Paylaş
Ediyor ya sahi. En çok da neye ediyor, biliyor musunuz? “Ben bir şeyi görmezsem, duymazsam ve duyurmazsam, o şey olmamış sayılır” düşüncesine.
Yani gerçek, benim gördüğüm ve gösterdiğim gerçektir, ben görmüyor, duymuyor ve göstermiyorsam, o gerçek değildir ve hiç var olmamıştır.
Mesela birileri düşünüyor ki, bir maçta, yayıncı kuruluş tribünlerden gelen sesi kısınca tezahüratlar atılmamış, maçı izleyen bir kişi bile bu tezahüratları duymamış sayılacak. Asayiş berkemal.
“İstanbul’un tek eksiği olimpiyat” deyince, çarpık kentleşme konusunda bir dünya markası olduğumuz ve fay hattı üzerinde yamuk yumuk yaşadığımız gerçeği hooop, değişecek. Medeniyet beşiği, şehircilikte dünyaya örnek, hakikaten tek eksiği olimpiyat olan bir şehre dönüşeceğiz bir parmak şıklatmasıyla.
Koca bir ülkeyi, bir şehri bir kenara bırakın; içi boş dışı parlak etiket bağımlılığı, insanların sadece kendilerini ilgilendiren konularda bile tehlikeli.
Söylesenize, hırs küpü, “ben ben beeen” diyen insanlardan yaka silkmiyor musunuz? Becersin-beceremesin, yeteneği olsun-olmasın her konuda kendini ortaya atanlardan yorgun düşmüyor musunuz?
İnsana, dünyaya, bir halta faydam olsun diye değil, sırf etiket peşinde koşanlar yüzünden yerimizde saymıyor muyuz?
Her işimiz taklit, her işimiz bir yerden apartma, her işimiz bir yerden çalıntı diye ağlamıyor, içi dolu, orijinal iş üretemediğimiz için hayıflanmıyor muyuz?
“Görüntü olsun da yeter” anlayışı bir karabasan gibi üzerimize çökmedi mi? Hem mecaz, hem de gerçek anlamıyla üstelik...
Görüntüde çok güzel binalar ailelerin, çocukların, bebeklerin üzerine, acısı da yüreklere çökmüştü mesela, 14 yıl önce 17 Ağustos’ta. Hani sonra deprem vergisi alındı da çar çur edildi yine “görüntü” uğruna.
Etiket bağımlılığına kurban gitti yine gerçek olan. Birileri “Biz bakın bu yollarıııı, bu yollarıııı, sonra da bunlarıııı yaptık” diye övünecek diye, hâlâ tepemize yıkılacak binalar içinde hiçbir şey olmamış ve olmayacak gibi yaşamaya devam etmeye mecbur bırakıldık.
Yeniden yapılan veya sağlam binalarda yaşayanlar nüfusun kaçta kaçıdır?
Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.
Hâl böyleyken tek eksiğimiz olimpiyatmış. Aaah, ah ben de isterim güzel ama yorgun, hor kullanılmış şehrim bir olimpiyatla taçlansın, gururlanayım diye ama gerçekleri görmeyecek kadar gözlerime perde inmedi henüz.
Gözlerim, milyonlarca insanın yaşadığı plansız bir şehrin korkunç deprem riskini görmeyecek kadar körleşmedi. Etiket, mevki kaygısı insanlara neler söyletiyor arkadaş... “Sadece benim gerçek olduğunu söylediğim şey gerçektir...”
Tık... Tık... Tık... Tık... Tık... EEEEEAH! (ve sayfayı kapatır)
Bu başlık da ne, tatil dönüşü iyice şaşırdın bre Habitus diyeceksiniz. Efendim, bu, haber okumak için internete giren ortalama bir okurun her gün yaşadığı ruh halidir.
Son “görüntü” sevdamız, internet sitelerini esir aldı. İçeriksiz, sırf tıklatma, hit alma sevdası...
Tıklıyorsunuz mesela “Anamm, ülkede neler olmuş” diye, haber diye tıkladığınız linkin içinden 3 cümle çıkıyor, o da Bodrum’daki bir ünlünün memesi bikiniden fırlamış (atıyorum), konu bu. Siz de sanıyorsunuz memleket yanıyor.
Merak ediyorum, bu “görüntüde haber vermecilik”, yani tıklatma sevdası nasıl patlayacak ve buna nasıl bir çözüm bulunacak.
Şimdilik sonuç olarak alan memnun, satan memnun, yalnız okuyucu isyanda, tıklamaktan bitap düşmüş, “eskiden internetten okuyordum ama artık eski usul kağıttan ya da App’ten okuma sistemine döneceğim” diyor.
Sıcak haber için de kendi seçtiği insanların cıvıltılarından oluşan Twitter feed’ine bakar artık... O da ayrı bir bağımlılık ya.
Bağımlılık demişken, bir haftadır izindeydim, “sosyal medya perhizi” yaptım. Sonuç: Ellerim terledi, dizlerim titredi, kendimi yerlere atıp yuvarlandım, histeri krizleri geçirdim. Ve evet, Twitter’a girmemeyi ancak 3 gün başardım.
Onu da anlatacağım sevgili teknolojiyle birlikte yeni yeni bağımlılıklar geliştirmiş Habitus okuru.
İlerleyen günlerde...
Paylaş