Ya Atilla Bey’in sözleri mizah değil yahut tarihe geçmiş bu nükteler
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Espri ve mizah olduğuna inandığı sözleriyle ve uyuyakalmasıyla gündemin ilk sıralarına yerleşen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, geçenlerde Milliyet’e verdiği demeçte ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar, politikacıda espri anlayışı vardı.
O espri anlayışı kaybolunca, galiz oluyor’ derken, siyasi kültürümüzdeki mizah geleneğinin ‘devamı’ olduğunu ifade ediyordu. Açıkça söyleyeyim: Türk siyasi tarihinde çok sayıda mizahi örnek vardır ve bu örnekler cidden parlak birer yaratıcılık eseridirler. Fakat, Atilla Bey’in sözleri mizah ise geçmişte söylenenlerin mizahla alákası yoktur ama eski zamanlardan bugünlere gelen hikáyeler espri ise, bu defa Atilla Bey’in sözleri siyasi mizah değildir! İşte, eski siyasi mizahımızdan birkaç örnek...
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç hem uyumasıyla, hem de espri olduğunu iddia ettiği sözleriyle bütün Türkiye’de şaşkınlıkla izleniyor.
Attila Bey, málum, koltuğa gömüldüğü anda eskilerin tábiriyle ‘háb-ı náza’ yani náz uykusuna dalıveriyor ama yerinde de duramıyor ve memleketin bir tarafından diğer tarafına gidip geliyor! Bu arada siyaset tarihimizde eşi-emsali görülmemiş sözler ediyor, meselá Yüce Divan’da tanıklık yaptığı sırada ortaya bir hayli ses getiren iddialar attıktan sonra ‘Bu söylediklerim dedikodudur’ diyor, bir başka yerde ‘Ben şakşuka değil, hünkárbeğendiyim, beni başbakanım beğendi’ gibisinden ifadeleri kullanıyor ve işin daha da garip tarafı, söylediği bu sözlerin ‘espri’ ve ‘mizah’ olduğuna inanıyor. Yakınlarına sorarsanız, Atilla Bey’in hem uyumasının, hem de böyle sözler etmesinin tek bir sebebi var: Yüksek şekeri...
HÜNKÁRBEĞENDİ!
Kültür ve Turizm Bakanı’nın işitenleri tebessüme ve hayretlere garkeden cümlelerini tekrar edecek değilim. Ama sadece bir ifadesinin üstünde durmak istiyorum:
Atilla Bey, geçenlerde Milliyet Gazetesi’ne verdiği demeçte ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar, politikacıda espri anlayışı vardı. O espri anlayışı kaybolunca, galiz oluyor’ buyurdu. Bakan bey bu sözleriyle, söylediklerinin siyasi kültürümüzdeki mizah geleneğinin devamı olduğunu ifade eder gibiydi.
Açıkça söyleyeyim: Bizde, siyasi tarihimize geçmiş çok sayıda mizahi söz ve fıkra vardır ve geçmişteki bu örneklerin herbiri cidden birer şáheser gibidir. Ama ince bir yaratıcılık eseri olan siyasi mizahımız özellikle 12 Eylül sonrasında neredeyse kaybolup gitmiş, politik şakalardaki yaratıcı espriler kültür seviyesindeki değişikliklerle orantılı olarak azalmış yahut tamamen yokolmuş ve ortalığı Atilla Bey’in de bahsettiği ‘galiz’ ifadeler sarmıştır. Atilla Koç’un espri olduğuna inandığı sözleri şayet mizah ise geçmişteki örneklerin mizahla alákası yoktur ama eski zamanlardan bugünlere gelen hikáyeler espri ise, bu defa Atilla Bey’in sözleri siyasi mizah değildir!
TOKMAK TATSIZLIĞI
Tek yanlı davranmamak için, bir hususu daha iláve edeyim: Kültür ve Turizm Bakanı’nın ‘Ben şakşuka değil, hünkárbeğendiyim’ sözü geleneksel siyasi mizahımızın ne kadar dışındaysa, CHP’li Orhan Eraslan’ın uyuyan bakanın uyandırılması konusunda ‘Titreşimli değil, tokmaklı cep telefonu gerektiğini’ söylemesi ve ‘Çaldığında tokmak gibi kafasına vurmalı’ demesi de o kadar mizah, hatta yaratıcılık dışı bir ifadedir.
Bu sayfada, geçmişteki siyasi mizahımızdan ve eski halk mizahından bazı örnekler veriyorum. Eski zamanların siyasi mizahıyla, hatta Necmettin Erbakan’ın meşhur ‘kadayıf’ benzetmesiyle günümüzde politik espri olduğu iddia edilen sözleri, meselá Atilla Bey’in ‘hünkárbeğendi’ benzetmesini mukayese edin ve son kararı sizler verin.
Atilla Bey’e 900 yıllık öğüt: Uyurken başında hoş bir dilber beklet!
BUNDAN iki hafta önce, ‘Kabusnáme’ adında bir kitaptan bahsetmiştim.
‘Kabusnáme’ zamanımızdan 900 küsur sene önce İran taraflarında kurulan ‘Ziyaroğulları’ adındaki ufak bir devletin hükümdarı olan Keykávus’un eseriydi ve hükümdar, kitabı oğlu Giylánşáh için devleti ne şekilde idare etmesi gerektiği konusunda öğütler vermek maksadıyla kaleme almıştı. Eserine idarenin ayrıntılarından satranca; içki ádábından yıldız falına, yemek yeme usullerinden yıkanmaya ve hattá tıbba kadar hemen her konuda tavsiyeler koymuştu ve 17. bölümde de uykunun nasıl olması gerektiğinden bahsediliyordu.
Aşağıda, Keykávus’un uyku ile ilgili olarak yazdıklarının bir bölümünü, rahmetli edebiyat álimi Orhan Şaik Gökyay’ın yayınladığı metinden sadeleştirerek ve kısaltarak veriyorum:
‘Ey oğul! Eski zamanların bilge kişileri, uyku için ‘küçük ölüm’ derler. Zira, uyuyan kişinin vücudunun hareketleri gevşer, aklı dağılıp gider, etrafında olup bitenlerden haberi olmaz. Bir serhoşu uzaktan gördüğün zaman içmiş olduğunu anlarsın ama ortalık yerde uyumakta olan adamın ölü mü yoksa diri mi olduğunu farketmen zordur. Dolayısıyla, uyuyan adam ölü hükmündedir!
UYKU, ÖLÜM GİBİDİR
...Uykunun fazlası zararlıdır, vücudu bir halden diğerine çevirir yani dirilikten yarı ölüme götürür, bu yüzden uyumanın da ölçüsü olmalıdır. Eski álimler günün 24 saat olduğunu hatırlatıp bunu üç eşit parçaya bölmüşler, ilk kısmının uyanıklığa, ikincisinin Allah’a şükretmeye ve duaya, üçüncüsünün de uykuya ayrılması gerektiğini söylemişlerdir.
...Gündüz uykusundan mutlaka sakınmak gerekir. Gündüz vaktinde uykusu gelip de kendisine hákim olamayan kişi az uyumalıdır, zira fazla uyuduğu takdirde günü düne benzer! ...Sözün kısası, kişinin ömrünün çoğunu uyuyarak değil, uyanık olarak geçirmesi, hatta geceleri bile az uyuması gerektiğidir.
...Uykuyu seven, özellikle de gündüzleri uyuyan kişi yalnız başına kalmamalı, yanında mutlaka uyanık bir adam bulundurmalıdır. Çünki, uykuda olanlar ölü gibidirler ve álemde olup bitenden habersiz halde yatarlar. Dolayısıyla, uyudukları sırada beraberlerinde diriliklerini taze tutmaya yarayacak, gerektiğinde kendilerini uyandıracak bir müjdeci bulundurmaları şarttır. Bu kişi uykuda olanı zamanı gelince uyandırmaya, hattá müjdeli bir haber geldiği zaman o haberi vermeye yarar.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir başka husus vardır, o da müjdecinin gönüller açan, cana can katan bir güzel olmasıdır. Uyuyan kişi, uyandığı vakit yanında böyle bir güzel bulursa daha bir canlanır!’
Siyasi mizah diye işte bunlara denir
Şair ve idareci Süleyman Nazif, 20. yüzyılın başlarında hiç sevmediği Basra’da vali iken bir yol inşaatı başlatır ama bir müddet sonra inşaatta kullanılacak taş kalmadığı için yol yarım kalır. Şair vali inşaata gider, ellerini göğe açar ve ‘Yarabbi, bu memlekete biraz taş yağdır’ diye dua eder.
Enver Paşa’nın babası Ahmed Paşa, İttihad ve Terakki Partisi’nin muhaliflerinin de bulunduğu bir mecliste ‘Ağzıma hayatım boyunca tek damla olsun içki koymadım ve bir defa olsun harama uçkur çözmedim’ deyince, muhaliflerden biri dayanamamış, ‘Aman paşa hazretleri’ demiş. ‘Keşki helále de çözmeseydiniz de, şu oğlunuz dünyaya gelmeseydi!’
İttihad ve Terakki döneminin Dahiliye Nazırı ve Sadrazamı Talát Paşa Meclis’te gergin tartışmaların yapıldığı bir gün kürsüde konuşurken kendisine hiç durmadan láf atan muhalefete dönerek ‘Sizler bize, iktidara gelememenin suçluluğu içerisinde saldırıyorsunuz’ der ve muhalefete mensup milletvekillerinden biri haykırır: ‘Paşa hazretleri, iktidarda olmak şayet suç ise, sizler şu anda suçüstü halinde bulunuyorsunuz!’
Şair Süleyman Nazif’e, hiç sevmediği bir kişiden bahsederken ‘alçak herif’ tabirini kullanırlar. Şair anlatanın sözünü keser, ‘O herif alçak değildir mirim!’ der. ‘Çukurdur, çukur!’
İkinci Mahmud’un terzisinin aklına eser, aksayan devlet işleri hakkında bir rapor yazıp padişaha sunar. O gün keyifli olan hükümdar rapora kısa bir göz attıktan sonra maiyetindekilere emreder: ‘Benim terzibaşı devlet işleriyle fazla meşgul. Gidip sadrazama söyleyin, bana hemen bir kat elbise diksin!’
19. asırda yaşayan ve şakalarıyla tanınan Üsküdarlı Aziz Efendi, günün birinde eşeğine binmiş olarak çarşıya giderken, yolda şair Kázım Paşa ile karşılaşır ve şaka maksadıyla eşeğine ‘Öp paşa babanın elini’ der. Aziz Efendi’nin sözünü işiten Kázım Paşa elini eşeğin ağzına doğru uzatıp öptürür gibi yapar, sonra da ‘Aziz ol evládım!’ der.
Ve, çok daha eskilerden bir hikáye: Roma imparatorlarından birine, bir delikanlı hizmetkár olarak takdim edilir. Gencin kendi oğluna çok benzediğini farkeden imparator ‘Anan hiç Roma’ya gelmiş midir’ diye sorunca, delikanlının cevabı ‘Annem gelmemiştir ama babam birkaç defa gelmiştir’ olur.