Görünüş, davranış bakımından sayfalar dolusu benzerlik sayılabilir ancak bir noktada bir hayli farklıyız: Erkekler.
İtalya’da vakit geçirdiğiniz zaman “Ortalama İtalyan erkeğinin kibarlığına alışmak” olarak tarif edilebilecek bir haletiruhiye içine giriyorsunuz. Siz oralarda iyice prensesliğe alışmış, “Yaş, sosyoekonomik statü, eğitim fark etmiyor, tüm erkekler ne kadar kibar, nasıl da yol yordam biliyorlar” diye şaşırırken hop, bir bakmışsınız, seyahatinizin sonu geliyor...
En büyük hayal kırıklığını, ortalama yurdum erkeğiyle karşılaştığın ilk an yaşıyorsun sevgili Rönesans adamı Habitus okuru.
İstanbul-Bologna uçağına adım atıyoruz... 3-5 Nisan arası gerçekleşen deri fuarından adeta milyonlarca Türkiye vatandaşı erkek geri dönmekte...
Ve dakika bir gol bir!
Arka kapısından bindiğimiz uçakta kalabalığın içinde yerime oturmak için ilerlerken, önden arkaya doğru bir adamın geldiğini görüyorum... Önündekileri, sağındakileri, solundakileri ite kaka oturacağı yere ulaşmaya çalışıyor. İtalyan erkeklerinin hiç tanımadıkları kadınlara, yolda, restoranda, kafede, kısaca toplu yaşanan herhangi bir yerde söz konusu olan davranışlarına alıştığımdan; zannediyorum ki adam koltuk arasına girecek, gülümseyip yol verecek... Ellerimde poşetler, kolumda çantalar var zira, hareket kabiliyetim zayıf...
Fakat o da ne! Adam soluma doğru tam hız yürümeye devam! Koridorun ortasında o daracık koridorda sıkışıyoruz. Hâlâ geri manevra yok... Adam kendini ileri doğru itiyor, itiyor ve itiyor. Üç saniye içinde benimle koltuk arasına sıkışıp kalıyor, bir yandan da söyleniyor...
Bugüne kadar karşımıza çıkan portrelerinde onu hep “yaşlı bir adam” olarak canlandırdık gözümüzde. Peki dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dehalarından biri olan Da Vinci, gençken nasıl bir adamdı dersiniz?
Şimdi gözlerinizi kapatın ve genç, 20’li yaşlarını sürdüren bir adam düşünün... Medici’lerin hüküm sürdüğü Floransa sokaklarında dostu Machiavelli ile birlikte dolanan, sonradan aşığı olacak Lucrezia Donati’nin dikkatini çekmek için türlü numaralar çeken genç bir İtalyan... Aklının çalışma hızına adapte olamadığınız, hiç durmadan çalışan, gözlem yapan, düşündüklerini bir dakika bile durmadan hayata geçiren yakışıklı, etkileyici, genç bir adam...
Çok kısa bir süre sonra, 13 Nisan gecesi FX’te çok farklı bir Leonardo Da Vinci ile tanışacaksınız.
Batman Begins ve devamında The Dark Knight, The Dark Knight Rises’ın yazarlarından David S. Goyer’ın yapımcılığını üstlendiği yeni dizi “Da Vinci’s Demons”, tüm dünyaya genç Leonardo’yu anlatmaya hazırlanıyor. Tüm dizi ekibi ve oyuncularla birlikte, dizinin dünya prömiyeri için Da Vinci’nin memleketi Floransa’dayız... Üç gün boyunca birlikte Leonardo Da Vinci’nin ayak izlerini takip ediyoruz...
16. yüzyıldan beri pek az değişmiş Floransa, dizi için mükemmel bir doğal set olsa da, İtalyan Film Komisyonu, her gün binlerce turist ağırlayan kentin bir set olarak kullanılmasına müsaade etmemiş. Proje, İngiltere’nin Galler bölgesinde, Avrupa’nın en büyüğü olarak bilinen dev bir sete taşınmış ve şehir yeniden canlandırılmış. Floransa’nın 16. yüzyıldaki manzarası ise karşımıza son derece gerçekçi grafiklerle çıkıyor.
Yapımcı Goyer, “Bu bir belgesel değil. Rönesans ortamını, yaşamış kişileri, Leonardo’nun hayatını farklı kaynaklardan araştırdık ve ekranda dönemi tutarlı bir biçimde yansıtacak bir hayal dünyası yarattık” diyor. “Dümdüz, renksiz bir tarihi yapım değil, fantastik öğeler içeren bir tarih draması” olarak tanımlıyor Da Vinci’s Demons’u. Bir başka deyişle günümüze kadar ulaştığı kadarıyla bildiğimiz Leonardo Da Vinci’nin, David S. Goyer’ın hayal gücüyle son şeklini almış hali...
İnsan ister istemez bizim Muhteşem Yüzyıl’a gösterdiğimiz “Tarih yanlış yansıtılıyor” tepkisini alıp almayacağını düşünüyor ancak Goyer bu konuda pek endişeli değil. Bir tarih figürünü ve yaşanmış bir dönemi ele alıp masal dünyası yarattığını ve Leonardo Da Vinci’nin bugüne dek hayali süperkahramanların mazhar olduğu ilgiyi göreceğini söylüyor.
Mübalağaya, biri bin göstermelere doyduk.
Bir konut projemiz olsa, yeterince abartacak, abarttığımız özelliklerimize slogan bulacak kadar malumat sahibiyiz artık.
Artık hepimizin aklında bir “mübalağa filtresi” var.
Bize gösterilenleri nasıl okuyacağımızı öğrendik...
Peki ya olmasaydı... Reklamları nasıl duyardık dersiniz?
İşte aynen şöyle:
- Yapaylık keyfi burada! Otoyol kenarında sizin için çok özel, şipşirin bir vaha yarattık. Kamyon seslerinin kuş cıvıltılarına karıştığı Doğanın Kökünü Kuruttuk Evleri’nde huzur bulacaksınız!
Tam keyifle ayaklarımı uzatıp baharın keyfine varacakken nerede yaşadığım ve neleri görmezden geldiğim aklıma geliyor.
Plansız bir şehirde, deprem riski altında “aman canım bize bir şey olmaz” diyerek deprem beklediğimizi hatırlayıveriyorum birden.
Yaşadığımız apartmanlar eski. 2000’den önce yapılmış tüm binalar eski sayılır zira. Zemin etütleri, beton dayanıklılık testleri eksik.
İçlerine oturmuşuz, hayatımızın ortasındaki gerçeği görmezden gelerek yaşamayı sürdürüyoruz.
Deprem olduğunda nasıl dayanacağını bilmediğimiz binaların içinde huzur içinde otururken “Tuhaf bir kıllanma duygusu” sarmıyor mu sizi de?
* * *
Uzmanlar der ki, insan beyni en zor belirsizlikle baş eder. En derinde hep “ya olursa” endişesi ve tüm endişelere rağmen bu konuda harekete geçmeme ısrarı.
Sonra gelsin kronik mutsuzluk. En mutlu anımızda bile riskin farkında olup yokmuş gibi davranmaktan gelen o rahatsızlık hissi hep baki...
Hatırlamamayı tercih ediyor.
Duygusal varlıklarız malum, hislerimiz bugünkü aklımızın içine girip günümüzü mahvetmesin diye...
Aklımız karışmasın, yaşadığımız hayatı sorgulamayalım, verdiğimiz kararların arkasında duralım diye...
“Hatırlamamak” demeyelim esasında onun adına... “İşine geleni, işine geldiği biçimde” hatırlamayı tercih etmek diyelim.
* * *
Arı kovanına çomak sokalım mı bugün?
* * *
Düşünün mesela, bugününüzü etkileyen kararları nasıl verdiniz?
Gideceğiniz tatili, yiyeceğiniz yemeği, gezeceğiniz şehri, kısacası atacağınız her adımı, aynı deneyimi önceden yaşamışların yorumlarına bakarak planlayabiliyor, bir başka deyişle kendinizi “sağlama” alabiliyorsunuz.
Mekanist, Yelp, Tripadvisor gibi siteler tam olarak bunun için var.
Gün içinde on binlerce insanın hayatını kolaylaştıran Yemeksepeti ise kullanıcılarına restoranları puanlama ve yorum bırakma imkanı tanıyor.
Akıllı davranan, daha iyi hizmet vermek için her fırsatı kullanmayı bilen işletmeler, bu tip sitelerde isimlerinin altında yazan kötü yorumları bir adım daha ileri gitmek için kullanıyorlar.
Kullanmalılar.
Kimileri de bu yorumları bir “ilerleme fırsatı” olarak değil, şahsına hakaret olarak algılayıp “gurur” meselesi yapıyor, kötü puan ve yorumları ortadan kaldırmak için türlü numaralara başvuruyorlar.
Kötü yorum demek, hizmetlerindeki bir sıkıntıyı işaret etmiyor, edemiyor bir türlü.
Rutinleri, alışkanlıkları, tekrarladıkça kemikleşen ve yokluğunda eksikliğini çekeceği konular...
Güneşin etrafında dönen dünya gibiyiz esasında.
Gecemiz ve gündüzümüz var, mevsimlerimiz var... Evren içinde bir yerimiz, bağlı olduğumuz bir sistem var...
Sadece kendi dinamiklerimizden değil, sistemdeki değişikliklerden de etkileniyoruz. Güneşteki patlamalardan, ayın çekiminden...
Başka gezegenlerin hareketinden...
Yalnız kaldığımızda, sistemden uzaklaştığımızda, kendimizi sokaktan ve insanlardan soyutladığımızda kendi düşüncelerimizin esiri oluyoruz.
Kalabalıklara karıştığımızda ise bu defa kendimizden uzaklaşıyor, başka sesleri duymaktan iç sesimize karşı sağırlaşıyoruz.
Akıl, mantık, kalp işbirliği yapamaz, doğru karar veremez hale geliyor.
Arkadaşlık ilişkileri, bağlantılar, politik hesaplar iyiye iyi, kötüye kötü demeyi zorlaştırıyor.
Tabii bir işe “iyi” demekte asla sorun yok, esas konumuz kötüye kötü demek, diyebilmek. Öyle bir noktadayız ki artık, iyi bir işe “harika olmuş” deyince insan hafiften kendi kendine bile kıllanıyor, “Acaba onu sevdiğim için mi iyi dediğimi düşünüyor?” paranoyası çıkıyor ortaya.
Bir başkasının yaptığı övgü söz konusu olduğunda, “Acaba para mı aldı?”, “Acaba tanıdığı mı?”, “Acaba nasıl bir ilişkileri var ki bu işe BİLE iyi demiş” diye düşünürken buluyoruz kendimizi.
İşini bilen biliyor tabii, sıradan veya kötü bir işe “ehh” dediğinde yüzüne kapatılacak kapıları, sarsılacak ilişkileri hesap ediyor.
Peki ne oluyor? İyi ve kötü, sözlük anlamını kaybediyor, alkışlamaktan avuç içleri şişmişler yüzünden “sektör dengeleri” bile değişiyor.
Her nasıl ülkedeki hakim güç kendi kafasına uymayanın sesini kesmekle, yolunu tıkamakla uğraşıyorsa, farklı sektörlerin hakim güçleri de kendi dünyalarında bu korku imparatorluğunu kuruyorlar.
Güç peşinde koştukları için kendilerine hizmet edecek adam arıyorlar esasında. Sektörlerinde yarattıkları korku imparatorlukları sayesinde, kötüye kötü diyemeyen, işine geleni alkışlayan, kendi çapında siyasi oyun oynayan insanlar yaratıyorlar. Güç kazanmak ve onu korumak için onlara ihtiyaç duyuyorlar... Karşılığında ise “kapanmayan kapılar” veriyorlar. Bir nevi güç ticareti aslında bu...