Başarılı bir iş insanı olan Bil, ABD’de finans ve pazarlama eğitimi aldıktan sonra uzun süre bankacılık yapmış. Ardından marka iletişimi, yaratıcı reklam çözümleri gibi konularda hizmet vermek üzere kendi danışmanlık şirketini kurmuş.
Son 8 yıldır da sürdürülebilir kalkınma alanında kurumlara danışmanlık veriyor. Geçmiş dönem başkanı olduğu KAGİDER ve Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF), üyesi olduğu sivil toplum kuruluşları arasında.
Geçtiğimiz yıl da Accademia Italiana della Cucina Türkiye Başkanı olarak İtalya ve Türkiye arasında gastro-ekonomi, sürdürülebilir tarım ve yenilenebilir enerji alanında ilişkilerin gelişmesi için yaptığı çalışmalar nedeniyle İtalya Cumhurbaşkanı tarafından yabancılara verilen “Ordine della Stella d’Italia” devlet nişanına layık bulunmuştu.
BİR YARIŞMA ANCAK JÜRİ ÜYELERİ KADAR İYİDİR
Misal mi? Dünyanın en iyileri listelerine giren yemeğini bile yemediğimiz şefleri yüceltiriz, restoranlarına gitmek en büyük hedeflerimiz arasına girer, bekleme listelerinde aylarca beklediğimizi ya da çok tanındığımız için öncelik aldığımızı, davet edildiğimizi anlatır dururuz.
Ancak Türk bir şef bu listelere girdiğinde ya da başarılı projelere imza attığında ‘ama’lı cümleler kurmaya başlarız.
Artık her konuyu, her olayı Batı referanslarıyla, onların her alanda ve her anlamda en iyiyi temsil ettiği varsayımıyla -ki o Batı genellikle Avrupa ülkeleri ve ABD’dir- anlatmaktan vazgeçmeli, kendi değerlerimizin hakkını vermeliyiz.
Konuyu sanat, edebiyat gibi alanlara da taşımak mümkün. Ama benim önceliğim yeme-içmede.
Bence bereketli topraklarda yaşadığımız gerçeğini, binlerce yıllık bir geçmişe sahip mutfak kültürümüz olduğunu göz ardı etmemeliyiz.
Ama yanlış anlaşılmasın iyi olanı beğenmeyelim, öykünmeyelim demiyorum. İsteğim Batı’dan kopuş falan değil tam tersine Batı oluş.
Ontolojik kahroluştan, yani kendimizi bir başkasının gözüyle tanımlamaktan, daha aşağı görmekten Edward Said’in tanımladığı oryantalizmin çekim gücünden kurtuluş.
En iyi kebap nerede ya da hangi kentte yenir tartışmalarına girmek, genellemeler yapmak istemem ama kebapları iyi, tatları damağımda kalan yerleri hiç unutmam. Hafta içinde gittiğim Anadolu yakasındaki Kalbur Et de bunların arasına girdi.
Adından da anlaşılacağı gibi Kalbur sadece kebapçı değil. Menüsünde Adana acılı, fıstıklı, beyti gibi kebapların yanı sıra kuzu lokum, külbastı, kaburga, küşleme gibi her biri diğerinden lezzetli ızgara çeşitleri de yer alıyor. Kebap ve et restoranlarının olmazsa olmazı mezeleri de çok başarılı.
“En çok hangileri aklınızda kaldı, bir kez daha nelerini yemek için gidersiniz?” derseniz; çıtır fındık lahmacun, haşlama içli köfte, zerdeçallı enginar fava, klasik Adana kebap, Kars kaşarı, Kayseri pastırması ve Antep fıstıklı Kalbur burma kebap ve karski derim.
Kebapların ve etlerin bu kadar lezzetli olmasının nedeni ustaların işinin ehli olması kadar Trakya kuzu kullanmaları.
Kalbur Et’in başarısının ardında bir orkestra şefi gibi çalışan ve mutfaktan servise işin başında olan kurucusu Metin Akdemir var. Akdemir 30 yıl kadar sektörün her kademesinde çalıştıktan sonra 10 yıl önce bu mekânı açmış.
Şimdi mimar eşi Merve Akdemir de dekorasyondan halkla ilişkilere en büyük destekçisi.
Ümraniye Şerifali’de bağımsız iki katlı bir binada yer alan, bahçesi de olan restoranın özellikle Anadolu yakasından müdavimleri var. “Aman şubeleşmeyin, biz zor da olsa geliriz” derken, Avrupa yakasında Boğaz’ın hemen yanı başında küçük bir şube açma planları olduğunu öğrendim.
Günün ilk saatlerinde Arnavut kaldırımı ara sokaklarında yaptığımız yürüyüşlerimizi, pazarını, kahvelerini, taş ev pansiyonlarını ve küçük butik otellerini, tasarım dükkanlarını, avlulu restoranlarda akşam buluşmalarını, kısacası Alaçatı ruhunu özleyip bir şekilde geri döneriz.
Neden diye kendi kendime sorduğumda, cevabım; avluya bakan geleneksel cumbalı evlerin yaşatılması, tüm kaçaklarına karşın mimari dil birliğinin bir şekilde sağlanması, tarihi yapıların az da olsa koruma altında olması, geçmişten bugüne taşıdığı kültürünü hissetmemizi sağlaması...
TAM BİR EKİP PROJESİ
Her geçen yıl bir Alaçatı klasiğine dönüşen Alavya’nın bu anlayışın yaşatılmasında, sürdürülmesinde payı büyük.
Otel ve yeme-içme sektöründe haklı üne sahip Divan Grubu yeni bir projeye daha imza attı. 2013 yılında kapılarını kapayan Divan Kuruçeşme tarihi dokusunun korunduğu restorasyon ve inşaatının sürdüğü 9 yılın ardından kapılarını yeniden açtı.
Hafta başında da bu muhteşem tarihi mekânın terasında değerli ev sahibi Semahat Arsel bir davet verdi. Ben de çalışma azmine büyük saygı duyduğum Semahat Arsel’le sohbet etme fırsatı buldum.
Semahat Hanım bu projeye ilk günden itibaren büyük emek vermiş. Kış aylarında toplantıları konteyner’da yapmışlar.
Ve ortaya İstanbul’a büyük değer katacak, toprak altındaki hamamın cehennemlik bölümü gibi tarih, yalın bir mimariyle ortaya çıkarılmış.
Divan Grubu CEO’su Murat Tomruk’un aktardığı gibi 1800’lerden başlayan muazzam bir hikâyeye sahip olan Divan Kuruçeşme’yi benzeri etkinlik mekanlarından ayıran en önemli özelliği, tarihî dokusu.
Her şeyden önce artık Bodrum’a 35 ülkeden haftanın 7 günü direkt uçuş varmış.
Geçen yıl pandemi koşulları olmasına karşın 780 özel jet ve 235 mega yat gelmiş.
2021 ve 2022’nin karşılaştırmalı raporlarına göre ise mayıs sonuna dek Milas Bodrum Havalimanı’ndan ve Bodrum limanlarından giriş yapan turistlerin sayısında oldukça büyük artış olmuş.
2021 yılında İngiltere, Polonya, Rusya, Fransa ve Almanya başta olmak üzere mayıs sonu itibarıyla yurtdışından gelen turist sayısı 22 bin 479’ken, bu yıl bu sayı 125 bin 131’e çıkmış.
Deniz yoluyla Bodrum limanlarına geçen yıl 327 ziyaretçi gelirken, bu yıl sayı 28 bin 136’ya yükselmiş.
Ama enerjinin kaynağında tabii ki konseptin yaratıcısı şef Umut Karakuş var. Karakuş, tam bir uzun yol koşucusu. Doğru bildiği yolda kim ne derse desin kararlılıkla ilerledi. Ve şimdi ortağı Cem Karakuş’la birlikte hayallerini gerçekleştiriyor.
Umut Karakuş’la beş yıl kadar önce Fairmont Otel’inde şefliğini üstlendiği Aila Restoran’da buluşmuştuk. O dönemde restoranın girişindeki Baharat Kütüphanesi kurmuş ve Anadolu’nun dört bir tarafından geleneksel mezelerimizi yaratıcı bir biçimde yorumlamaya başlamıştı.
Sonra bir yıl kadar Londra’da çalıştı. 2019’da da Moda’da Fincede ‘göç’ anlamına gelen, sokak yemekleri, dürüm ve meze ağırlıklı Muutto Street Food adlı kendi restoranını açtı. Ardından Avrupa yakasında ve Helsinki’de birer şube daha geldi.
Muutto Anatolian Tapas Bar’ın tarzı diğerlerinden farklı. Sokak yemekleri, mezeler, atıştırmalıklar ve geleneksel mutfağımızdan tatlar sade lüks diyebileceğimiz bir anlayışla sunuluyor.
Ondan son dönem çalışmalarıyla ilgili güzel haberler aldım, sizlerle paylaşmak istedim.
Çocukluğundan beri tanıdığınız genç bir sanatçının emin adımlarla başarı basamaklarında tırmanması insana gurur veriyor. Hiç kuşkum yok, çalışmalarında cinsiyet, politika, din ve şiddet üzerine yoğunlaşan Sarp’ın adını ve dünya çapındaki başarılarını daha çok duyacağız.
Dünyanın en önemli modern sanat müzelerinde ve koleksiyonerlerinde fotoğrafları bulunan, İstanbul Modern’in kalıcı koleksiyonunda yer alan sanatçının, dünya çapındaki dokuzuncu, New York’taki ilk solo sergisi 16 Haziran’da Trotter & Sholer Gallery’de açılıyormuş.
“Garden of Turkish Delights” başlıklı solo sergisinin ön açılışı ise Fotografiska New York Müzesi üyelerine özel yapılıyormuş. Aynı zamanda “Maşallah” serisinden yeni eserlerin sergileneceği bu sergi American Turkish Society- ATS’in sanat projelerine her yıl verdiği “Moons and Stars” adlı hibe programına layık görülmüş.
Ardından 25 Haziran’da da New York Museum of Art & Design’ın Luminaries üyelerine ve 27’sinde yeni açılacak olan The Ned adlı kulüpte konuşma yapacakmış. 29’unda da Museum of Modern Art’ın Junior Associates koleksiyonerlerine özel galeri turu gerçekleştirecekmiş.