26 Eylül 2005
Ermeni Konferansı’nda suçlama, söylenti ve boş láf cinsinden her şey mevcuttu ama böyle bir toplantıda en gerekli olan şey ortada görünmüyordu: Belge... Türkiye’nin gündemini aylardan bu yana meşgul eden konferansın bu şekilde ‘láf’ üzerine şekillendiğini görünce dayanamadım ve 1915 olaylarıyla ilgili bir belge yayımlayayım dedim. İşte, 1915 olaylarının ‘mimarı’ olmakla suçlanan Talát Paşa’nın şimdi bende bulunan özel arşivinde yer alan ve daha önce hiç yayımlanmamış son derece önemli bir belge: Ermeni nüfusun 1915 olaylarının öncesinde ve sonrasında viláyetlere göre dağılımı.
AYLARDAN bu yana tartıştığımız Ermeni Konferansı ite-kaka nihayet yapıldı ve dün sona erdi.
Konferansa dinleyici olarak davet edilenler arasında ben de vardım ama gitmemeyi tercih ettim, fakat içeride konuşulanlardan ánında haberdar oldum ve söylenenlerin mahiyetini öğrenince de, gitmemekle gayet iyi yaptığımı, vakit kaybetmediğimi anladım.
ZAVALLILAR EDEBİYATI
İçlerini dökmeye çalışan katılımcıların bir kısmı 1915 Türkiyesi’nde bir soykırım yaşandığını ispat edebilmek için var güçleriyle çaba gösterirken bir kısmı işi nostaljiye vuruyor ve konuyu kulaktan dolma hikáyelere dayandırıp ‘Zavallılar nasıl da yok edildiler’ edebiyatına sarılıyor, hatta hızlarını alamayan kimi katılımcılar da, işi ‘Ermeniler’i sadece 1915’te değil, 19. yüzyılda da öldürmüştük’ demeye getiriyordu.
İŞTE BENİM BELGEM
Málum konferansta suçlama, söylenti ve boş láf cinsinden her şey mevcuttu ama böyle bir toplantıda en fazla gerekli olan şey ortada görünmüyordu: Belge...
Romancı, yayıncı, filolog, ekonomist yahut sosyolog gibisinden meslek gruplarına mensup olan ve 1915 olayları hakkında söz söyleyebilmek için mutlaka gidilmesi gereken yerlerin başında gelen Osmanlı Arşivleri’nden içeriye adımlarını bir defa bile atmamış olan katılımcılar ortaya tek bir belge koyamamış, ‘aydın’ olma iddiasıyla sadece láf etmişlerdi.
İşte, Türkiye’nin gündemini aylardan bu yana böylesine meşgul eden málum konferansın bu şekilde ‘láf’ üzerine şekillendiğini görünce dayanamadım ve 1915 olaylarıyla ilgili bir belge yayımlayayım dedim.
VİLAYETLERE DAĞILIM
Bu sayfada gördüğünüz belge, tehcirin ‘mimarı’ olmakla suçlanan sonraki senelerin sadrazamı Talát Paşa’nın şu anda bende bulunan ve tamamını yakında yayımlayacağım özel arşivinde yer alıyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1915 olaylarının öncesinde ve sonrasında var olan Ermeni nüfusun viláyetlere göre dağılımı gösteriliyor. İlk sütunda viláyetlerde 1915 sonrasında var olan Ermenilerin sayısı, ikinci sütunda da aynı viláyetlere tehcir sonrasında başka bölgelerden gelen Ermenilerin adedi bulunuyor.
SEVABINA HEDİYEM
‘Diğer bölgelerde’ başlıklı sütunda o viláyetin çevresinde yaşayan Ermeni nüfus yer alırken, son sütunda tehcir öncesinde, 1914 sayımında mevcut bulunan Ermeni nüfusun dağılımı kaydediliyor ve en altta da genel toplamlar veriliyor. Talát Paşa’ya göre, 1915 öncesinde Anadolu’da 1 milyon 256 bin 403 Ermeni yaşıyor, tehcir sonrasında bu sayı 400 bin civarına iniyor.
Konuyla ilgili olarak birinci derece kaynak olma özelliği taşıyan ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan bu listeyi konferansın belgeden nasibini almamış olan katılımcılarına sevabına hediye ediyorum.
TEHCİR ÖNCESİ VE SONRASI RAKAMLAR
1914’teki nüfus kaydına göre Diğer bölgelerde Yabancı nüfus Şu anda bulunanyerli nüfus
Ankara 44.661 4.560 410 12.766
Musul 0 0 7.033 253
Niğde 4.939 547 850 193
İzmit 56.115 9.464 142 3.880
Kütahya 4.023 0 680 3.932
Eskişehir 8.620 1.104 1.096 1.258
Bolu 3.002 56 551 1.539
Afyonkarahisar 7.498 1.484 1.778 2.234
İçel 350 0 116 252
Karesi 8.663 1.696 124 1.852
Kayseri 47.974 6.778 111 6.650
Adana 51.723 19.664 4.257 12.263
Maraş 27.306 2.010 198 6.115
Sivas 141.000 3.993 948 8.097
Beyrut 1.224 0 1.849 50
Kastamonu 9.052 211 185 3.437
Konya 13.078 3.639 14.210 3.730
Aydın 19.710 0 5.729 11.901
Suriye 0 0 39.409 0
Zor 63 0 6.778 201
Hüdávendigár 59.038 10.251 178 2.821
Halep 37.031 19.091 13.591 13.679
Urfa 15.616 451 6.687 1.144
Erzurum 125.657 3.364 0 0
Bitlis 114.704 1.061 0 0
Van 67.792 160 0 0
Diyarbekir 56.166 1.849 0 0
Trabzon 37.549 562 0 0
Eláziz 70.060 2.201 0 0
TOPLAM 1.032.614 94.206(1) 106.910 97.247
İstanbul 80.000 0 0 80.000
GENEL TOPLAM 1.112.614 94.206 106.910 177.247
1330 sayımında Ermeni Gregoryenler’in genel nüfusu 1 milyon 187 bin 818 ve Ermeni Katolikler’in sayısı 63 bin 967’dir. Her ikisinin toplamı1 milyon 256 bin 403’den ibaret olarak gösterilmiştir. Mevcut nüfusun tamamen kaydedilmediği için, gerçek miktar 1 milyon 500 bin kadar olacağı gibi, bugün bulunan ve yukarıdaki listede görülen yerli ve yabancıların 284 bin 158 sayısına, ihtiyáten %30 kadar iláve yapmak gerekir. Bu takdirde gerçek mevcut 250 bin ile 400 bin arasında bulunmuş olur.
(1) İşbu miktar, esásen yabancı sayısına dahildir. 1914 nüfusuna nazaran 68 bin 433’dür.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2005
Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in ‘Papa, Ayasofya’da iki saniye diz çöksün, ne olacak?’ demesi üzerine, 1500 yaşındaki mabedi tartışmaya başladık ama konunun hem Ayasofya’yı, hem de Vatikan’ı ilgilendiren diğer tarafını pek hatırlamadık: Bir başka Papa’nın, Üçüncü Innocent’in bundan asırlarca önce ‘kutsal toprakları fethetmek’ maksadıyla kutsayıp sefere gönderdiği Katolik Haçlı askerlerin Ayasofya’da kürsüye fahişeleri çıkartıp şarkılar söyleterek raksettirmelerini, Hazreti İsa’yı tasvir eden mozaiklerin önünde katır kesmelerini ve nihayet Ayasofya’yı bir güzel yağmalamalarını... Ben bu yüzden, Papa 16. Benedikt’in İstanbul’a geldiği takdirde Ayasofya’da birkaç saniye değil, birkaç saat diz çökmesinden ve Katolik askerlerin 1204’te işledikleri büyük günahın affı için dua etmesinden yanayım.
VATİKAN’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in Tempo Dergisi’ne verdiği demeçte ‘Papa, Ayasofya’da iki saniye diz çöksün, ne olacak?’ demesi üzerine bir Ayasofya tartışmasıdır başladı. Günlerden buyana Papa, Ayasofya, dua, namaz, kilise ve cami kavramlarını birarada işitiyoruz.
Ortodoks dünyasının en kutsal mekánı olan Ayasofya, Katoliklerle Ortodokslar arasında son senelerde giderek artan yakınlaşma üzerine artık Vatikan’ın da gündemine girdi. Şimdi, Papa’nın dua edip etmemesini tartıştığımız 15 asırlık mekánda bundan asırlarca önce bir başka Papa’nın ‘kutsal toprakları fethetmek’ maksadıyla kutsayıp sefere gönderdiği Katolik askerlerin, yani Haçlılar’ın büyük rezaletler yarattıklarını, hattá mihraba çıkarttıkları fahişelere şarkılar söyletip dansettirdiklerini acaba bilir misiniz?
İşte, Ayasofya dışında başka hiçbir mábedin başına gelmeyen bu büyük rezaletin kısa öyküsü...
Haçlı Seferleri başlayalı neredeyse bir asır olmuş, Ortadoğu’nun altı üstüne gelmiş ve Seláhaddin-i Eyyubi’nin 1189’da Kudüs’ü fethetmesi üzerine Hristiyan dünyası şaşkın düşmüştü. 1200’lerin başında, zamanın Papa’sı Üçüncü Innocent’in teşvikiyle yeni bir Haçlı ordusu toplandı, Dördüncü Haçlı Seferi’ne girişildi ve askerler Venedik gemileriyle İstanbul civarına taşındılar. Önceden yapılan planlara göre burada fazla kalmayacak ve Kudüs’ü kurtarmak için hemen yola koyulacaklardı.
GİTMEYE ÜŞENDİLER
Ama, işler Papa’nın ve Hristiyan dünyasını galeyana getirenlerin beklediği şekilde olmadı; Bizans’ın yani İstanbul’un zenginliği o zamanın fakir Avrupası’nın dört bir yanından toparlanmış olan askerlerin gözlerini kamaştırdı ve Kudüs yerine Bizans’ı almayı tercih ettiler! Taht mücadeleleri yüzünden zaten bitkin düşmüş halde bulunan Bizans saldırılara dayanamadı, 1204’ün 12 Temmuz günü Haçlı ordusunun eline geçti, İstanbul’da yarım asır boyunca devam edecek olan bir Latin hákimiyeti kuruldu ve şehir, tarihin en büyük yağmalarından birine sahne oldu.
Haçlılar, işe evleri yağmalamakla başladılar. Yağmaya şahit olan Villehardouinli Geoffrey isimli tarihçi, ‘Askerler elbiselerinin üzerine işlenmiş olan haçın mánásını unuttular, kasaplığa ve kundakçılığa giriştiler. Evler ateşe verildi, saraylarla resmi binalar tamamen soyuldu. Erkekler öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı, en kıymetsiz eşyalar, hattá köylülerin gömlekleri bile yağmalandı’ diye yazacaktı.
Binaların soyulup soğana çevrilmesinden sonra, sıra zamanın en büyük mábedi olan Ayasofya’ya geldi ve Ayasofya sadece yağmalanmakla kalmadı, tam bir rezalete sahne oldu. Askerler kiliseye katırlarla ve Fransız bir fahişeyle beraber girdiler. Katırlar yağmalanacak kutsal eşyalar, fahişe de içeride yapılacak álem içindi.
SÜTUNLARI KIRDILAR
Yağma, sadece birkaç dakika sürdü. İşe duvarlardaki kaplamalardan başlandı, Hazreti İsa’nın havarileriyle Hazreti Meryem’e ait olduğuna inanılan eşyalar, meselá İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanıldığı söylenen kutsal çivilerden biri ile peygamberin başına takılan dikenli taç, altın ve gümüş haçlar ve kıymetli madenlerden yapılmış ne varsa katırlara yüklendi. Kilisede bir taraflara saklanmış olan rahiplerin karınları deşilirken, rahibeler tecavüze uğradı. Talana yetişemeyen Katolik askerler ise Ayasofya’nın şifalı olduğu, böbrek ve göğüs ağrılarına iyi geldiği söylenen sütunlarından parçalar kopartmaya giriştiler. Yüklenen eşyaların ağırlığı altında hareket edemez hale gelip oldukları yere yıkılan katırlar da kılıçlarla parça parça edildi.
Kilisede ne var ne yok götürüldükten sonra, sıra eğlenceye geldi ve Papa’nın askerlerinin beraberindeki Fransız fahişe, Ortodoks Patriği’nin birkaç gün öncesine kadar vaaz verdiği kürsüye çıkıp açık saçık şarkılar okumaya ve müstehcen bir raksa başladı. Askerler, o sırada fıçılar dolusu şarabı içmekle meşguldüler. Bizanslı tarihçiler yağmadan ziyade bu saygısızlığa içerleyecekler ve bu tarihçilerden biri olan Niketas, daha sonra ‘Kudüs’teki Kutsal Mezar’ın intikamını almak bahanesi ile harekete geçenler altın ve gümüş uğruna haçın üzerinde tepinmekten çekinmediler’ diye yazacaktı.
İstanbul, bu yağmadan sonra Bizans’ın yerini alan ‘Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve şehrin üzerine çöken kábus tam 57 sene devam etti. Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog, İstanbul’u 1261’de geri aldığı zaman baştan aşağı yağmalanmış bir şehirle karşılaştı. Haçlılar herşeyi toparlayıp götürmüş, İtalya’da ve Fransa’da fahiş fiyatlarla satmışlardı.
ÇOĞU VATİKAN’DA
Yağmalanan eşyaların bir kısmı zaman içinde kaybolurken, bir kısmı da Vatikan’da ve diğer büyük dini merkezlerde koruma altına alındı. Hipodrom’daki heykeller, azizlerin kemikleri, Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan ve bugün Torino’da olan kefen ile Venedik’teki San Marko Meydanı’ndaki kilisede muhafaza edilen dört adet at heykeli de gidenler arasındaydı. Bizanslılar, 1204’teki bu feláketi hiç unutmayacaklar ve sonraki asırlardaki Türk ilerleyişi karşısında Katolik dünyasından yardım istemek yerine ‘Ayasofya’da kardinal küláhını görmektense, Müslüman sarığını tercih ederiz’ diyeceklerdi.
İşte, Vatikan’ın İstanbul temsilcisi olan aziz dostum Georges Marovitch’in ‘Ayasofya’da iki saniye diz çökmesi’ temennisinde bulunduğu Papa 16. Benedikt’in bundan sekiz asır önceki selefinin kutsadığı askerler, Ayasofya’da tarihlere geçen böyle bir rezalet yaratmışlardı. Ben bu yüzden, Papa’nın İstanbul’a geldiği takdirde Ayasofya’da birkaç saniye değil, birkaç saat diz çökmesinden ve Katolik askerlerin 1204’te işledikleri büyük günahın affı için dua etmesinden yanayım.
Karaköy’deki Korkutan pankartın hikáyesini bir de benden dinleyin
HAFTA içinde, Karaköy’deki PTT binasına asılan üzeri Arapça yazılı pankart, örgüt işi zannedildi. Daha sonra, ‘İstanbul Yaya Sergileri’ programı uyarınca asıldığı, yazıların Arapça değil eski Türkçe oldukları ve üzerlerinde ‘Gel keyfim gel’ ile ‘Bu da geçer Yáhu’ ifadelerinin yeraldığı anlaşıldı. Yazılar, 1940’lı senelerin en büyük hattatlarından olan Halim Özyazıcı ile İsmail Hakkı Altunbezer’in eserlerinin kopyalarıydı.
Hattın şimdi hayatta bulunmayan bu her iki üstadına da hayran olmama ve bazı eserlerine sahip bulunmama rağmen, artık pek kimselerin anlayamayacağı, üstelik geleneksel istif kurallarına da hiçbir şekilde uymayan böyle koskoca bir pankartın Karaköy Meydanı’na asılması bana pek bir garip geldi. ‘Tuhaf bir zevk, anlaşılmaz bir mantık’ diye düşündüm ama pankarttaki ifadelerden birinin, ‘Bu da geçer Yáhu’ sözünün az bilinen geçmişini anlatmak istedim.
Sözkonusu ifade, bin küsur seneden beri milletten millete, kültürden kültüre ve nesilden nesile devam edegelen ve üç ayrı dilde de kullanılmış olan folklorik bir tábirdir.
‘Bu da geçer Yáhu’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ mánásına gelen ‘K’afto ta perasi’ demektedirler. İbáre, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer ama Farsçalaşıp ‘İn niz beguzered’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘Bu da geçer’ yapılır. Derken, tekkelerde ve dergáhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ mánásına gelen bir ‘Yáhu’ iláve edilip ‘Bu da geçer Yáhu’ haline gelir.
Bu sayfadaki hat fotoğrafında, Bizans’tan itibaren várolan bu kavramın üç dilde birden ve ilk defa káğıda geçirilmiş hálini görüyorsunuz. Türk hat sanatının yaşayan en büyük üstádı kabul edilen Prof. Dr. Ali Alparslan’ın eseri olan hat levhasının üst kısmında Rumca ‘K’afto ta perasi’ sözü, bunun altındaki iki satırda da ‘İn niz beguzered’ ve ‘Bu da geçer Yáhu’ ifadeleri birbirlerinin içine geçmiş vaziyette yeralıyor.
Üstad Ali Bey’in son eserlerinden biri olan bu levha, hat kolleksiyonumun en nadir parçalarından birini teşkil ediyor.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2005
İzmir’in Konak İlçesi’nde iki bekár kadının yaşadığı bir evin hafta başında fuhuş yapıldığı iddiasıyla mahalle halkı tarafından taşlanması, bana önceki asırların mahalle baskınlarını hatırlattı. Türkiye’de bazı evler asırlar boyu basılmış, yakalananlar teşhir ve rezil edilmişler ama bu iş öyle taşlayarak yahut saldırarak değil usturuplu bir şekilde, kuralına uygun ve merasimi andıran biçimde yapılmıştı. Ama işin çığrından çıkması üzerine ev baskınları bundan yüz küsur sene önce İkinci Abdülhamid tarafından yasaklanmış ve mahallenin namusu zaptiyeye havale edilmişti. Bu sayfada yeralan iki asır önceki mahalle baskını çizimiyle İzmir’de hafta başında yaşanan ev taşlama hadisesinin fotoğrafını gördükten sonra, geçen asırda bile ayıp sayıp yasakladığımız bir işe 2005 yılında yeniden kalkışmamızın sebebini benim gibi sizin de merak edeceğinizden eminim.
İZMİR’in Konak İlçesi’nde iki bekár kadının yaşadığı bir ev, hafta başında fuhuş yapıldığı iddiasıyla mahalle halkı tarafından taşlandı.
Olup bitenleri gazetelerden okumuşsunuzdur ama kısaca hatırlatayım: Kadınlar kendilerini taşlayanların üzerine kül tablasından küçük televizyona kadar ellerine ne geçtiyse fırlattılar, derken iş karakolda ama garip bir şekilde neticelendi: Polis evi taşlayanları değil, taşlananları yani genç kadınları gözaltına aldı ve sonra serbest bıraktı. Taşlananlar da, taşlayanlar da şimdi birbirlerinden davacı...
Mahallenin namusunu kurtarmak maksadıyla ev basmak, aslında bizim eski ádetimizdi. Halk, içeride birşeyler olup bittiğinden şüphe ettiği evleri genelde ahláki kaygılarla ama bazan da kıskançlık dürtüsüyle asırlar boyunca basmış, uygunsuz vaziyette yakaladığı erkeklerle kadınları ibret-i álem için teşhir etmişti.
BASKININ, USULÜ VARDIR!
Ama, bu işin bir raconu vardı; ev öyle şimdi olduğu gibi taş yağmuruna tutulmaz, ádábıyla ve merasimle yapılırdı.
Mahalledeki evlerden birinde namusa mugayir işlerin çevrildiği farkedilirse gecenin çökmesi beklenir, baskını yapacak olanların başına imam efendi geçer ve zaptiyeyle mahalleliyi arkasına alıp eve girerdi. Çapkın arka pencereden veya odunluk kapısından kaçamayıp da yakayı ele verecek olursa giyinmesine bile izin verilmeden önünde ve arkasında teneke çala çala karakola götürülür, orada bir güzel falakaya yatırılır, kadın da İstanbul’dan çıkartılıp başka bir şehre yollanırdı ama şimdiki gibi evin taşlanması yahut harabe haline getirilmesi gibisinden tuhaflıklar sözkonu olmazdı.
Namus uğruna yapılan baskınlar asırlarca devam etti, suçüstü halde yakalananlar etrafa rezil edildiler ama rezil olanlar sadece onlar değildi, asılsız ihbarlarla ve şüphelerle evleri basılan namuslu ve masum kadınlar da artık bir daha kimselerin yüzüne bakamaz hále geldiler. ‘İnsanın bir kere adı çıkmayagörsün’ misáli, mahallelerini terketmeye, başka yerlere yerleşip izlerini kaybettirmeye mecbur kaldılar.
Mahalle baskınları zamanla namus yerine menfaat uğruna da yapılır hále gelince, 20. yüzyılın ilk senelerinde zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid ev basmayı yasakladı. Şehrin namusunun kontrolü zaptiye teşkilátına verildi ve ev basanlar da artık bastıkları evde yakalananlar gibi suçlu muamelesi görmeye başladılar. Abdülhamid’in getirdiği yasak, daha sonra iktidara gelen İttihad ve Terakki hükümetleri tarafından daha da şiddetli biçimde uygulandı ve bu şekilde 2000’li yıllara, hafta başında İzmir’de yaşanan ev taşlama hádisesine kadar pek bir vukuat olmadan gelindi.
HİÇBİRŞEY DEĞİŞMEMİŞ
İzmir’in Konak İlçesi’nde iki bekár kadının evinin taşlanması, bana Sultan Abdülhamid’in bundan yüz küsur sene önce getirdiği yasağa kadar yaşanan benzer baskınları, bu baskınlar hakkında çizilen resimlerle minyatürleri ve yazılan destanları hatırlattı.
Bu sayfada, bundan iki asır önceki mahalle baskınını gösteren bir çizimle hafta başında İzmir’de yaşanan ev taşlama hadisesinin fotoğrafını yanyana görüyorsunuz. Abdülhamid’in bundan yüz küsur sene önce ayıp sayıp yasakladığı bir işe 2005 yılında yeniden kalkışmamızın sebebi acaba ne ola ki?
Çapkının acemisini fena dolandırdılar
ABDÜLBÁKİ Fevzi Bey, 20 yüzyılın ilk çeyreğinde eserleri meraklılar arasında elden ele dolaşan bir hiciv şairiydi.
Aşağıda, Abdülbáki Fevzi Bey’in az bilinen bir şiirini yayınlıyorum. Şair, mısralarında sonu dolandırılmakla biten bir çapkınlık macerasını anlatıyor:
‘Versene bir buse (öpücük) dedim, sem (zehir) dedi / Öldürüyor her kime versem dedi / Olsa da sem (zehir) tálibiyim ben dedim / Söyle yavaş, duymasın álem dedi / Şurda evim gel bu gece bul beni / Beş numara dörde murakkam dedi / Şád olarak vakti sual eyledim / On ikiden gelme mukaddem (önce) dedi / Vekt-i muayyende (belirlenmiş saatte) alıp háneye / İşte safá eyleyecek dem (zaman) dedi / Hoş-beş edip buse (öpücük) falan vermeden / Vaslım (buluşmamız) için bir bedel elzem dedi / Attı alıp on liramı konsola / Esmelidir önce bu meltem dedi / Náz ederek soydu bütün cámemi (elbisemi) / Bizden ırak (uzak) gayrı bu şeb (gece) gam dedi / Aşkımızın zevkini sürmek için / Mey (şarap) de içip olmalı hurrem (neşelenmeli) dedi / Beş de onunçün suladık pangınot (banknot, káğıt para) / Cüzdanımın çıktı dibi tem (tamam) dedi / Tam o zaman etti biri dakk-ı báb (kapıyı vurdu) / Ah kocam, háin-i Rüstem dedi / Görse eğer lámı da yok, cimi de / Gittiğimiz doğru cehennem dedi / Bir kapıcık göstererek bahçeden / Haydi sıvış durma a sersem dedi’
Vermediğim demeçle kapak oldum!
İLBER Hoca (Ortaylı), Milliyet’teki köşesinde geçenlerde bir gazetenin muhabirine iyice verip veriştiriyordu.
Sebebi, bir telefon konuşmasındaki sözlerinin, muhabir tarafından özel demeç gibi yayınlanmasıydı.
Aynı ákıbete, bu hafta ben de uğradım: ‘Boxer’ adındaki erkek dergisinin son sayısında Atatürk’ün Fenerbahçeli olup olmadığı konusunda bir demecim yayınlandı. Konu üstelik ismimle beraber kapaktan da veriliyordu. Güya dergiye konuşmuş ve ‘Atatürk Fenerbahçeli değildi’ demiştim. Sözü hiç uzatmadan, kısaca söyleyeyim: Boxer dergisinin benimle yaptığını iddia ettiği röportaj yalandır, ben böyle bir demeç vermedim! Derginin beni bundan birkaç hafta önce telefonla arayan muhabiriyle kısaca konuştum, ‘Dergilere görüş bildirmek yahut mülákat vermek gibisinden işlere genellikle girmediğimi, üstelik spordan hiç anlamadığımı ve konuyu spor tarihiyle uğraşanlara danışması gerektiğini’ söyledim. Muhabirin ‘mülákat değil, fikir almak için’ sorduğunu söylediği Atatürk’ün Fenerbahçeli olup olmadığı yolundaki sorusuna da ‘Bilmiyorum ama, kulüpler üstü olduğunu tahmin ederim’ meálinde cevap verdim ve bu konuşma, benim ağzımdan demeç olarak, üstelik kapaktan yayınlandı!
Dergilerin künyelerindeki çarşaf gibi listelerde isimleri geçen yönetmen, editör, danışman vesáire gibi zevát, gazeteciliğin temeli olan muhabirliğin garip bir yarış uğruna bu hále getirilmesine göz yumdukları için ne kadar iftihar etseler, azdır!
Mahalleli evi sadece basmakla kalmaz, baskın için destan bile düzerdi
BASKINLAR, geçmiş asırlarda da gündemin ilk sıralarında yeralır ve destanlara kadar konu olurdu. Aşağıda bu manzumelerden biri, Beşiktaşlı Gedai’nin 19. asır sonlarında kaleme aldığı bir baskın destanı yeralıyor. Ben, ilk defa bundan yarım yüzyıl kadar önce Reşad Ekrem tarafından yayınlanan metinde geçen bazı eski kelimeleri vezni bozmadan bugünün diline aktardım.
‘Gezerken buldum ben bir taze civan
Peşine düştüm hem hayli bir zaman
Burnu henüz eğri, kaşları keman
Yüzyüze gelince yaktım abayı
*
Yár ile eyledik tenhada sohbet
Dedi sen bu gece gelirsin elbet
Dedim ey efendim cánıma minnet
Orda tarif kıldı semti, civárı
*
Yár ile uğradık bir tenha yola
Yan yana yürürdük kol sara sara
Dedi ‘Sakın bakma sen sağa sola’
Vara vara gittik Küçükpazar’a
*
‘Gördün mü efendim gördün mü evi
Kırmızı boyalı kafesi yeni
Saat üçe kadar gözlerim seni
Gayet çokça getir ol semenzárı’
*
Saat üçte çıktım elimde fener
Arkama düştü hem bir sürü nefer
Ádettir köşede söndürmek fener
Kapının önünde kıldım karárı
*
Bir fiske taşını attığım zaman
Kapıda beklermiş o sevdiğim can
Kapıyı açarak dedi: ‘Sus, aman’
Merdivenden çıktım pat pat yukarı
*
Beş on kadeh verdi ol gümüş bilek
Dedim keyfim tamam ey huyu melek
Şilteler açıldı kuştüyü döşek
Soymaya başladı ben áşığını
*
Yár ile ikimiz yatağa girdik
Safálar eyledik yüz yüze sürdük
Sonra ikimiz de muráda erdik
Cánım pek hoşlandı etmem inkárı
*
Yár ile bir müddet biz sürdük safá
Kanunda yazılı safáya cefá
Gece yarısında çıktı bir sadá
Sıçradım döşekten kalktım yukarı
*
Komşular çağrışır: ‘Hanife Hanım!’
Fatma kadın der ki: ‘Ayol, a canım!’
Gözümle gördüm ben yoktur yalanım
Bastı şamatayı o şirret karı
*
Gittikçe büyüdü gürültü aman
Saatime baktım olmuş altı tam
Ardında mahalle en önde imam
Neferler beráber hem subayları
*
İki üçü birden kapı çaldılar
Bütün cemáatle eve daldılar
Tavan arasında beni buldular
Dediler teslim ol yoktur zarárı
*
Yukardan aşağı çarşafı siyah
Görenler yárimi ettiler áh váh
Kimi mecnun oldu kimi de seyyáh
Koltuğum kabarır gördükçe yárı
*
Ağakapısı’ndan girdim içeri
Kollarımdan tuttu üç yeniçeri
Keçeyi serdiler ádet üzeri
Çıkardılar baştan hepsi küláhı
*
Yüreğime düştü bir çirkin acı
Yakamız eldedir nedir ilácı
Dediler zanparaya vurun kırbacı
Ben o zaman bildim bütün zarárı
*
İki çingen cellád geldi başıma
Kasdettiler benim şirin cánıma
Yalvardım yakardım girme kanıma
Emir böyle imiş yedim sopayı’
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
Hizbu’t-Tahrir örgütünün Fatih Camii’nde şeriat ve hiláfet sancakları açması, bana aynı mekánda bundan 382 sene önce yaşanmış benzer bir hadiseyi, hocaların 1623’te şeriat adına giriştikleri ayaklanmayı hatırlattı. Osmanlı Devleti, o zamanki şeriat ayaklanmasını isyancı hocaların üzerine asker sevkederek birkaç dakikada bastırmış ve çok sayıda isyancının cesedi ya láğımlara, yahut camiin etrafında alelácele kazılan kuyulara atılmıştı. Fatih’te şeriat bayrakları açanlar şeriatla idare edildiği söylenen Osmanlı zamanında böyle susturulurlarken, cumhuriyet polisinin aynı mekánda 382 sene sonra hiláfet yaygarası yapanlara müdahale etmeyişinin sırrını çözmek, artık size düşüyor.
HİZBU’T-Tahrir örgütü geçen hafta Fatih, önceki gün de Ankara’da Başbakan’ın cuma namazına gittiği Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde bayrak açıp şeriat ve hiláfet istedi.
Fatih’te olup bitenler, bana aynı mekánda bundan 382 sene önce yaşanmış benzer bir hadiseyi, hocaların 1623’te şeriat adına giriştikleri bir ayaklanmayı ama isyana kalkışanların láğımlara ve kuyulara atılmalarını hatırlattı.
382 sene öncesinin Hizbu’t-Tahrir’inin öyküsünü yazan ve Osmanlı tarihçiliğinin en seçkin isimlerinden olan Mustafa Naima Efendi, Fatih’teki şeriat ayaklanmasını eserinde bakın nasıl anlatmıştı:
Tahtta aklından zoru olan Birinci Mustafa, ‘sadaret’ yani başbakanlık makamında da Mere Hüseyin Paşa vardı. Herşey, sertliğiyle meşhur Mere Hüseyin Paşa’nın bir kadıya sopa çektirmesiyle başladı.
Dayak yiyen kadı seyyidlerden idi, yani Hazreti Muhammed’in soyundan geliyordu. Kapı kapı dolaştı, sadece başına gelenleri anlatmakla kalmadı, Mere Hüseyin Paşa’nın dinden çıktığını ve ‘káfir olduğunu’ söyledi.
’KANI HELÁL’ DEDİLER
Ulema, zaten aylardan beri huzursuzdu. Dayak yiyen kadı efendinin şikáyetini fırsat bilip homurdanarak Fatih Camii’nde toplandılar, başlarına yüksek bir dini makamdan emekli olan Yahya Efendi geçti ve Mere Hüseyin Paşa’nın dinden çıkıp küfre girdiği ve kanının akıtılmasının helál olduğu yolunda fetvalar yazıldı.
İsyan eden hocalar, daha sonra zamanın Şeyhülislám’ı Zekeriyazáde Yahya Efendi’yi camiye davet ettiler. Yahya Efendi gitmeyi reddedince evi taşa tutuldu ve bir ata bindirilip zorla isyanın merkezine, yani Fatih Camii’ne götürüldü ama bir yolunu bulup kaçtı ve Sadrazam Mere Hüseyin Paşa’nın yanına gitti. Paşa ise kurtuluşu askere sığınmakta buldu, yeniçeri kışlasına yerleşti ve Fatih Camii’nde bekleyen ama sayıları gittikçe artan isyancı hocalara da, isyana son vermelerini istemek üzere elçiler gönderdi.
Hocaların Sadrazam’ın gönderdiği elçileri ‘Bre, vurun!’ diye haykırıp tekme tokat dövmeleri üzerine işler daha da çığrından çıktı. Yeniçerilerin bir kısmı bir ara isyancıların tarafına geçer gibi olunca Mere Hüseyin Paşa kendisine bağlı askerlere müdahaleye hazır olmalarını emretti ve camiye son bir nasihatçi daha gönderdi.
İsyancı hocalar gelen bu elçinin de kafasını-gözünü yarıp camiden dışarı attılar. Sonra, Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin Efendi’nin camide muhafaza edilen sarığını çözüp ‘şeriat bayrağı’ niyetine caminin dışına astılar ve etraftaki tekkelerden toparladıkları diğer bayrakları da sarığın yanına dizdiler.
Hocaların artık söz dinlemez bir hále geldiklerini anlayan Sadrazam Mere Hüseyin Paşa yeniçerilerin camiyi isyancılardan temizlemelerini emretti. Ama genç askerlerin ‘Hoca efendilerimize nasıl el kaldıralım?’ diye tereddüt göstermeleri üzerine ‘Bre yürüyün! Bu herifler artık ulema değil, padişaha isyan eden birer ásidirler ve katledilmeyi de haketmişlerdir. İşte fetva! Yürüyün ve daha fazla iblislik etmelerinin önüne geçin’ diyerek askerleri ikna edip Fatih’e yolladı.
ÇOCUKLAR BİLE ALAY ETTİ
Camiyi çeviren askerler, isyancı hocaları önce nasihatle yola getirmeye çalıştılar. ‘Hakkınızda fetva var, dağılıp evlerinize gitmezseniz vallahi hepinizi telef ederiz’ diye uyardılar ama hocalardan ‘Bize siláh çekeceğiniz yere gelip yanımızda namaza durun’ karşılığı gelince daha fazla beklemediler ve palalarıyla satırlarını çekip ‘Bre, vurun!’ haykırışlarıyla içeriye daldılar.
Fatih Camii’nde o gün kan gövdeyi götürdü ve sadece isyancı hocalar değil, namaza gelmiş olan birçok kişi de öldürüldü. Yeniçeriler ölü sayısının infial yaratmasını önlemek için cesedlerin bir kısmını láğımlara, bir kısmını da caminin etrafında alelácele kazdıkları kuyulara attılar. Askerlerin elinden kurtulan hocalardan bazıları daha sonra idam edildi ve başta ayaklanmanın lideri Yahya Efendi olmak üzere çok sayıda yüksek dereceli hoca da imparatorluğun çeşitli yerlerine sürgüne gönderildi.
Ayaklanma sırasında devletin yanında olan ve isyancılara destek vermeyen halk, isyanın bastırılmasından sonra hocalarla her yerde alay etmeye başladı. Artık sokakta sarıklı bir hoca gördükleri zaman ‘Sancak dibine, sancak dibine’ diye bağırıyorlar, çocuklar gördükleri hemen her sarıklının peşinden koşuyorlardı.
Ama, isyanın bastırılması Sadrazam Mere Hüseyin Paşa için pek de iyi olmadı. Elde ettiği güce dayanarak idarede daha fazla baskı kurmaya çalışınca diğer paşaların tepkisiyle karşılaştı ve Fatih Camii’ndeki ayaklanmadan birkaç ay sonra, 1623’ün 30 Ağustos’unda sadrazamlıktan istifa etmek zorunda kaldı.
Fatih Camii’nde bundan 382 sene önce şeriat bayrağı açılması üzerine yaşananları o dönemin tarihçilerinden Halepli Mustafa Naima Efendi’nin ve diğer tarihçilerin yazdıklarından naklettim.
Şeriatla idare edildiği söylenen Osmanlı Devleti, Fatih’te şeriat bayrakları açanları 1623’te láğımlara ve kuyulara atarken, cumhuriyet polisinin aynı mekánda 382 sene sonra hiláfet yaygarası yapanlara müdahale etmeyişinin sırrını çözmek, artık size düşüyor.
Son Halife’den günümüzün hiláfet meraklılarına çağdaşlık dersleri
BİRİLERİNİN cami avlularında hiláfet konusunu gündeme getirdiklerini görünce, Son Halife Abdülmecid Efendi hakkında birşeyler yazmak istedim.
Sultan Abdüláziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi, İstanbul’da 1868’de doğdu; 1924’te Büyük Millet Meclisi tarafından hiláfet makamına getirildi, hiláfetin 1926 Mart’ında ilga edilmesi üzerine bütün Osmanlılarla beraber sürgüne gönderildi ve 1944’te Paris’te, sürgünde öldü.
Birkaç yabancı dil bilir, resimle ve batı müziğiyle uğraşır, modern Türk resminin ilk ustalarından sayılırdı ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kurucularındandı. Çamlıca’daki köşkü devrin entellektüellerinin uğrak yeri, hatta bir çeşit akademiydi. Besteleri batı formlarındaydı; konçertolar ve oda müziği eserleri yazar, bunları köşkünde kadınlardan oluşturduğu topluluklara çaldırır, Türkiye içinde ve dışında açılan resim sergilerine yağlıboya tablolarını gönderirdi. İstanbul’daki yabancı elçiliklerin raporlarında Abdülmecid Efendi’den bahsedilirken ‘fes giymediği zamanlarda iyi yetişmiş bir Fransız’ı andırıyor’ gibisinden ifadelere rastlanırdı.
Bu sayfada, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin iki ayrı resmini ve onun eseri olan ama az bilinen ‘Harem’ tablosunu görüyorsunuz. İlk fotoğraf, Abdülmecid Efendi’nin hiláfete getirilmesinden sonra Dolmabahçe Sarayı’nda çekilmiş. 1928 yılında Güney Fransa’nın Nice şehrinde alınmış olan diğer fotoğrafta da Abdülmecid Efendi’yi kızıyla ve torunlarıyla beraber görüyorsunuz. Halife’nin solunda kızı Dürrüşehvar Sultan; kucağında ve yanında torunları Neslişah, Hanzade ve Neclá Sultanlar var ve hepsi çağdaş giysiler içerisinde. Sonraki senelerde hiláfet makamına geçecek olan bir şehzadenin bu derece gerçekçi tablolar yapmış olması ise, onun dünya görüşüyle sanat anlayışını ifadeye gerek bırakmadan zaten aksettiriyor.
‘Son’ ve ‘gerçek’ Halife’nin fotoğraflarıyla yaptığı tabloyu gördükten sonra, Fatih Camii’nde hiláfet bayrağı açan zevátın yine bu sayfadaki görüntüleriyle bir zahmet karşılaştırıverin. Bu mukayese, aynı zamanda bir imparatorluğun İslám’ı anlayışı ile ‘köy İslam’ı’nın sosyolojik bakımdan da bir karşılaştırması olacaktır.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2005
Keyifli anlarımızda siláhımızı çekip mermileri havaya boşaltmak eski ve son derece zararlı bir ádetimizdir. Bu iş eski devirlerde de çığrından çıkmış, keyif maksadıyla ateşlenen siláhlar çok sayıda can almaya başlayınca, Sultan Abdülmecid’in sadrazamı Áli Paşa 1856’da bütün viláyetlere bir emirnáme göndermiş, düğünlerde siláh atılmasının yasaklandığını duyurmuştu. Paşa, kazaen de olsa bu şekilde ölüme sebep olanların katil muamelesi göreceklerini ihtar etmiş ama yasağa hiç kimse kulak asmamış, üstelik İstanbul’u bir de havai fişek merakı sarmıştı.
TÜRKİYE, haftalardan buyana onlarca masumun canını alan siláhlı magandaları tartışıyor. Düğünlerde yahut keyfe geldiğimiz anlarda, meselá taraftarı olduğumuz takımın maçının galibiyetle bitmesinden sonra bile siláhlarımızı ateşleyerek eğlenmek, bizde geleneksel bir hastalıktır.
Bu kötü alışkanlığımız eski zamanlarda da mevcuttu, hatta siláh atmak yalnız biz Türkler’in değil, Osmanlı teb’ası olan Hristiyanlar’ın da merakıydı. Eğlenceler sırasında aşka gelip ateşlenen siláhlar yüzünden eski asırlarda da çeşitli kazalar yaşanmış, hattá 1856’da, Sultan Abdülmecid tahtta bulunduğu sırada zamanın sadrazamı Áli Paşa, bir emirnáme ile düğünlerde ateş edilmesini yasaklamıştı.
Paşa, emirnámesinde ‘siláh atmalar can kayıplarına yol açtığı için, bu iş bugünden itibaren kesinlikle yasaklanmıştır. Aksine hareket edip kazaen de olsa ölüme sebebiyet verenlere katil muamelesi yapılacak ve ona göre cezalandırılacaklardır’ diyordu.
Ama o devrin magandaları, sarayın ve hükümetin hiçbir uyarısına kulak asmadılar, sevincimizi siláhla gösterme merakımız sonraki senelerde, hattá İkinci Abdülhamid’in en sıkı idaresi zamanında bile devam etti ve neticede çok canlar yandı.
Bu sayfadaki kutularda, bundan 100 küsur sene önce İstanbul gazetelerinde siláhlı magandalar hakkında çıkmış olan iki yazıyı okuyacak ve hiçbirşeyin değişmemiş olduğunu göreceksiniz.
Düğünlerde ateş açıp çocuk öldürmek, eski ádetimizdir
SADRAZAM Áli Paşa’nın düğünlerde ve eğlencelerde siláh kullanılmaması için 1856’da yayınladığı emirnáme senelerce yürürlükte kalmış ama zamanın magandaları uyarılara hiçbir şekilde kulak asmamışlardı.
Dolayısıyla, bugün yaşanan faciaların benzerleri o günlerde de meydana gelmiş ve İkinci Abdülhamid’in tahtta bulunduğu sırada, 1903 Ekim’inde, Balkanlar’daki bir köyde yapılan düğün sırasında etrafa açılan ateşler yüzünden bir çocuk canından olmuş, bir başka çocuk da yaralanmıştı.
5 Kasım 1903 tarihli ‘Sabah’ gazetesi, olayı şöyle anlatıyordu:
‘Düğünlerde müsriflik yapmak, aileler üzerine külfet yüklemek ve siláh atmak gibi zararlı ádetler hükümet tarafından öteden beri yasaklanmıştı.
Emirlere ve yasaklara uymak vatandaşlık gereğidir ve kurallara riayet edilmesi de, halkın yararınadır.
Hükümet, halk için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilerek çeşitli kanun ve nizamlar çıkartır. Halkın yapması gereken iş, bunlara harfiyen riayet etmektir. Düğünlerde siláh atmanın yasaklanması da böyledir ve insanların bir takım kazalardan korunması maksadıyladır. Böylece, bir taraftan sevinç ve neşe içinde eğlenen halkın diğer taraftan bir facia ve üzüntü yaşanmasının önüne geçilmesine çalışılmıştır.
Fakat maalesef, ötede-beride iyiyi ve kötüyü anlayacak kadar fikir sahibi olmayan bazı cahiller hükümetin bu faydalı tebliğinden istifade etmiyor. Düğün vesilesi ile bütün háne halkı, akrabalar ve ahbaplar şen, şakrak ve neşe içinde bulundukları sırada cahilce bir hareket düğün evini büyük bir kedere sevkedebiliyor. Gerçi bu yasağa aykırı hareket edenler sonunda cezalarını buluyorlarsa da, örneğine çok sık rastlanan bu hadiseler neticesinde insanlar üzülüyor ve zarar görüyor.
Gazetemize gelen son bir haber bu uyarılarımızın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Buruve köyünde Tanaş Ligor adındaki kişi, Yosif Petro’nun kızı ile evlenecekti ve geçtiğimiz ay Yosif Petro’nun evinde düğün merasimi düzenlendi. Gelin, güvey, akraba ve ahbaplar Petro’nun evinde eğleniyordu. Bu sırada davetlilerden olan Kirman köyünden Ligor Filip ve Hıristo Pandeli, evin penceresinden dışarıya siláh atmaya başladılar. Maksadları sevinçlerini göstermekten ibaretti ama insanın teşebbüs ettiği işler makul ölçülerde ve insanlığa yakışacak surette olmadığı takdirde, aksi bir netice alınacağı da tabii idi.
Bu iki cahil adamın attıkları siláhlardan çıkan kurşunlardan biri, düğün evinin karşısında bulunan evdeki yedi yaşındaki masum bir kızın mini mini başını parçaladı ve ölümüne sebep oldu. Diğer bir kurşun da iki yaşındaki bir erkek çocuğu elinden yaraladı.
Şimdi şu hale bakın! Küçücük iki yavrudan biri ölüyor, diğeri yaralanıyor. Neş’e içindeki düğün evi bir anda mateme bürünüyor, kimsede sevinçten eser kalmıyor. Düğün sahiplerinin mutluluğuna iştirak etmek için gelmiş olan iki kişinin, herkesin neş’esini kaçırdıktan sonra hapishaneye girmeleri de ne acıklı bir durum!
Hükümet, bu olaydan sonra, düğünlerde siláh atılmasının yasak olduğunu viláyetlere yeniden tebliğ etti. Halkın artık yasaklara uymasını ve bu kötü alışkanlıktan vazgeçerek benzer facialara sebep olmamalarını ümüd ediyoruz.’
Siláhtan kurtulduğuna şükredenler bu defa havai fişeğe yakalandılar
ADI yayınladığı ‘Basiret’ gazetesi ile beraber anılan ‘Basiretçi’ Ali Efendi, Türk basınının öncülerindendi. 1838’de İstanbul’da doğdu, hayata 1880’lerde veda etti.
Ali Efendi, gazetesinde İstanbul’un dertlerini ve sıkıntılarını hiç durmadan dile getirir ve zamanın yetkililerinin sözünü ettiği sıkıntılara bir çözüm bulmasını isterdi. 1870’li yıllarda kaleme aldığı bir yazısında, eğlenme maksadıyla siláhın yanısıra havai fişeklerin de atılmaya başlanmış olmasından şikáyet ediyor ve ‘Bu işe máni olun’ diyordu.
İşte, Basiretçi Ali Efendi’nin ‘Tabancadan kurtulalım derken, başımıza şimdi de havai fişek derdi çıktı’ dediği yazısı:
‘İstanbul’da evlerde ve mahalle aralarında tüfek ve tabanca atmak yasaktır ve bu yasağın sebebi, bir kaza yaşanmaması içindir.
Yasaklara uyulması sayesinde, birçok kazalar, meydana gelmelerinden önce önlenebilecektir. Dolayısıyla, yasaların ve kuralların aksine hareket edenlerin gelişmelerden sorumlu tutulmaları halinde istenen sonuç elde edilebilecek demektir.
Bu yasakların uygulanması sayesinde, son zamanlarda İstanbul halkının siláh merakı ve evlerde ve sokaklarda tabanca atılması olayları son derece azaldı. Ama buna karşılık, verdiği zarar siláhla eşdeğer olan fişeklerin imáli ve patlatılması da giderek arttı. Özellikle Ramazan gecelerinde Ayasofya ile Aksaray arasında, Şehzadebaşı Caddesi’nde ve Divanyolu’nda hiç durmadan havai fişekler patlatılıyor.
Fişeklerin getireceği zararları anlatmaya gerek bulunmuyor ama yangın çıkması, atların ürküp arabaları devirmeleri, kadınlarla küçük çocukların korkuya kapılmaları ve hamile kadınların çocuklarını düşürmeleri gibisinden ihtimallerin de gözardı edilmemesi gerekiyor. Zira, şimdiye kadar bu gibi kazalar defalarca yaşandı.
Patlayıcı maddelerin sadece belirli zamanlarda ve belirli yerlerde atılmaları ve evlerle sokak aralarında ateşlenmemeleri için gerekli tedbirlerin ácilen alınması lázımdır.’
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2005
Káşgarlı Mahmud ile büyük eseri ‘Diván-ı Lügati’t-Türk’ü duymayanımız hemen hemen yok gibidir ama işitmemiş olanlar için kısaca söyleyeyim: Káşgarlı Mahmud bilinen ilk Türk dilcisi, ‘Diván-ı Lügati’t-Türk’ de onun bundan tam 930 yıl önce Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ispat maksadıyla kaleme aldığı ilk Türkçe sözlüktür. Dünyada tek nüsha olan, Fatih’teki Millet Kütüphanesi’nde muhafaza edilen ve kültürümüz bakımından son derece önem taşıyan ama kütüphane binasının
17 Ağustos depremiyle tahrip olmasından sonra diğer elyazması kitaplarla beraber sandıklarda saklanan bu eser, Suna ve İnan Kıraç sayesinde artık kıyamete kadar emniyet altında olacak. ‘Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın Millet Kütüphanesi’nin eski haline gelmesi maksadıyla sağladıkları yüzbinlerce dolarlık maddi destekle, başta ‘Diván-ı Lügati’t-Türk’ olmak üzere bu kütüphanede bulunan binlerce eser dijital ortama aktarılıyor ve onbinlerce kayıt fişi de yeniden elden geçiriliyor.
TÜRKİYE’de, adı ilkokul sıralarından itibaren öğretilen bir yazar ve o yazarın kendisi kadar meşhur bir de kitabı vardır: Káşgarlı Mahmud ve ‘Diván-ı Lügati’t-Türk’.
Káşgarlı Mahmud’un ismini mutlaka işitmişizdir ama eserinin hangi konuda olduğunu pek bilmeyiz, onun için kısaca söyleyeyim:
Diván-ı Lügati’t-Türk, Türkçe’nin en eski sözlüğüdür ve tam 930 yaşındadır. Káşgarlı Mahmud tarafından, Bağdat’ta hüküm süren Abbasi Halifesi Muhtedi Billáh’a Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ispat maksadıyla yazılmıştır. Yazılışı iki sene sürmüştür ve içerisinde sözlükle dil bahislerinin yanısıra Türkler’in o dönemdeki tarihi, edebiyatı, folklorü, coğrafyası, destanları ve efsaneleri hakkında çok kıymetli bilgiler vardır.
Káşgarlı Mahmud’un, Türk dili ve tarihi konusunda ilk ve en temel kaynak olarak kabul edilen bu eseri, 1910’lu yıllarda Ali Emiri Efendi adında çok önemli bir kitap meraklısı tarafından tesadüfen bulunmuş ve yine Ali Emiri’nin bizzat kurup devlete hibe ettiği bir kütüphanede muhafaza altına alınmıştı. Bina, İstanbul’un Fatih semtindeydi ve adı sonraki senelerde ‘Millet Kütüphanesi’ yapıldı. Káşgarlı Mahmud’la ve eseriyle ilgili gelişme, işte bu kütüphanede yaşandı.
Millet Kütüphanesi’nde muhafaza edilen önemli eserler arasında daha başka elyazmaları da vardı. Meselá 14. yüzyıldan kalma ‘Cerrahiyetü’l-İlhániyye’ isimli tıp kitabı, 15. asır Türk şairlerinin biyografilerinden bahseden ve içerisinde şairlerin minyatürlerinin de yeraldığı ‘Áşık Çelebi Tezkiresi’ ile Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘Divan’ının en önemli nüshası da bu kütüphanedeydi. Daha çok sayıda elyazmasının yanısıra onbinlerce nadir baskı kitaplar da aynı yerde saklanıyordu.
Ama, 1999’un 17 Ağustos’unda meydana gelen onbinlerce cana ve binaya málolan deprem, Millet Kütüphanesi’ni de vurdu. Kolilere doldurulan kitaplar hasar gören binadan alınıp Bayezid’deki genel kitaplığa taşındılar ve iki sene boyunca kapalı kaldılar.
Ali Emiri Efendi’nin kitapları, Melek Gençboyacı adında bir hanımın, kütüphanenin müdireliğine tayin edilmesiyle yeniden hayat buldu. Teker teker elden geçirilmelerinden sonra, okuyucuya yeniden çıkartılmalarına başlandı. Fakat yapılması gereken çok önemli bir başka iş daha vardı: Deprem yüzünden herşeyi birbirine giren kütüphanede rutubete maruz kalan ve kayıt fişleri karmakarışık olan yazmaların kalıcı bir şekilde muhafazası ve sonraki nesillere de kalabilmeleri için gereken tedbirlerin alınması... Bu işe büyük para gerekiyordu, zira onbinlerce elyazmasının dijital ortama alınması, yani CD’lere kaydedilmesi, binlerce bibliyografik künyenin teker teker elden geçirilmesi ve kütüphaneye bir ‘makine parkı’ yani bilgisayar merkezi kurulması lázımdı.
Káşgarlı Mahmud’un dünya üzerinde tek nüsha olan eserinin saklandığı kütüphaneye yüzbinlerce dolar tutan desteği, Suna ve İnan Kıraç’ın kurmuş oldukları vakıf, ‘Suna ve İnan Kıraç Vakfı’ üstlendi. Millet Kütüphanesi’nin müdiresi Melek Gençboyacı ile Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın Yönetim Kurulu Üyesi Ümit Taftalı ve vakfın Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü Özalp Birol arasında yapılan protokol uyarınca, öncelikle kütüphanede bulunan 8 bin elyazması eserin yanısıra 30 bin tesbit fişi ile 10 bin civarındaki bibliyografik künyenin dijital ortama alınması konusunda anlaşmaya varıldı. Vakfın Millet Kütüphanesi’ne sağladığı teknik donanım vasıtasıyla CD’lere aktarılan ilk eser, Káşgarlı Mahmud’un Diván-ı Lügati’t-Türk’ü oldu.
Bu yazıyı yazmadan önce görüştüğün Özalp Birol, Suna ve İnanç Kıraç Vakfı tarafından kurulmakta olan ‘İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ ile Millet Kütüphanesi arasında bir ‘kardeşlik ortamı’ yaratmak istediklerini ve protokolün ilk aşamasının tamamlanmasından sonra daha yoğun bir işbirliğine gireceklerini anlattı.
Başta Diván-ı Lügati’t-Türk olmak üzere, binlerce elyazması Suna Hanım ve eşi İnan Bey sayesinde artık kıyamete kadar kalacak ve gelecek nesillere ışık saçmaya devam edecekler. Ben, Káşgarlı Mahmud’un şimdi bulunduğu çok uzak álemden Suna Hanım ile İnan Bey’e şükranlarını gönderdiğine eminim.
Bu kütüphanenin, dünyada bir eşi daha yoktur
ALİ Emiri Efendi, Türk tarihinin en meşhur kitap meraklısıydı. 1857’de Diyarbakır’da doğdu, 23 Ocak 1924’te İstanbul’da öldü. Çoğu tek nüsha olan yani başka örneği bulunmayan binlerce elyazması kitap toplamıştı ve Káşgarlı Mahmud’un 30 altına satın aldığı Divan-ı Lügati’t-Türk’ü de, yokolmaktan kurtardığı eserlerden biriydi.
1908’de kitaplarını devlete bağışlamaya karar verdi ve Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi, Ali Emiri Efendi’ye tahsis edildi. Böylece, sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın en zengin özel kütüphanelerinden birini kurdu, eserinin başına geçti ve 1924’teki ölümüne kadar, kendi eseri olan bu kütüphaneyi idare etti.
Kütüphane, Ali Emiri’nin 1924’teki vefatından sonra ‘Millet Kütüphanesi’ adını aldı ve ilim dünyasına uzun seneler hizmet verdi. Derken 17 Ağustos depremi geldi, bina hasar gördü ve kitaplar Bayezid Kütüphanesi’ne taşındı ama iki yıl boyunca sandıklarda kaldılar.
Ali Emiri’nin kolleksiyonu, Melek Gençboyacı’nın kütüphanenin müdireliğine tayin edilmesinden sonra yeniden araştırmacıların hizmetine sunuldu. Melek Hanım, önce tam 34 bin cild kitabın sayımını yaptı, sonra Millet Kütüphanesi’nin depremden sonra dört bir yana gönderilmiş olan personelini eski vazifelerine tayin ettirdi. Kültür Bakanlığı’ndan Fatih’teki binanın tamiri için ödenek almayı başardı, restorasyon çalışmalarına girerken, Bayezid’deki geçici binada okuyucuya hizmet vermeye başladı. Bütün bu faaliyet arasında da, Suna ve İnan Kıraç Vakfı ile birlikte Millet Kütüphanesi’nin elyazmalarını dijital ortama almaya başlayarak zamanla harabolmaktan kurtardı.
Türkiye’deki bazı kütüphanecilerin, Millet Kütüphanesi’ni yeniden hayata kavuşturan Melek Hanım’dan öğrenmeleri gereken çok şey var!
Cinleri ve kütüphanecileri rahat bırakın beyler! Büyü kitaplarını göremezsiniz
ÖNCEKİ hafta başında üç gün boyunca yayınladığım ‘Kasalarda Saklanan Gizli Büyü Kitapları’ başlıklı dizi bir hayli ilgi gördü.
Dizide bundan asırlarca önce yazılmış olan, şu anda elyazması kütüphanelerinde saklanan ama cin, büyü, muska vesaire gibi konulara hastalık derecesinde meraklı olanların işi saplantıdan da öte bir aşamaya götürmelerinin önüne geçebilmek maksadıyla sıradan okuyucuya çıkartılmayan ve sadece özel izin almış araştırmacılara gösterilen eserlerden alıntılar yapıyordum.
Yayından sonra, özellikle İstanbul’daki Sahaflar Çarşısı’nda, büyü kitaplarının satışında bir patlama olduğunu öğrendim. Ama daha da önemlisi, İstanbul’daki elyazması kitaplıklarında yaşanan akındı. Kütüphanelere gelen cin ve büyü meraklıları, okuyucuya çıkartılmayan elyazmalarını arıyorlardı.
Kapı kapı dolaşarak bu elyazmalarına ulaşmak isteyenlere küçük bir hatırlatma yapayım: Hiç aramayın, boş yere zahmete girmeyin beyler, málum kitapları göremezsiniz; hattá görmeyi bir yana bırakın, kayıt fişlerine bile ulaşamazsınız! Asırlardan buyana saklanan bu eserler málum niyetlerle merak edenlere gösterilmezler ve saklanmalarının sebebi de budur!
Beni ‘cinci’ zanneden ve dizinin ilk gününden itibaren e-mail gönderen ve benden ‘cin yardımı’ isteyen yüzlerce okuyucuların talepleri karşısında ise söyleyecek bir söz bulamıyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2005
Ankara’da ismini taşıyan sokağın adının değiştirilmesi girişimiyle 80 küsur sene sonra yeniden gündeme gelen Abdullah Cevdet hakkında son günlerde çok şeyler yazılıp söylendi ama onunla ve basın tarihimizle ilgili önemli bir ayrıntı her nedense unutuldu: Abdullah Cevdet, Hollandalı şarkiyat álimi Reinhart Dozy’nin İslám Tarihi’ni konu alan ve o devrin ‘Şeytani Ayetler’i gibi olan kitabını 1910’da Türkçe’ye tercüme edip yayınlamıştı. Bu yayın büyük tartışmalar yaratmış ve zamanın hükümeti kitabı yasaklamanın yanısıra satılmayan nüshaların da Galata Köprüsü’nden denize atılmasına karar vermiş ve onbinlerce sayfa Marmara’nın dibini boylamıştı. Hayatı şanssızlıklarla ve dalgalanmalarla dolu olan Abdullah Cevdet’in fikirlerine karşı çıkabiliriz ama onun düşünce fakiri olduğumuz yıllarda fikir hayatımıza yaptığı katkıları bir yana atarak ismini sokaklardan silmeye hakkımız yoktur.
TOPLUM olarak zayıf bir hafızaya sahibiz, yakın geçmişte, meselá birkaç sene önce yaşadıklarımızı bile hemen unutuyoruz, dolayısıyla bundan elli yahut yüz sene öncesinin önemli hadiselerini sanki bizimle alákaları yokmuş gibi algılıyoruz ve neticede birkaç asır önceki tarihimiz de bizlere artık efsane gibi geliyor.
Ankara’da Oğuz Dişli’nin Hürriyet’teki haberiyle başlayan ve günlerdir devam eden sokak adlarının değiştirilmesi tartışması, bence işte bu yüzden tek bir işe, Türkiye’yi fikirleriyle bir zamanlar bir hayli etkilemiş olan Dr. Abdullah Cevdet’in adını yeniden hatırlamamıza yaradı.
1869 ile 1932 yılları arasında yaşayan Abdullah Cevdet’in hayat hikáyesi hakkında ayrıntılı bilgi vermem gereksiz, zira Ankara’da tartışma sırasında Abdullah Cevdet’in hayatıyla ilgili hemen her türlü ayrıntı, gazetelerde geniş şekilde yeraldı.
Ama, bu yayınlar sırasında hem Abdullah Cevdet ile, hem de basın tarihimizle ilgili çok önemli bir detay gözardı edildi: Kitaplarından birinin mahkeme kararıyla ilginç bir şekilde imha edilmesi, Galata Köprüsü’nden denize atılması konusu...
‘ŞEYTANİ AYETLER’ GİBİ
Basın tarihimizde başka bir örneği olmayan bu imha meselesi, şöyle yaşanmıştı:
O devrin önde gelen şarkiyatçılarından olan Hollandalı álim Reinhart Pieter Anne Dozy, ‘İslámcılık Tarihi Üzerine Denemeler’ isimli bir kitap yazmış, kitaptan Hazreti Muhammed hakkında ortaya attığı bazı iddialar üzerine İslam dünyasında büyük tartışmalar başlamıştı. O yıllarda Mısır’da yaşayan Abdullah Cevdet, bir yerde o devrin ‘Şeytani Ayetler’i olan kitabı oturup Türkçe’ye çevirdi ve ‘Tarih-i İslamiyet’ adıyla İstanbul’da bastırdı.
Asıl kıyamet, işte bu yayından sonra koptu. Abdullah Cevdet’in kitaba ‘İfade-i mütercim’ başlığı altında yazdığı giriş yazısındaki bazı sözleri, İstanbul’daki dini çevreleri ayağa kaldırdı. Abdullah Cevdet ‘Dozy’nin söyledikleri doğrudur ve onun Müslüman olmaması bu idiaların hakikati aksettirmesini etkilemez’ diyor, üstelik ‘Böyle bir álimi Müslüman kabul etmemiz gerekir’ diye yazıyor; dini çevreler ise bu söylediklerine veryansın ediyorlardı.
Yayından hemen sonra, şeyhülislámlığa ardarda şikáyetler yapıldı. Kitabın hem yasaklanması, hem de satılmayan nüshalarının ‘ibret alınacak bir şekilde imha edilmesi’ isteniyordu.
Tartışmalar daha da artınca, o günlerde iktidarda bulunan İbrahim Hakkı Paşa kabinesi de işin içine girmek zorunda kaldı ve hükümet 1910’un 17 Şubat’ında aldığı bir kararla Abdullah Cevdet’in tercümesini hem yasakladı, yasaklamakla da kalmadı, kitabın elde kalan nüshalarının ‘Galata Köprüsü’nden denize atılarak imha edilmesine’ karar verdi. Karar hemen tatbik edildi ve onbinlerce sayfa, köprünün üzerinde yaşanan bir edebi linç ortamında parça parça edilip denize savruldu.
SEVME AMA SAYGI GÖSTER!
Sözün kısası: Abdullah Cevdet her an bir başka görüşü savunabilen ve yaşadığı bu değişiklikleri ‘tekámül ettiği’ şeklinde izah eden, hemen herkesi kıran, dolayısıyla hiçbir tarafa yaranamayan gayet enteresan bir kişiliğe sahipti ama onun bu tutarsızlıklarının yanında, çok daha başka bir özelliği vardı: Son dönem Osmanlı Tarihi’nin önde gelen entellektüellerinden biriydi ve 20. yüzyılın ilk yıllarında Türk düşünce tarihini derinden etkilemiş ve o zamanın okumuş çevresine birçok şeyler öğretmişti, yani düşünce tarihimiz bakımından son derece önemli bir isimdi. Sahibi ve yayıncısı olduğu ‘İctihad’ mecmuasını 28 sene boyunca 358 sayı yayınlamıştı ve İctihad, ‘Türkiye’nin en uzun ömürlü düşünce dergisi’ olma unvanını hálá elinde bulunduruyor, biz ise hoşlanmasak bile ismini bir hatıra olarak muhafaza etmemiz gereken Abdullah Cevdet’in adını sokak levhalarından bile kazımaya çalışıyoruz!
Ama, bütün bu hay-huy içerisinde beni en fazla şaşırtan hususun, Türk Tarih Kurumu’nun Başkanı ve seçkin bir tarihçi olan Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun, málum sokaktan Abdulllah Cevdet’in adının silinip yerine kendi isminin verilmesi taklifine sıcak bakması olduğunu da söylemeden edemeyeceğim.
GÜNÜMÜZÜN YAYINCILARI, BU MEKTUPTAN DERS ALMALILAR
‘TANİN’ Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı olan Hüseyin Cahid Yalçın, basın tarihimizin en önemli isimlerindendi. 1875 ile 1957 seneleri arasında yaşadı, siyasetin hep içinde bulundu, sivri kalemi yüzünden defalarca yargılandı, idamdan döndü, hattá Demokrat Parti döneminde 80 küsur yaşındayken bile cezaevine girdi.
Gazeteciliğinin yanısıra edebiyatçı ve önemli bir yayıncıydı ve 1920’lerden itibaren Avrupa’nın düşünce alanında önde gelen eserlerini tek başına Türkçe’ye tercüme edip ‘Oğlumun Kütüphanesi’ isimli bir seri halinde yayınlamaya başladı. ‘Oğlumun Kütüphanesi’, o dönemin Türk düşünce tarihinde Batı ile tanışmanın öncüsü olacaktı.
Aşağıda, Abdullah Cevdet’in 22 Haziran 1923 günü Heybeliada’da ‘İçtihad’ antetli kağıda yazıp Hüseyin Cahid Yalçın’a gönderdiği ve şimdi bende bulunan bir mektubunu, dilini günümüzün Türkçesi’ne naklederek yayınlıyorum. Son günlerde ‘Memleket düşmanıydı’ yahut ‘Türklüğe hakaret etmişti’ gibisinden iddialarla suçladığımız Abdullah Cevdet, Tanin Gazetesi’nde ‘Oğlumun Kütüphanesi’ serisi hakkında okuduğu bir duyuru üzerine kaleme aldığı mektubunda Türkiye’nin entellektüel seviyesini yükseltecek girişimlerin kendisini ne kadar sevindirdiğini bakın nasıl anlatıyor:
‘Muazzez Hüseyin Cahid Beyefendi,
Dünkü ‘Tanin’de ‘Oğlumun Kütüphanesi’, bendenizde son onbeş sene zarfında milli ve vatani hadiselerin en mühimi ve en devam edecek gibi olanı göründü ve böyle olduğuna kat’iyyen eminim. Tam ve hális bir samimiyetle sizi umumi irfan adına tebrik ederim. Bu kitapların kaleminiz gibi emin bir kalemle lisanımıza tercüme edilmiş olduğunu öğrenmek beni ne kadar sevindirdi, bunu kimse tahmin edemez. Kuvvetli ve güvenilir merciler tarafından tercüme edilmiş düşünce eserleriyle sosyal kitaplara olan ihtiyacımızı benim hissettiğim kadar hisseden azdır.
Eğer ‘İçtihad’ aboneleri olan Anadolu kitapçılarından aldığım mektuplarda ‘Sizin seçimlerinizden eminim ve talih ile irfánı tamamen size bırakarak şu kadar lira takdim ettim. Bu para ile güzel gördüğünüz kitaplardan alıp göndermenizi rica ederim’ denilir. Ben, şaşırır kalırım. Dört kitap bulamam ki ne düşünce sahasında güvenilir bir kalemle lisanımıza nakledilmiş olsun. Bu asrın, áciz fikrimce en mühim ve klasik bir kitabı lisanımıza tercüme edilirken ‘Les moments critique dans l’Histoire’ kelimeleri ‘tarihte ezmine-i tenkidiye’ kelimeleriyle tercüme olunmuştu. ‘Guerre de Secession’, genç bir tarihçimiz tarafından ‘Veraset muharebesi’ kelimeleri ile tercüme edilip basılmıştır. Böyle tercümelerin olmaması, olmasından bin kere daha iyidir.
Tercümeleriniz arasında ‘İngiliz Edebiyatı Tarihi’, iki cild gösterilmiş. Aslı beş cild olduğundan, bende ‘Acaba kısaltıldı mı?’ endişesi hásıl oldu.
Eseriniz olan bu büyük hadise kadar beni alákadar eden hiçbir şey, son on beş sene zarfında -tekrar ediyorum- yoktu!
Sizinle rahatça görüşebilmek, bu konularda sohbet etmek için bir saat kadar serbest zamanınızın bulunduğu günleri bilmek isterdim. Sağlık durumum beni yaz mevsimlerinde Heybeliada’da oturmaya mecbur tuttuğundan, İstanbul’da yalnız çarşamba günleri öğleden sonra bulunuyorum.
Pek heyecanlı tebrik ve takdirimi bu vesileyle yazılı olarak arzettim. ‘Tanin’ son defa tekrar yayınlanmaya başladıktan sonra, Türkiye’nin en iyi gazetesi oldu. Bundan dolayı da size olan muhabbet ve dostluk hislerim artmıştır. Muhabbet yolunun husumet yolundan daha kısa, daha emin ve her halde daha yüksek olduğu kanaati bu düşüncenin asıl temelidir fikrindeyim. Size saadet ve vicdáni áfiyet temennilerimi gönderiyorum aziz Hüseyin Cahid Beyefendi kardeşimiz.
Abdullah Cevdet’
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2005
Hanımlarımız güzelleşmek uğruna bıçak altına yatmakla yahut rejim veya spor gibi yorgunluklara katlanmakla boş yere uğraşıp gereksiz yere eziyet çekiyorlar, zira kütüphanelerin kasalarında saklanan ve okuyuculara çıkartılmayan eski elyazması eserlerde eşsiz güzelliğin sırrı da yazılı: Tamahabniyayil isimli cin... Günlerden bu yana hangisinin daha hoş olduğunu tartıştığımız Siren Ertan ile Ceyla Gölcüklü bile, Tamahabniyayil’e ulaşmaya yarayan tılsımları ve duaları elde edip cinle temas kurabilen hanımların yanında sıradan birer güzel olarak kalırlar!
Türkiye’de günlerden buyana bir ‘güzellik tartışması’ yaşanıyor ve Siren Ertan’ın mı, yoksa Ceyla Gölcüklü’nün mü daha güzel olduğu konuşuluyor.
Eski zamanlardan kalan ve bugün kütüphanelerin kasalarında saklanan ‘öteki dünya’ konularında kaleme alınmış kitaplara bakarsanız, bu tartışmalar son derece gereksiz; zira hemen her kadının güzel görünüp herkes tarafından beğenilmesi mümkün ve bu işin de bir cini var: Tamahabniyayil...
İstanbul’daki bir kütüphanede muhafaza edilen eski bir elyazmasında, Tamahabniyayil’den yardım isteyen ve onunla temas edebilen hemen herkesin etrafındakilere bir anda güzelin de güzeli görüneceği söyleniyor. Sonra, Tamahabniyayil ile ilişki kurmakta muvaffak olanların karşısına birdenbire Kastaguhinureş isimli bir başka cinin de çıkması halinde güzelliğin çok daha artacağı, emsalsiz bir hále geleceği ve bu cinlerle temas eden hanımlara herkesin hudutsuz bir hayranlık besleyeceğii anlatılıyor.
Sözün kısası, Tamahabniyayil varken hanımların burunlarını kaldırtmaları, yüzlerini yahut karınlarını gerdirmeleri, kaşlarını yükseltmeleri, oralarına buralarına silikon takviyesine kalkışmaları yahut göğüslerini dikleştirmeleri gayet lüzumsuz bir iş. Siren Ertan ile Ceyla Gölcüklü bile, Tamahabniyayil ile bir anlığına olsun temas edebilen hanımların yanında sıradan birer güzel olarak kalırlar!
Aşağıda, bu elyazmasının Tamahabniyayil ile temas ederek güzelleşmenin yolunun anlatıldığı kısmını bugünün Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Ama cinin davetinde okunması ve yazılması gerektiği söylenen tılsımlarla duaları vermiyorum.
İşte, Tamahabniyayil’i davet usulü:
‘...Güneş gökyüzünde dolaşırken Başak Burcu’na geldiği zaman Allah’ın emriyle bütün bilgilerin yazılı olduğu kitabın altından bir melek ortaya çıkar ve güneşe vekil olur. Bu meleğin ismi, ‘Tamahabniyayil’dir.
Tamahabniyayil’in emrinde on beş kere yüz bin adedince melek vardır. Bu meleklerin herbirine iki yüz yirmi iki bin melek hizmet eder, bunların emri altında da yüz binlerce cin bulunur. Tamahabniyayil öylesine güçlüdür ki, akla gelen herşeye tesir eder.
Tamahabniyayil’in şekli insana benzer ama iki başı, iki kanadı ve dört eli vardır. Bir elinde kalem, ötekinde mızrak, diğrinde káğıt ve dördüncüsünde de bir tas tutar.
Etrafındakilere güzel görünmek ve herkes tarafından beğenilmek isteyenler, Tamahabniyayil’e mahsus duayı misk ve safran mürekkebi ile bir kaz ayağının perdesi üzerine yazalar ve mum içerisine koyup küláhlarında yahut saçlarının arasında taşıyalar. Böyle yaparlarsa ne kadar suratsız, çirkin ve acuze gibi olsalar dahi cümle álemin gözüne güzel ve şirin görünürler.
Daha fazla güzel olmak ve çok daha şirin bir hále gelmek arzu edilirse, güneş Başak Burcu’nun yedinci derecesine ulaştığı zaman beyaz ipek parçası alalar, üzerine Tamahabniyayil’in tılsımı yine misk ve safran mürekkebi ile ama mürekkebin içine yağmur suyu iláve edierek yazalar. Beyaz ipek yerine tilki derisi kullanıldığı takdirde güzellik tasavvur bile edilemeyecek derecede olur.
Bütün bu işler yapılırken ‘Kastaguhinureş’ adında iki başlı, başının biri ádemoğluna diğeri ise geyiğe benzeyen, saçları aşağıya dökülmüş, bir elinde def ötekinde de ney tutan bir başka meleğin görünmesi muhtemeldir. O takdirde aynı duaları mürekkebe hıyar suyu ilávesiyle ve Kastaguhinureş’e hitaben yazanlar sadece güzelleşmekle kalmaz, üstelik Karun gibi zengin de olurlar.’
İşte, káinatı idare eden ve ‘kutup’ denen kozmik yöneticiler
Eskiler, káinatın kendi başına bırakılmadığını, yaratılıştan kıyamete kadar geçecek olan zaman içerisinde her an korunduğunu, yüksek vasıflarla donanmış bir ermişler topluluğu tarafından idare edildiğini söyler ve bu idarecilere ‘kutup’ derler.
Kutuplar, bir yerde peygamberin vekili gibidirler; dünyada sıradan bir insan gibi yaşarlar, ölümlerinden sonra yerlerini yenileri alır, sayıları her zaman için 12’dir ve en üst mertebedeki kutuba da ‘gavs’ denir.
Eski zamanlarda bu konuda kaleme alınmış olan eserlere göre, dünyayı peygamberlerin gönderilmesinden önceki devirde idare etmiş olan kutupların adedi 313’tür. Bu sayı daha sonra 12’ye inmiştir ve kutuplar hákimiyetlerini günümüzde de devam ettirmektedirler.
Bugün köklü bir ailenin hususi kütüphanesinde muhafaza edilen ve bir sayfasını burada gördüğünüz elyazmasında, káinatın yaratılışından buyana gelmiş ve gelecek olan bazı kutuplar şifreli bir üslupla tanıtılıyor ve bir kısmı resimlerle gösteriliyor.
Ancak bu kişilerin ‘dünyevi’ isimlerini öğrenebilmek için şifreleri çözebilecek donanıma sahip olmak, yani ‘cifir’ ilmini çok iyi bilmek lázım.
Kehanetin en büyük üstadı, Ankara’nın başkent olacağını 100 yıl öncesinden bilmişti
Kitaplıklardaki kasalarda saklanan málum elyazmalarındaki bilgilerin gerisinde, ‘Ebced’ denilen bir hesap sistemi vardır.
Sistemin temeli, alfabedeki her harfin belli bir rakam değeri taşımasına dayanır ve kelimeler, kendilerini meydana getiren harflerin değerlerinin toplamı olan sayılara karşılıktırlar.
Bu işlerin en yüksek derecesi olan ‘cifir’ de Ebced’i kullanır. Geçmiş asırlarda yaşamış olan cifirciler kehanetlerini açık şekilde değil, mutlaka şifreyle yazılmışlardır ve cifrin Türkiye’deki en büyük üstadı, 1830’ların başında büyücülük suçlamasıyla öldürülen Müştak Baba adındaki bir şairdir.
Müştak Baba’nın 1846’da basılan ‘Divan’ındaki bazı şiirlerde çok sayıda kehanet vardır, üstelik günün birinde ániden öldürüleceğini bile anlatmıştır ve en bilinen kehaneti, Ankara’nın 1923’te İstanbul’un yerini alıp başkent olacağını 100 küsur sene öncesinden söylemesidir.
Şair, Ankara’dan sözettiği ve ‘Me’vá-yı názenine kim elf olursa efser / Lá-büdd olur o me’va İslámbol ile hemser’ sözleriyle başlayan şiirinde, kehanetini bakın nasıl söylemiş:
Müştak Baba, ilk mısrada ‘1000’ mánásına gelen ‘elf’ ve ‘tác’ demek olan ‘efser’ sözlerini veriyor ve ‘efser’in başına ‘elf’in iláve edilmesi gerektiğini söylüyor. Ebced hesabıyla 341 tutan ‘efser’e ‘elf’in, yani ‘1000’ sayısının ilávesiyle, Ankara’nın başkent yapıldığı 1923’ün Hicri takvimle karşılığı olan 1341 tarihini elde ediyoruz.
Şair, daha sonra ‘Ankara’nın eski harflerle yazılışında kullanılan ‘A-N-K-R-H’ harflerini mısralarda ayrı ayrı sıralıyor, ‘Güzeller beldesi ve Hacı Bayram’ın memleketi olan Ankara, 1341 yılında başlara tác olacak ve İstanbul’dan -yani, şiirin yazıldığı zamanın başkentinden- farksız hále gelecek’ diyor.
BİTİRİRKEN
Bu sayfada üç gün boyunca devam eden ve ‘öteki álem’i konu alan dizinin yayını sırasında, çok sayıda e-mail aldım. Kimisinde sözünü ettiğim kitapların hangi kütüphanelerde bulundukları soruluyor, kimisinde ‘iyi bir büyücü’ adresi isteniyor, kimisinde de kitapçılıkla bir ilgim bulunduğu düşünülmüş olacak ki, ‘Elimizde aileden kalma böyle kitaplar var, elden çıkartmamıza yardımcı olur musunuz?’ deniyordu.
İşin önemli bir tarafını unutmamamız gerekiyor: Dizide sözünü ettiğim kitaplar asırlar öncesinin anlayışıyla kaleme alınmış, bir kısmı o devrin entellektüel merakına hitap eden, bir kısmı da folklorik özellikler taşıyan eserlerdir ve yayınladığım dizinin maksadı da ‘Bu büyüleri deneyin’ demek değil, okuyucuya kültürel zenginliğimizin pek bilinmeyen bir kısmını gösterebilmektir.
Sokaklarda başıboş dolaşan zavallı köpekleri elyazmalarından naklettiğim işleri yapmak için katletmeye kalkışabilecek olanlara da küçük bir hatırlatma: O hayvanların bir hayal uğruna tek bir damla kanını akıtacak olanların, Urumhamatahayil’den çekecekleri vardır!
Yazının Devamını Oku