında yoğun bir nota teatisi başladı.

Osmanlı Hariciyesi, Belçika’ya önce gereken üslupta cevaplar verdi, anarşisti iade etmeme konusunda bir hayli direndi ama sadece Brüksel’den değil öteki Avrupa başkentlerinden de Belçika’yı destekler yolda talepler gelmeye ve bu talepler tehdit halini almaya başlayınca inanılmayacak bir karar verildi: Sultan Abdülhamid, canına kasteden Joris’in idam cezasını önce müebbed hapse çevirdi, sonra da affetti. Charles-Edouard Joris’i Belçika’ya iade etmedik ama cebine para koyup Avrupa’ya gönderdik ve ‘Kan dökmekten hoşlanmayan padişahımız, canına kasteden katili bile affetme yüceliğini göstermiştir’ meálinde kısa bir resmi bildiriyle hadiseyi kapatıverdik.

Yandaki kutuda, vereceğimiz haklı hükümlerden ürken Avrupa’nın devreye girmesi üzerine düştüğümüz aczden ve ‘Aman dostlarımıza ayıp olmasın’ diye düşünmemizden dolayı yargılama hakkımızdan feragat ettiğimiz bazı önemli davaların kısa hikáyeleri yeralıyor. Bunları da okuduktan sonra, AİHM’nin Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanmasını istemesi üzerine ‘Neyse ki, bu kadarıyla atlattık’ diye düşünmemin sebebini anlayabilirsiniz.

‘Avrupa aman bize gücenmesin’ deyip her katili serbest bırakmıştık

BANKA BASTILAR, SERBEST KALDILAR:
İstanbul’un Karaköy semtindeki Osmanlı Bankası binası, Ermeni meselesini dünya gündemine taşımaya çalışan bir grup terörist tarafından 1896’nın 26 Ağustos sabahı işgal edildi.

Teröristlerin binaya tamamen hákim olmaları dört saat sürmüş, binada bulunanlar rehin alınmıştı. Baskıncılar, olay yerine gelen askerlere pencerelerden kurşun ve bomba yağdırıyor, rehinelerin bir hareket yapmalarını önlemek için de tahrip gücü daha az olan bombaları bina içerisinde patlatıyorlardı.

Bankadaki baskın devam ederken, Osmanlı Hariciyesi de Avrupalı diplomatların baskınına uğradı. Diplomatlar ‘Biz arabulucu olalım, siz de saldırganların hiçbirini tutuklamayacağınızı ve Türkiye’den serbestçe ayrılmalarına izin vereceğinizi duyurun, mesele hallolsun’ diyorlardı. Çaresiz kalan Abdülhamid’in teklifi kabul etmesi üzerine Rus Elçiliği’nin baştercümanı Maksimof binaya girdi, teröristleri dışarı çıkarttı, iki sıra halinde dizilmiş askerin arasından geçirip rıhtıma götürdü ve baskına uğrayan bankanın genel müdürü Sir Edgard Vincent’in yatına bindirip Marsilya’ya uğurladı!

POLİS KATİLLERİNİ BIRAKTIK: Birinci Dünya Savaşı yıllarında Konya’da bulunan Alman Otomobil Taburu’na mensup bir grup Alman askeri ile Merkez Karakolu’nda görevli polisler arasında 1918’in 31 Ağustos gecesi çatışma çıktı.

Çatışmanın sebebi, serhoş askerlerin taşkınlıklarıydı. Karakolun önü savaş alanına döndü, Abdullah Efendi adındaki bir polis memurunun kafası Almanlar tarafından dipçikle parçalanırken, çok sayıda polisin yanısıra halktan da bazı kişiler yaralandı.

Konya’da alelácele kurulan bir Alman askeri mahkemesi, olaya karışan askerleri hafif hapis cezalarına mahkûm etmekle yetindi. Mahkeme, öldürülen polis memurunun ailesine de 3 bin lira tazminat ödenmesine karar verdi.

Ama, işin acı olan tarafı katillerin hapse atılmaları yerine sessiz sadasız Almanya’ya gönderilmelerine izin vermemiz ve tazminatı da alamamamızdı. Hükümet ‘müttefikimize ayıp olmasın’ diyerek işin üzerine gitmeyecek, şehid polisin annesi Ayşe Hanım’ın ‘Sefil olduk, açız’ diyerek yaptığı başvurular da bir netice vermeyecekti.

Son Osmanlılar, 80 yıl sonra ilk kez Kanal D’de konuşacaklar

GEÇEN
hafta, 1924’te Türkiye’den sınırdışı edilen Osmanoğlu ailesinin sürgün hayatlarından alınmış kesitleri ‘Son Osmanlılar’ adıyla bir TV belgeseli haline getirdiğimi ve çekimleri biten belgeselin montajının da tamamlanmasından sonra yakında yayınlanacağını yazmıştım.

Ben, belgeselin yeralacağı kanalın adı hazırlıkların tamamlanmasından sonra zaten duyurulacağı için yazmamıştım ama hafta içerisinde arayan çok sayıda okuyucum ve dostum, belgeselin hangi kanalda yayınlanacağını sordular.

Cevabı şimdi vereyim: ‘Son Osmanlılar’, çok yakında Kanal D’de yayınlanacak; gazetecilerden 80 seneden buyana uzak duran ve kamera karşısına ilk defa geçen Osmanoğlu ailesinin önde gelen mensupları, filmlere taş çıkartacak derecede maceralarla dolu olan hayatlarından kesitleri Kanal D’de anlatacaklar. Belgeselin özetinin yanısıra yapım öyküsünü de, Hürriyet’te haber olarak okuyacaksınız.

Geçen hafta söylemiştim, yeniden yazayım: İmparatorluğun çöküşü sonrasında şahısların yanısıra toplumun da yaşadığı heyecanlarla, hayal kırıklıklarıyla ve yer yer de ümidlerle dolu olan ve işin siyasi değil, insani boyutuna temas eden ‘Son Osmanlılar’ın, hafızalarda silinmeyecek izler bırakacağına eminim.
Yazının Devamını Oku

Böyle anaların ayaklarının altında cennet falan yoktur

8 Mayıs 2005
Ben, ‘Anneler Günü’ kavramına oldum olası karşıyımdır. Bugünün, işi tüketimi teşvik uğruna ‘Anneni seviyorsan bugün hediye alırsın ama almazsan sevmiyorsun demektir’ çizgisine getiren son derece yoğun bir propagandanın zafer günü olduğuna inanırım ve annesi olmayanların bugün neler hissedeceklerinin hiç düşünülmemesine hayret ederim. Bu yüzden, satışların ‘anne’ kavramı vasıtasıyla patlama yaptığı bugün sizlere ‘başka türlü’ annelerden, Peygamber’in ‘Cennet anaların ayakları altındadır’ sözüne uymayan ve tarihe hırsları uğruna evládının gözünü oymakla ve canını almakla geçmiş bazı annelerden bahsetmek istedim.

BUGÜN, Anneler Günü... Başka bir ifadeyle, işi insanları tüketime teşvik uğruna ‘Anneni seviyorsan bugün hediye alırsın ama almazsan sevmiyorsun demektir’ çizgisine getiren son derece yoğun bir propagandanın zafer günü...

Gene de, bütün annelere kutlu olsun!

Bugün gazetelerden TV’lere, sokak afişlerinden vitrinlere kadar hemen her yerde ‘canım annem, güzel annem’ edebiyatıyla karşılaşacağız. Anne yokluğunun ıstırabını çekenlerin neler hissedeceğini hiç düşünmeyeceğiz, günlerden beri devam eden ve artık tam bir beyin yıkama faaliyeti háline gelen ‘Git, annene hediye al’ kampanyasının annesine sevgisinden başka verebilecek tek bir şeyi olmayanları ne hále getirdiği de hatırımıza bile gelmeyecek.

Perakende satışların ‘anne’ kavramı vasıtasıyla zirveye ulaştığı bugün, sizlere ‘başka türlü’ annelerden, Peygamber’in ‘Cennet anaların ayakları altındadır’ sözüne uymayan, ayakları cennetin yeşilliklerine değil, cehennemin kızgın taşlarına temas eden validelerden bahsetmek istedim.

İşte, tarihte hırsları uğruna evládının gözünü oymakla ve canını almakla yer edinmiş annelerden birkaçının kısa öyküsü...

ÇİN İMPARATORİÇESİ WU ÇAO

Çin Sarayı’na 638’de cariye olarak alındığında henüz 13 yaşındaydı. Aklında sadece iktidarı ele geçirmek vardı ve maksadına ulaşabilmek için her adımını gayet dikkatli ama kanlı bir şekilde attı.

Bir müddet sonra, İmparator Gao Dzung’dan bir kızı oldu. Çocuğunun babasının resmi karısı, yani Çin İmparatoriçesi bir gün bebekle başbaşa kaldı. Wu Çao, imparatoriçe odadan çıkar çıkmaz çocuğunu kendi elleriyle boğdu ve cesedi imparatorun bulmasını sağladı, derken kendisini yerden yere vurarak ‘Yavrumu senin karın öldürdü’ dedi ve imparatoru karısından soğuttu.

Sonraki aşama, imparatoriçenin ortadan kaldırılmasıydı. Wu Çao, sahte bir büyü senaryosu hazırladı, imparatoru karısının büyücü olduğuna ve herkesi öldürerek tahtı ele geçireceğine inandırıp kadıncağızı elleriyle ayaklarını kestirerek idam ettirdi ve 655’te imparatoriçe oldu.

Wu Çao’nun karşısında artık hiçbir güç duramıyordu. Kocasına yaklaşmaya çalışan her kadını yokederken, kendi kızkardeşini de imparatorun yatağına girmeye çalıştığı iddiasıyla öldürtmekten çekinmedi. İmparatorun seneler boyu devam edecek bir hastalığa yakalanması üzerine idareyi tamamen eline aldı. Oğullarından birini veliahd yaptı ama günün birinde kızıp sürgüne gönderdi, bir diğer oğlunu tahta çıkardı fakat kısa bir müddet sonra onu da zindana attırdı ve tek başına hüküm sürmeye başladı. İktidarını kan üzerine kurmuş olmasına rağmen iyi bir idareciydi ve Çin’in bugüne kadar devam eden birliğini o sağlamıştı.

Ama, seneler geçtikçe imparatoriçeye bir haller geldi ve Wu Çao delikanlılara merak saldı. Bir gecede birkaç gençle beraber olması, üstüne üstlük devlet işlerini de ciddiye almamaya başlaması üzerine generaller 80’ine gelmiş olan Wu Çao’yu 705 yılının 20 Şubat’ında bir saray darbesiyle tahttan indirip sadece dokuz ay yaşayabileceği bir manastıra kapattılar.

BİZANS İMPARATORİÇESİ İRENE

Yunanistan taraflarından İstanbul’a gelen asil ama fakir bir ailenin kızı olan İrene 752’de doğdu. Annesiyle babasını küçük yaşta kaybetti, aşırı güzelliği sayesinde saraya alındı, Bizans İmparatoru Dördüncü Leo ile evlendi, veliahd Konstantin’i dünyaya getirdi ama beş sene sonra dul kaldı ve Bizans’ı oğlu Konstantin’in náibi olarak senelerce tek başına idare etti.

Konstantin’in büyüyüp imparatorluğa hákim olmaya kalkışması, iktidar ve güç áşığı İrene’nin aklını başından aldı, o sırada 27 yaşında olan oğlunu gözlerine mil çektirerek kör ettirdi. Konstantin birkaç hafta sonra ölecek ve iktidara artık tek başına hákim olan İrene, Bizans tarihinin ilk ve tek ‘kadın imparatoru’ unvanını alacaktı.

Ama, imparatorlukta yaşanan ekonomik sıkıntılar İrene’nin de sonunu getirdi. 802 yılında tahttan indirilip önce Büyükada’ya, oradan da Limni’ye sürgüne yollanacak; Maliye Bakanı Nikeforus imparator ilán edilecek, devrik imparatoriçe ise bir sene sonra ölüp gidecekti.

İrene, iktidar yıllarında Bizans’ın en önemli meselesi olan ve tarihlere ‘ikona kırıcılık’ diye geçen dini tartışmada önemli bir rol oynayıp ‘ikona’ların yani din büyüklerinin resimlerinin yapılmasını yasaklayan eski kararları kaldırmış ve bu yüzden ölümünden sonra Ortodoks Kilisesi tarafından oğluna yaptıkları unutularak ‘azize’ ilán edilmişti. Bugün İstanbul’un en gözde kültür mekánlarından olan Aya İrini Kilisesi, adını evlád katili olan bu Bizans imparatoriçesinden alıyor.

MAHPEYKER KÖSEM SULTAN

Söylendiğine göre, bir Rum papazının kızıydı. 12 yaşında Osmanlı sarayına satılmış, 13’ünde zamanın hükümdarı Birinci Ahmed’in yatağını paylaşmış, 27’sinde de dul kalıp saraydan ayrılmak zorunda kalmıştı ve iktidarın tadı damağındaydı. İki oğluyla torunu daha sonra peşpeşe tahta çıkınca iktidarın yolu önünde yeniden açılıverdi.

Oğlu Murad 1623’te daha 11.5 yaşında hükümdar olduğunda Kösem saltanat naibiydi. Devlet demek o demekti ve genç padişah başka annelerden olan kardeşlerini öldürttüğü zaman ağzını bile açmadı, hattá gayet memnun oldu. Murad arkasında kanlı bir iz bırakıp 28’ine daha yeni bastığı günlerde hayattan göçüp gidince taht kardeşi İbrahim’e geçti ama devlet gene Kösem’in elindeydi. İbrahim birkaç sene sonra ‘Yüce hünkár delirdi’ denerek tahttan indirildi, yerine yedi yaşındaki oğlu, yani Kösem’in torunu Dördüncü Mehmed çıktı ve Kösem gene iktidarda kaldı. Ama sábık padişahın hayatta olması hem çocuk hükümdar, hem de Kösem için her an bir tehlikenin várolması demekti ve Kösem, tehlikeyi bertaraf etmek için, Topkapı Sarayı’nın küçücük bir odasına kapatılmış olan oğlu İbrahim’i bir güzel öldürtüverdi!

Unvanı artık ‘Büyük Valide’ olan Kösem, oğlunu gözünü kırpmadan ortadan kaldırmış ama kendisi için daha tehlikeli olan bir başka saraylıyı hiç de önemsememişti: Torununun annesini, yani gelini olan Hatice Tarhan Sultan’ı... Gelinle kaynana iktidar için birbirlerine girdiler; asker Kösem’in, halk Tarhan Sultan’ın arkasındaydı ve gelin, 1651’in 2 Eylül gecesi adamlarını gizlice Kösem’in dairesine soktu... Yetmişine merdiven dayamış ‘Büyük Valide’nin önce gırtlağını sıktılar ama canını bir türlü alamayınca odunla kafasını kırdılar, sonra da ‘Ne olur, ne olmaz, işi garantiye alalım’ deyip ibrişim bir perde ipiyle boğdular...

Devlet, Mahpeyker Kösem Sultan’dan geriye kalan herşeye elkoyup ‘valide-i muazzama’ya dillere destan bir cenaze merasimi de yaptı ama olup bitenlerin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra öğrenilenler herkesi şaşırttı: Oğlunu gözünü kırpmadan öldürten ve torununu da yoketmek üzereyken ortadan kaldırılan Kösem Sultan meğerse büyük bir hayırseverdi, fakirlere analık ediyordu ve öldürüldüğü gün sadece İstanbul’da 25 bin kişi aç kalmıştı!

Yıllardır topladığım görüntüleri en nihayet belgesel yapıyorum

BEN,
TV’lere iş yapmaktan bugüne kadar hep uzak durdum, zira bir saatlik ciddi bir televizyon belgeseli, en az altı aylık bir çalışma gerektirirdi. Bir yapımın ömrünün sadece seyredildiği zaman kadar olduğuna inanırdım ve geçici bir işe vakit harcamaktansa, o müddeti kalıcı bir esere, meselá kitap yazmaya ayırmanın daha mantıklı olacağını düşünürdüm ve hálá da öyle düşünüyorum.

Nuri Çolakoğlu, beni bundan birkaç sene önce sadece tek bir konuda TV belgeseli yapma hususunda ikna etti: ‘Son Osmanlılar’ın, yani 1924’te sürgüne gönderilen Osmanoğlu ailesinin sürgün hayatlarından kesitleri birkaç bölümlük bir belgesel yapmam konusunda... Osmanoğlu ailesi ile ilgili olarak elimde fotoğraftan filme, belgeden hátırata kadar bir hayli doküman vardı. Bunlar, ailenin sürgünü yaşayan ve hálen hayatta bulunan mensuplarıyla yapılacak çekimlerin arasına yerleştirilebilirdi.

EKRANLARDA İLK KEZ

Çekimlere başladık ve Osmanoğlu ailesinin 80 seneden beri gazetecilerden uzak duran önde gelen mensupları, sağolsunlar, ricamı kırmayarak hayatlarında ilk defa kamera karşısına geçtiler ve yönetmenliğini tecrübeli televizyoncu İlkgün Serdar’ın yaptığı belgeselin çekimlerini tamamladık. ‘Son Osmanlılar’, montajın yapılmasından sonra, çok yakında grubumuza ait bir TV kanalında dört bölüm halinde yayınlanacak.

TRT’NİN AYIBI

Bu arada, TRT’nin de aynı konuda hazırlıklara başladığını haber aldım. Ama devlet televizyonumuz, başkalarının eserinin ve emeğinin üzerine atlamak şeklindeki eski ádetimize uymuş ve bundan senelerce önce çıkan, günümüzde bu konuda hálá tek kaynak olan ama kitapçılarda artık bulunmayan ‘Son Osmanlılar’ isimli eserimin bazı bölümlerini, özellikle de arka kapak metnini, çekmeye karar verdiği programı tanıtım maksadıyla hazırladığı İngilizce belgelere aktarıvermişti. Benim ‘Son Osmanlılar’, TRT mensubu Kerime Şenyücel isimli kişinin ‘hazırlayacağını’ söylediği ve bugüne kadar aldığı ‘ödülleri’ de listelemeyi unutmadığı broşürde ‘The Last Ottomans’ olmuştu!

Şimdi TRT nezdinde başlattığım hukuki girişim devam ederken, bir yandan da programı yayına hazırlıyoruz. Bir imparatorluğun çöküşü sonrasında şahısların yanısıra toplumun da yaşadığı üzüntülerle, heyecanlarla ve ümidlerle dolu olan ve işin siyasi boyutuna hiç temas etmeyen ‘Son Osmanlılar’ın, hafızalarınızda silinmeyecek bazı izler bırakacağına eminim.
Yazının Devamını Oku

Maarif Nazırı Emrullah Efendi de hep uyurdu ama çok büyük álimdi

1 Mayıs 2005
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un hangi toplantıda olursa olsun hemen uykuya dalması ve nádiren uyanık bulunduğu anlarda ‘Ruslar yeni zengin gibiler’ yahut ‘vergisini veren vatandaş yolunmuş tavuğa benzer’ gibi sözler etmesi, bana 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yi hatırlattı. Emrullah Efendi de hemen her toplantıda uyur, uyumadığı zamanlarda da hálá hatırlanan şakalar yapardı. Meselá, şimdilerde ciddi anlamda söylendiğini zannettiğimiz ‘Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’ esprisi, ona ait idi. Ama, Emrullah Efendi’nin Atilla Bey’den küçük bir farkı vardı: Zamanının en büyük álimlerindendi. İşte, iktidar koltuğuna 90 küsur sene arayla oturan siyasilerin yaptıkları esprilerdeki mizah çizgisinin nasıl seyrettiğinin küçük bir örneği...

KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç hangi toplantıda olursa olsun hemen tatlı bir uykuya dalıyor, uyanık bulunduğu anlarda söyledikleriyle haber oluyor ve sözleri günler boyu tartışılıyor.

İşe Rus turistlerin ‘sonradan görme’ olduklarını anlatmakla başlayan bakan, önceki gün de ‘vergisini veren vatandaşların yolunmuş tavuğa benzedikleri’ beyanında bulundu, derken konuyu sık sık yaptığı şekerlemelere getirdi ve ‘Bundan böyle gözlerimi dinlendirirken güneş gözlüğü takacağım, dolayısıyla gazeteciler fotoğraflarımı çekemeyecekler’ dedi.

Atilla Koç’un bu uyku düşkünlüğü, bana 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı, yani Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendi’yi hatırlattı.

YOLU BİLE ŞAŞIRIRDI

Emrullah Efendi
de hemen her yerde uyuyup gitmesiyle tanınırdı ama günümüzün politikacılarından bir farkı vardı: O devrin önde gelen álimlerinden ve yenilikçilerinden biri sayılmış, eğitimde modernleşmenin öncüsü olmuştu. Türkiye’de eğitimin o zamanın ölçülerine göre çağdaş bir seviyeye çıkması için elinden geleni yapmıştı ve bütün bu faaliyetinin yanısıra dalgınlığıyla ve uykuculuğuyla da meşhurdu.

Konuşmaya başladığı anda zamanı ve mekánı unutup gider, kürsüde günün en mühim meselesi hakkında konuşacak olsa konu şiire yahut eski hikáyelere kadar uzanır; yolda rastladığı bir dostuyla sohbete girse, geldiği yolun tersine dönüp yürümeye başlar, katıldığı toplantının uzaması halinde de horul horul uykuya dalardı.

Emrullah Efendi’nin dalgınlığı ve uykuculuğu, zamanının karikatürcüleriyle hiciv şairlerine ilham vermiş, hakkında bol bol yazılıp çizilmişti. Ama günün birinde söylediği bir söz yüzünden ilmi de, dalgınlığı da, uyku merakı da geri plana düşmüş ve adı, günümüze kadar bu sözü sayesinde devam edegelmişti: ‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ sözü sayesinde...

Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin bir dost meclisinde şaka maksadıyla söylediği bu söz zamanla ‘cehalet eseri’ diye yorumlanır, eğitimde bir problem yaşandığında mutlaka hatırlanır ve alay maksadıyla teláffuz edilir oldu. Dolayısıyla, sözün sahibinin nasıl bir yenilikçi olduğu, Türk eğitim sistemine ne kadar önemli hizmetlerde bulunduğu unutuldu, gitti. Ona göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilköğretimin yaygınlaşması için en az üç neslin geçmesi gerekiyordu ama yüksek öğrenimin bekleyecek hali kalmamıştı ve 1912’nin 8 Nisanı’nda yayınladığı bir nizamname ile İstanbul Üniversitesi’nde köklü bir değişiklik yaptı. Üniversite’deki fakülte sayısını üçten beşe çıkardı ve ders programlarını yeniden düzenledi. Sonra, liselerde felsefe ile ekonomiyi mecburi ders haline getirdi, bu arada ilkokulların programına da tarih, coğrafya, fen bilgisi, köy ekonomisi ve köy sağlığı derslerini koydurdu.

MİZAH EĞRİSİ İNİYOR

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un uykuculuğu bana hem Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yi hatırlattı, hem de iktidar koltuğuna 90 küsur sene arayla oturan siyasilerin yaptıkları esprilerdeki mizah çizgisinin seyrini göstermek istedim. Meselá ‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ gibisinden asırlar boyu unutulmayacak olan şakaların yerini ‘Güneş gözlüğü takarım, uyurken resmimi çekemezsiniz’ ifadesinin almış olmasını...

Üniversiteyi adam etmesi için sürgünden çağırılmıştı

LÜLEBURGAZ’
da 1858’de doğan Emrullah Efendi, Mülkiye’yi bitirdikten sonra imparatorluğun çeşitli viláyetlerinde maarif müdürlüklerinde bulundu. Bir ara siyasi faaliyetleri yüzünde İsviçre’ye sürgüne gitmek zorunda kaldı ama zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid tarafından affedildi ve Maarif Meclisi üyesi yapıldı.

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilánından sonra Kırklareli Milletvekili olan Emrullah Efendi, 1910’da Maarif Nazırlığı’na yani Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. Bir yıl sonra istifa etti ama 1912’de yeniden aynı makama tayin edildi. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra üniversitede ders vermeye başladı ve 1914’te Yeşilköy’deki evinde öldü.

Emrullah Efendi, bakanlığı sırasında birçok tartışmanın kahramanı olmuştu. Meselá Galatasaray Lisesi’nin müdürü olan şair Tevfik Fikret’i derslere kasten gelmeyen öğretmenlerin aylıklarından kesinti yapmadığı için görevden almış, yerine matematik bilgini Salih Zeki Bey’i getirmiş ve tayin yazısında kullandığı ‘şairin yerine álimi getirdim’ ifadesi, o günlerde çok gürültü koparmıştı.

Osmanlı birliğinin geleneklere bağlı kalınarak batılılaşmakla ve bunun yolunun da dinamik eğitimden geçtiğine inanan Emrullah Efendi, ‘Medeniyetçiler’ grubunun önde gelen mensuplarındandı. ‘İlköğretim Kanunu’nu çıkarmış, o zamanki adı ‘Dárülfünun’ olan üniversitede önemli reformlar yapmış, ‘Muhitü’l-Maarif’ adıyla bir ansiklopedi yayınına başlamış ve başta Ziya Gökalp olmak üzere çok sayıda düşünürü büyük ölçüde etkilemişti.

Uğur keşki alaturka değil klasik müzik yapsaydı!

TÜRK Müziği’nde çello’ yani ‘viyolonsel’ dendiğinde akla tek bir isim gelir:Mesud Cemil...

Alaturkacıların hiddetleneceklerinden eminim ama açık söyleyeceğim: Türkçesi’ne, müzisyenliğine ve bilhassa tanburuna tutku derecesinde hayran olduğum Mesud Bey’in çellosu bana biraz yavan gelir, birkaç çello plağı doldurmuş olan babası Tanburi Cemil Bey’i de bu işte hayli amatör bulurum ve alaturka camianın en başarılı viyolonselcisi, benim için Şerif Muhiddin Targan’dır.

Ama, son 20 yılda yıldızı gittikçe parlayan bir başka çellocu, Uğur Işık, bana göre şimdi bütün bu isimleri geride bıraktı. Fakat seneler önce, daha işin başındayken önemli bir hata etti, sahip olduğu yeteneğiyle ve parlak musiki zevkiyle klasik müzik yapması, yani Batı Müziği çalması gerektiği halde, sanatını çok sevdiği alaturka ile sınırladı.

Uğur’un geçen haftalarda çıkarttığı ‘Cello Unveils Anatolian Spirit’ yani ‘Viyolonsel, Anadolu Ruhunun Örtüsünü Kaldırıyor’ isimli CD’sini dinleyince, klasik çalmış olsaydı nasıl dünya çapında bir isim olacağını hayál ettim. Uğur Işık, CD’sinde son derece temiz ve müzikal bir icranın yanısıra, eski eserlerde várolan ve bugün birçok müzisyen için artık maalesef sır haline gelmiş bulunan melodik ve ritmik incelikleri de aksettiriyor, günümüzde basmakalıp çalınan eserlerin yüzlerindeki örtüyü kaldırıyordu.

Bu CD’yi dinlediğiniz, meselá Eyyubi Mehmed Çelebi’nin ‘Arazbar Peşrevi’ne, Ermeni bestekár Parseğ Ganaçyan’ın ‘Ninni’sine, Kırım Prensi Çoban Giray’ın ‘Rast-ı Sagir Peşrevi’ne kulak verdiğiniz takdirde, Türkiye’de giderek pespayeleşen müzik ortamında birilerinin hálá ciddi ve çok güzel müzik yapmaya inatla devam etmekte olduğunu farkederek şaşıracaksınız.
Yazının Devamını Oku

Tehcir edilen Ermeniler 924 bin 158 kişiydi

27 Nisan 2005
ERMENİ tehciriyle ilgili sayılar, Talát Paşa’nın kara kaplı defterinin üçüncü kısmını oluşturuyor. Paşa, defterin tehcire ayrılan sayfalarında önce ne kadar Ermeni’nin zorunlu göçe tabi tutulduğunu yazıyor, arkasından tehcir kanununun imparatorluğun hangi viláyetinde ve hangi sancağında kaç Ermeni’ye uygulandığını liste halinde veriyor. 27 Mayıs 1915’te çıkan ‘Geçici Tehcir Kanunu’ uyarınca mecburi göçe tabi tutulan Ermeniler’in sayısı, Talát Paşa’nın kayıtlarına göre, 924 bin 158. Sürgünün en yoğun şekilde uygulandığı şehir 141 bin 592 kişiyle Sivas, en az sayıda Ermeni’nin nakledildiği viláyet ise 4 bin 381 kişiyle Konya.

Defterde daha sonra, sürgüne gönderilmeyen Ermeni yetimlerin viláyetlere göre dağılımları gösteriliyor ve bunu Ermeniler’den kalan boş binaların, istimlák edilen gayrımenkullerin, çiftliklerin ve madenlerle imtiyazların kısa dökümleri takip ediyor.

Talát Paşa’nın kayıtlarına göre, 27 Mayıs 1915’te çıkan ‘Geçici Tehcir Kanunu’ uyarınca mecburi göçe tabi tutulan Ermeniler’in sayısı 924 bin 158. Sürgünün en yoğun şekilde uygulandığı şehir 141 bin 592 kişiyle Sivas, en az sayıda Ermeni’nin nakledildiği viláyet ise 4 bin 381 kişiyle Konya.

Ancak, Paşa’nın, viláyetlerden birinde 270 sürgünü eksik gösterdiği görülüyor.

TEHCİRİN EN ÖNEMLİ BELGESİ

Ermeni tehciri konusunda ilk elden belge olma özelliği taşıyan yukarıdaki liste, Sadrazam Talát Paşa’nın kara kaplı defterinde bu şekilde yeralıyor. Listenin yeni harflere çevrilmiş hálini ise yanda görüyorsunuz. Defterde bu listenin bulunduğu sayfadan sonra Ermeni yetimlerin ve yine Ermeniler’den kalan boş binalarla gayrimenkullerin, çiftliklerin ve maden imtiyazlarının dökümü geliyor.

Talát Paşa, tartışmaya 90 yıl sonra katılıyor

Sadrazam, Dahiliye Nazırı ve Ermeni tehcirinin mimarı olan Talát Paşa, 1915 olaylarının üzerinden tam 90 sene geçtikten sonra, ilk defa bugün konuşuyor ve tehcir tartışmalarına özel arşivinde bulunan, şimdiye kadar hiç yayınlanmamış belgelerle katılıyor!

Dün, sayfamda dizinin tanıtımını yaparken de yazmıştım: Bu dizide yeralan tehcir sayılarıyla diğer bilgilerin temeli, Sadrazam Talát Paşa’ya ait olan ve Paşa’nın hanımı Hayriye Talát Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı’dan yayınlamak üzere aldığım 10x15 santim eb’adında bir defterle yine Talát Paşa’ya ait bulunan ve senelerden beri bende bulunan diğer belgelere dayanıyor. Paşa’nın Anadolu’da 1915 sonrasındaki nüfus hareketlerini ve istatistikleri kaydettirdiği kara kaplı defter, üç fasıldan meydana geliyor: Müslüman muhacirler, tehcir edilen Ermeniler, devlet aleyhine çalıştıkları için aynı şekilde mecburi göçe tabi tutulan Rumlarla Araplar ve gayrımüslimlerden kalan mallar...

Dizinin hemen başlangıcında, bir hususa dikkat çekmem lázım:

Talát Paşa’nın kara kaplı defterinde ve Paşa’ya ait diğer belgelerdeki sayılar bizde bu konularda şimdiye kadar gereken gerçekçi çalışmalar pek yapılmadığı için çoğumuza bir hayli yabancı, hattá yüksek gelebilir, fakat hepsi birinci derece kaynak olan bu sayılar, abartılmış rakamlarla dolu ‘soykırım’ suçlamalarına karşı birer savunma kanıtı gibidir.

‘Sadece Ermeniler’i değil, Kürtler’i de kesmiştik. Yaptığımız soykırım dolayısıyla özür dileyelim, mesele hallolsun’ diyen gönüllü cahillerimiz gölge etmesinler; akademik çevrelerimiz de ‘Biz onları değil, onlar bizi öldürmüştü’ ucuzluğunu bir tarafa bırakıp ilmi yola girsinler, yeter...

Leylekyan müsterih olsun, Talát Paşa’nın mezarını çöplük yaptık

Gazetelerde görmüşsünüzdür: Merkezi Brüksel’de bulunan ‘Avrupa Ermeni Federasyonu’ isimli örgütün başkanı Laurent Leylekyan, geçen hafta Türk hükümetinden bazı garip taleplerde bulundu.

Adıyla kafa yapısının tam bir uyum içerisinde bulunduğu taleplerinden belli olan Bay Leylekyan, Talát Paşa’nın İstanbul’daki mozolesinin yıkılmasını, ‘Talát’ ve ‘Enver’ isimlerini taşıyan caddelere başka isimler verilmesini, Ermeniler’in Türkler’e yönelik cinayetlerinin sergilendiği müzelerin kapatılmasını ve ‘soykırım’ kavramından bahsedilmesini yasaklayan kanunların kaldırılmasını istiyordu.

Leylekyan’ın saçmalıklarını okuduktan sonra, Farsça eski bir deyimi, ‘Diváne rá kalem nist’ yani ‘Deliye günah yazılmaz’ sözünü hatırlayıp güldüm ama dün sabah Şişli taraflarında gördüklerim, gülüşümü acı bir tebessüme çevirdi ve ‘Leylekyan’ın bazı taleplerini biz kendi kendimize çoktaaaan yerine getirmişiz’ diye düşündüm.

Dün sabah, bu dizide kullanmak maksadıyla Talát Paşa’nın Şişli’de, Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde bulunan kabrinin fotoğraflarını çekmeye gittim ve kabir yerine bir mezbeleyle karşılaştım! Talát, Enver, Mahmud Şevket ve Midhat Paşalar ile beraber 31 Mart ayaklanmasında şehid edilen diğer askerlerin türbelerinin bulunduğu mekánda sanki yeni bir isyan yaşanmıştı. Ábidenin altındaki türbenin kilidi kırılmış ve merdivenle inilen mezarlık artık akşamcıların mekánı olmuştu. Bahçedeki láhidler boş şişelerle dolu bira sandığı niyetine kullanılıyordu ve sözün kısası, etraftaki herşey içler acısı haldeydi.

Aynı mekán, 1996’da, Enver Paşa’nın cenazesinin Tacikistan’dan naklinden önceki günlerde de bu şekildeydi ve vaziyetini gündeme getirmemden sonra alelácele temizlenmiş fakat Paşa’nın cenaze merasiminden sonra her şey yine eski tas, eski hamam olmuştu.

Avrupa Ermeni Federasyonu’nun başkanı Laurent Leylekyan, müsterih olsun ve Türk Hükümeti’nden böyle taleplerde bulunarak kendisini yormasın. Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nin bakımından sorumlu olan Büyükşehir Belediyesi umursamazlığına devam ettiği ve mekán askeriyeye devredilmediği takdirde, sadece Talát Paşa’nın değil, ebedi uykularını bu şehitlikte uyuyanların mezarlarından çok yakında tek bir iz bile kalmayacak!

Posta memuruydu sadrazam oldu

Adını bulvarlara, caddelere, mahallelere ve okullara verdiğimiz Talát Paşa’nın kim olduğunu mutlaka biliyorsunuzdur ama, gene de kısaca hatırlatayım:

Tam adı ‘Mehmed Talát’ olan Talát Paşa, Edirne’de 20 Ağustos 1874’te doğdu. Genç yaşlarındayken babasını kaybetti ve ailesini geçindirebilmek için Posta ve Telgraf İdaresi’ne girdi. İttihad ve Terakki’nin kurucularından oldu, Abdülhamid rejimi aleyhindeki çalışmalara katıldığı için tutuklandı, 25 ay hapis yattı ve Selánik’e sürgün edildi.

Burada seyyar postacılık yapan Mehmed Talát, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilánından sonra Edirne’den milletvekili seçildi, Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesi’nde Dahiliye, Küçük Said Paşa Hükümeti’nde de Posta ve Telgraf Nazırlığı’na getirildi. Talát Bey, 23 Ocak 1913’teki Babıali baskınının düzenleyicilerinden ve Enver ve Cemal Paşalar ile birlikte İttihad ve Terakki Partisi’nin üç liderinden biriydi. 1913’ün 13 Haziran’ında kurulan Said Halim Paşa Hükümeti’nde yeniden Dahiliye Nazırı oldu ve 1915’teki Ermeni tehcirini bizzat yürüttü. 4 Şubat 1917’de sadrazamlığa, yani başbakanlığa getirildi ve ‘Paşa’ unvanı aldı.

Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmemiz üzerine 8 Ekim 1918’de istifa eden Talát Paşa, İttihad ve Terakki’nin diğer liderleriyle beraber 2 Kasım gecesi bir Alman denizaltısıyla Türkiye’yi terketti. Önce Rusya’ya, oradan da Almanya’ya gitti.

Talát Paşa, savaş yıllarında Anadolu’da yaşanan Ermeni olayları sırasında aldığı tedbirler sebebiyle diaspora Ermenileri tarafından ‘en büyük düşman’ ilán edilmişti ve Berlin’de, 1921’in 15 Mart sabahı Sogomon Tehliryan adında bir Ermeni komitacı tarafından ensesinden vurularak katledildi. Tehliryan yargılandığı Alman mahkemesinde beraat ederken, Paşa’nın kemikleri cinayetten 24 yıl sonra, 25 Şubat 1944’te Berlin’den İstanbul’a getirildi ve büyük bir askeri törenle Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne defnedildi.
Yazının Devamını Oku

Talát Paşa’ya göre 1914 yılındaki Ermeni nüfus 1 milyon 256 bin 403

26 Nisan 2005
Sadrazam Talát Paşa, 1915 tehciri sırasında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler’in kesin sayısının belirlenmesi maksadıyla geniş bir çalışma yaptırtmıştı. Paşa’nın özel evrakı arasında bulunan belgelerde ‘1914 itibariyle 1 milyon 187 bin 818 Gregoryen ve 63 bin 967 Katolik Ermeni vardır ve toplamları 1 milyon 256 bin 403 eder’ deniyor, daha sonra ‘sayımda eksiklikler yapılmış olabileceği için, bu sayının 1.5 milyon civarında olabileceği’ söyleniyor.TALÁT Paşa’nın kara kaplı defterinin yanısıra, özel arşivinde bulunan diğer bazı belgelerde, 1915 tehcirinden önce ve hemen sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler’in kesin sayısının belirlenmesi maksadıyla geniş bir çalışma yaptırıldığı görülüyor. Dizinin dün yayınlanan ilk bölümünde, Paşa’nın tehcir edilen Ermeni sayısını 924 bin 158 olarak verdiğini yazmıştım. Tehcirin viláyetlere ve sancaklara göre dağılımını gösteren belgelerde hangi viláyetten nereye ne kadar Ermeni’nin gönderildiği gösterildikten sonra, genel nüfus değerlendirilmesine geçiliyor. Bu fasılda İstanbul Ermenileri’nden de söz ediliyor ve İstanbul’da 1914’te 68 bin 422 Ermeni’nin yaşadığı, bu sayının bir yıl sonra 80 bine çıktığı ama hiçbirinin alınmadıkları söyleniyor. Bütün bu uzun listelerden sonra, bu sayfada orijinal metninin fotoğrafını gördüğünüz tek paragraflık bir yorum yapılıyor: ‘1330 (1914) icmálinde (sayımında, toplamında) Ermeni Gregoryen nüfus-ı umumisi (genel nüfusu) 1 milyon 187 bin 818 ve Ermeni Katolikler’in mikdarı 63 bin 967 ki, her ikisinin mecmuu (toplamı) 1 milyon 256 bin 403’ten ibaret olarak gösterilmiştir. (Toplamın fazla çıkmasının sebebi sayılara yabancı uyruklu Ermenilerin de dahil edilmesidir.) Nüfus-ı mevcude (mevcut nüfus) tamamen tahrir olmadığından (yazılmadığından), mikdar-ı hakiki (gerçek mikdar) 1 milyon 500 bin kadar olacağı gibi, bugün mevcud olarak báláda (yukarıda) görülen yerli ve yabancıların 284 bin 157 mikdarına da ihtiyáten yüzde 30 kadar iláve eylemek iktiza eder ki (gerekir ki), bu takdirde mevcud-ı hakiki (hakiki mevcud) 250 bin ile 400 bin arasında bulunmuş olur.’ Bu cümlelerde, daha basit bir ifadeyle şöyle deniyor: ‘İmparatorlukta 1914 yılında yaşayan Gregoryen ve Katolik Ermeniler’in sayısı 1 milyon 256 bin 403 idi. Bazı eksikliklerin olabileceğini gözönüne alarak, bu sayıyı 1.5 milyona yükseltebiliriz. Tehcirin uygulandığı viláyetlerde şu anda 284 bin 157 Ermeni kalmıştır ama bu mikdarı da her ihtimale karşı yüzde 30 oranında arttırdığımız takdirde, tehcir bölgelerindeki Ermeniler’in 250 ilá 400 bin arasında olduğunu söyleyebiliriz.’ Talát Paşa, yani Ermeni tehcirinin başındaki kişi kendi notlarında ‘Toplam Ermeni nüfusu en fazla 1.5 milyondu. Bunun 924 bin 158’i tehcir edildi ama tehcirin yapıldığı viláyetlerde hálen 400 bin kadar Ermeni yaşıyor’ derken, diaspora Ermenileri bugün ‘1.5 milyondan fazla Ermeni öldürülmüştü’ iddiasında bulunuyorlar.Hesaplamayı bir de siz yapın ve hangi tarafın matematiğinin daha zayıf olduğuna kendiniz karar verin!Yetim kalan 6 bin 858 Ermeni çocuğu Müslümanlar büyütmüşTALÁT Paşa’nın kara kaplı defterinde, tehcir sırasında çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybeden Ermeniler’in kimsesiz kalan ve devlet tarafından koruma altına alınan çocuklarının da bir listesi var. ‘Ermeni Eytámı’ yani ‘Ermeni Yetimleri’ başlığı altındaki listeye 10 bin 314 çocuk kaydedilmiş ve bunların bir kısmının Müslüman ailelere dağıtıldığı yazılmış. Listeye göre, en fazla sayıda Ermeni yetim, Halep’te bulunuyor. Talát Paşa’nın ‘kara kaplı defteri’nin ‘Ermeni Eytámı’ başlıklı sayfasında yeralan liste, yan tarafta.Cemal Paşa, Mustafa Kemal’e ‘Enver’i durdurmalısın’ diyorİTTİHAD ve Terakki Partisi’nin Talát Paşa gibi önde gelen bir liderini yazarken, partinin diğer önemli isimlerinden de bahsetmek ve bu kişilerin o yıllarda İstiklál Savaşı’nı sürdürmekte olan Mustafa Kemal Paşa’ya yazdıkları bazı mektupları da yayınlamak istedim.İşte o mektuplardan biri: İttihad ve Terakki’nin Talát ve Enver Paşalarla beraber üç liderinden biri olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın, Bakû’dan trenle Tiflis’e giderken 1922’nin 9 Temmuz’unda Ankara’ya, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği ve eski dává arkadaşı Enver Paşa’dan yakındığı oldukça uzun mektubunun bazı bölümleri...Cemal Paşa, şu anda bende bulunan ve aşağıda günümüz Türkçesi’ne naklettiğim mektubunu kaleme almasından sadece 13 gün sonra, 22 Temmuz’da Tiflis’te Talát Paşa gibi Ermeni kurşunlarıyla can verecektir. ‘Sevgili kardeşim Mustafa Kemal Paşa,...Şimdi iki gözüm, Orta Asya için, daha doğrusu bütün Müslüman Asya’sı için bugünün en mühim meselesi, Enver’in Buhara’da teşebbüs ettiği işlerdir. Enver, avantüriyelerin (maceracıların) yapabilecekleri en son işi de yaptı, kendisini Buhara emiri ilán etti. ...Bináenalyh şimdi bizim Enver, ...şimdi Buhara hükümeti aleyhine harbediyor, Sovyet Rusya hükümeti de, Buhara cumhuriyet hükümetinin müttefiki sıfatıyla ordusuyla o hükümete yardım ettiğinden, tabii, onlarla Enver arasında muharebe ilán edilmiş bulunuyor.Orta Asya’daki ve Rusya’daki İslam álemi, Enver’in bu teşebbüsü karşısında büyük bir ümide kapıldı. Herkes, Enver’in bu hareketinde haklı olduğunu teslim ediyor ama vakitsiz davrandığını söyleyenler de az değil!...Enver onların başına geçti ve Ruslar ile hoş geçinmek hakkındaki kesin kararına, kendi öz vatanının Ruslar’dan ümid ettiği maddi ve manevi yardımlara rağmen, Sovyet Rusya aleyhine mücadeleye karar verdi. Enver, şimdi, Orta Asya’da ve Afganistan’da böyle bir şahsiyet olarak kabul olunup müjdeleniyor.... Acaba Enver bu hareketinde muvaffak olabilecek mi?Bence hayır, bin kerre hayır!.. Enver kat’iyyen başaramaz ve Enver’in giriştiği hareket ne kadar çok direnirse, sonuçta uğrayacağı harap vaziyet, o kadar şiddetli olacaktır....Siz, Mustafa Kemal Paşa, bu zavallı Müslümanlar’a Enver’in teşebbüsünün fenalıklarını şimdiden söylemeye ve onları merhametsiz sonuçların doğacağı çılgınca teşebbüslerden kaçınmaya davete mecbursunuz. Böylece Ankara’nın kurtuluşu mücadelesini takip etmekte olan ben ve arkadaşlarım daha büyük bir kalp kuvvetiyle çabamıza devam ederiz ve İslam álemi, Ankara’nın peyki (uydusu) haline gelir. Daha da önemlisi, Ruslar Ankara’nın ve gölgesinde bulunan İslam áleminin hakikaten dost olduğunu görerek Anadolu’ya yaptıkları yardımları en yüksek seviyeye çıkartırlar....Gözlerinizi öperim kardeşim. Ahmed Cemal.‘Beni böyle üzmen için acaba ne günah ettim?’BİRİNCİ Dünya Savaşı’ndan sonra İttihad ve Terakki’nin lider kadrosuyla beraber Türkiye’den ayrılıp Berlin’e yerleşen Sadrazam Talát Paşa, Almanya’da ‘Ali Sái’ takma adını kullanıyordu. Eşi Hayriye Talát Hanım, kendisine büyük bir aşkla bağlı olan Paşa’sını sürgün günlerinde yalnız bırakmamış, İstanbul’dan gizlice çıkıp Berlin’e gitmişti.Talát Paşa’nın burada yayınladığım kartpostalı, Berlin’den kısa bir seyahat için Macaristan’a giden hanımından günler boyu bir haber alamamasının yarattığı üzüntüyü aksettiriyor. Paşa, eşi Hayriye Hanım’a Budapeşte’deki Osmanlı Konsolosu Abdullah Hulusi Bey vasıtasıyla 1920’nin 24 Ekim’inde gönderdiği kartpostalda, sitem üstüne sitem ediyor:‘İki gözüm Hayriyeciğim,Beni ne kadar merakta bıraktığını tasavvur edemezsin. Daha yoldan bana iki kart gönderen karıcığım elbette bu kadar çabuk beni unutmaz, beni habersiz bırakmaz diyorum ve cidden merak ediyorum. Bununla beş kart oldu, gönderiyorum. Senden on gündür bir tek haber almadım. Hastalandın mı? Öyle olsa Abdullah iki satır birşey yazar diyorum. Beni bu kadar üzmek, azába sokmak için acaba günahım nedir? Bu kartımı alır almaz sıhhatine ve vakt-i hareketine dair bana derhal telgraf yaz. İstanbul’dan bugün hem Şefkati’den, hem İsmail Bey’den mektup aldım. Anam, ablalarım, Vasfıdil hepsi iyi imiş. Vasfıdil’in verem olduğunda bazı doktorlar mütereddid imiş, bazıları da birinci derecedir diyorlar imiş. Gel de, onu getirtmek için düşünelim. Burhan’ı ..... tarikiyle (yoluyla) göndermişler. Burada başka havadis yok. Teyze hanıma, Mebrure Hanım’a hürmetler. Abdullah’ın, çocukların gözlerinden öperim. Ali’
Yazının Devamını Oku