Neden çölde don? Soruyorum sevgili kadınlar, neden?
-Dizilerde söz konusu parti sahneleri olduğunda benimsenmiş “tempodan bağımsız ilgisiz bir ritimle sallan, karşındakinin kulağına eğil, ahahaha de, etrafa Kınalı Yapıncak gibi bak” sistemini yasaklıyorum. Sayenizde Yaşar Alptekin’in “Yalnızlık Bir Şarkıdır” filminden bugüne pek bir şey değişmedi. Hayır yani, o kadar Hollywood dizisi adapte ediyorsunuz, ama parti ortamı 80’ler Türk filmi figürasyonu ayarında.
-Cümleleri “sizin anlayacağınız” kalıbıyla bitirmeyi yasaklıyorum. Bir örnek vererek bu yasağımızı pekiştirelim: “Bir hafta boyunca çok yoruldum. Hafta sonunu iple çekiyorum sizin anlayacağınız” dediğimizde mesela, hitap ettiğiniz insanın zekasını, eh, biraz aşağılıyoruz. Bırak da söylediklerinden ne anlayacağıma ben karar vereyim arkadaşım.
-Karşımızdaki insanın söylediklerini onaylamak maksadıyla “Aaaaynen. Aaaaynenaynen aynen abicim” demeyi yasaklıyorum. Bu “aynen” kelimesi nereden çıktı ve neden kurtulamıyoruz kuzum?
-Yaya geçidinde yayalara yol verirken arkadaki araç sürücüsünün kornaya abanmasını ve selektör yapmasını yasaklıyorum. Ehliyeti kursa para yedirip değil de gidip bir zahmet öğrenerek alacaktın. Yayanın öncelikli olduğunu bilmiyorsan git öğren. Medeniyetsiz üçüncü dünya ülkesi vatandaşı seni.
-Memleket normalinin “sahtekarlıkla halledilen işlerle hayat yürütme” olmasını yasaklıyorum. Sayenizde basit bir samimiyet ve sohbet bile “kayırma talebi” olarak değerlendiriliyor. Hayır, bir insan, bir diğer insana nedensiz olarak da, -işini yaptırmak için değil- sebepsiz “Nasılsın?” diyebilmeli, yanlış mı düşünüyorum.
-Hakikaten’e “hakkkkattttten”, “samimiyet”e sammmmiiimmmmmiyyyyet denmesini YASAKLIYORUM.
Müteahhitler... Bahaneciler...
Bilhassa konu kalan bir avuç yeşillik, birkaç eski ev, çok öncelerden hatırlanan ve insanın içini ısıtan bir mahalle kültürü ise...
Eski İstanbul’u anlatan kitapları karıştırdığımda bir iç sızlaması peyda oluyor hep.
Şimdiki hallerinde geçmişten pek iz kalmamış yerlerde, oranın eski halini anlayabilmek için bir anlatana ihtiyaç duyarsınız fakat bazı mahalleler, bazı Boğaz köyleri hâlâ eski hallerini kendi kendine anlatacak durumda.
İşte onlardan biri Kuzguncuk. Kuzguncuk neden önemli, biliyor musun sevgili insan, dil, din, ırk, etnik köken ayırmadan dünyaya aydınlık gözlerle bakan Habitus okuru?
Kuzguncuk’un özelliğini yitirmeden kalabilmesini borçlu olduğu insanlardan biri olan Cengiz Bektaş'ın yazdığı “Kuzguncuk” kitabında da dediği üzere, “hoşgörü” kelimesinde hoş gören ve görülen olarak iki taraf var ama burada o bile yok. Vaktiyle Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların ve Müslümanların bir mahalle içinde iç içe yaşadığı, kimsenin kapısını kilitlemeye bile ihtiyaç duymadığı bir güzel Boğaz köyü... Şimdi İcadiye Caddesi olarak bilinen, eskiden dere olan caddenin etrafından büyüyor bu köy. Bugünün birbirinin üstüne binen, “göz hakkı”nı ortadan kaldıran çirkin yapılarının aksine, cumbalı taş Rum evleri birbirinin manzarasını kesmeyecek şekilde, yüzleri Boğaz’a dönük yapılmış.
Bugüne kadar kalan ve yenilenen ev sayısı çok, üstelik öyle güzeller ki, sahipleri fotoğraf çekenlerden bıkmış usanmış, her evin kapısında ticari çekim yapmanın yasak olduğunu belirten uyarılar asmış.
“Burası İstanbul ise, bizim yaşadığımız şehir İstanbul değil. Bizim yaşadığımız İstanbul ise burası İstanbul değil” dedirtiyor. Üzücü ama İstanbul, tam olarak da bu esasında...
“Amaan, boşver, bize bir şey olmaz”ın içimize nasıl sinsice yerleştiğini bir kez daha gördük.
İnsan beyni her durum ve koşula kendini adapte edebilmesiyle meşhur, malum. Biz de kendimizi bu “rastlantısal yaşama” haline adapte etmişiz çoktan.
Her türlü medeniyet-sizliği, her türlü tehlikeyi, riski “bizden” hale getirmişiz, daha doğrusu getirenlere alışmışız ve gerçek anlamıyla “yuvarlanıp gidiyoruz”.
Yokuş aşağı üstelik. Bir yerlere çarptığımız zaman da haliyle sorumlusu bulunamıyor.
Bilimle, teknolojiyle insanın da gelişmiş bir varlık haline dönmesini bekliyoruz ancak hayır, teknolojiyi de kendi “ilk insan”lığına adapte etmeye çalışan bir canlı o.
Aynı canlı, bilim ve teknolojiyi, medeniyet yoksunluğunu gidermek için değil, pekiştirmek için kullanıyor.
O canlı telefonuyla konuşarak çapraz araç sürmeyi keşfetti mesela.
“Adam” bile demek istemiyorum aslında, taraftar zaten demiyorum, öyle taraftarlığın olduğu bir dünya yok.
Ona ancak cehaletin ve güce tapınma halinin kültür-fiziği derler, başka bir şey de demezler.
Nasıl oluyor da insan dediğimiz, hani o diğer canlılardan zihni ile ayrılan varlık bu hallere düşebiliyor?
Saf saf sorarak başladım ama derdimiz herhalde “saf saf sinirlenip sahaya atlamış takım taraftarı” değil.
Derdimiz maç değil, futbol değil.
Biraz daha gerilerden alalım isterseniz.
Dün hiç tanımadığım bir insana sırf sana benziyor diye usulca yaklaşıp “SİZ” dedim sevgili izan sahibi Habitus okuru.
Peki o bana ne dedi?
Sen.
Peki ben konuşmaya nasıl devam ettim?
“Siz” diyerek.
Sen ve siz kelimelerini top gibi birbirimize ata ata devam ettik, ta ki konuşma bitene kadar.
Bilhassa devlet dairelerine mel’un bir virüs gibi yayılmış bu hitap şekline, çalışan memurla vatandaşın arasındaki enseye tokat muhabbetine nasıl müdahale edeceğiz, bilen varsa beri gelsin.
* * *
Hiçbir özelliği olmayan evlerin hepsine “BU FIRSAT KAÇMAZ” cümlesini iliştireyim. Dökülen ve ev sahibinin asla yenilemeyi düşünmediği, olası tüm saçmalıkları kiracıya ödeteceği evlerle ilgili 18 aylık kira peşin, 6 aylık kira depozito, AKSİ TAKDİRDE EV VERİLMEYECEKTİR yazayım. (Çocuğumu da vereyim mi, rehin olarak!)
Dur şu emlak sektörüne gireyim de yatak odasındaki askılığı kaldırmayayım, don, çorap, Allah ne verdiyse hepsinin fotoğrafını çekeyim, “yatak odası görseli” olarak emlak sitelerine yükleyeyim.
Dur dünya üzerindeki tüm ilgisiz renk ve mobilyaların bir araya toplandığı evlere ÇOK ŞIK MÖBLELİ EV yazayım da tıklayanların enerjisini emeyim, omuzlarını çöktüreyim.
Dur bir basın gezisine gideyim de GEÇEN FALAN CEO’SU İLE BUSINESS CLASS’TA SOHBET EDİYORUZ, Bİ GÜLDÜK, Bİ GÜLDÜK SORMAYIN diye köşe yazayım. Bakarsınız aynı bisinız klas’ta Sertab’a, Ajda’ya, o da olmadı “Sevgili Sezen”e denk gelir, yeni projelerini de öğrenirim.
Bizinıs klas turum bitip yerime döndüğümde hostes gülümsemeyi unutur, hizmette kusur ederse ONUN DA ÇEKECEĞİ VAR, bakın söylüyorum.
Unutmadan; hazır evden havaalanına, havaalanından uçağa giderken tüm halkımızı ilgilendiren en önemli konulardan biri olan CIP salonundan da bahsetmeden geçmeyeyim. Artık konuyu CIP salonunun çok kalabalık olması, “herkesi de alıyorlar şekerim” şikayeti, bu ne rezillik kardeşim vs. diyerek, özel muamele istediğim arzusu çerçevesinde toparlarım.
Sanırsın Suriye tartışıyorlar ama konu ÇÖREKOTU
Ciddiyim. Kaybettiğin, özlediğin, sana kendini hatırlatan görüntülere bakarak, hikayeleri okuyarak, eski insanların naifliğini düşünerek hislenmek.
Her eski fotoğraf, her hikaye “Nasıl bir zihniyet bir şehri bu kadar yozlaştırabilir?” dedirtiyor.
Facebook’ta “Eski İstanbul’un en güzel fotoğrafları” isimli bir grup var. Her semtin, şehrin her noktasının bir zamanlar nasıl göründüğünü merak edenlerin her gün bıkmadan tıkladığı bir grup bu. “Hiç yaşamadığım eski İstanbul’a özlem acısı” çekmek istediğimde bu fotoğraflara bakıyorum.
İstanbul’un yozlaşması sadece bugüne veya son 10-20 yıla ait bir mesele değil. Bir zamanların cenneti, her iktidarla sistematik olarak içi farklı biçimlerde oyulmuş dünyadaki yegane şehir sayılabilir. Bu kadar plansızlığa bir de nüfus artışını ekleyin... İlk depremde çökecek evlerin altında yaşayanları düşünün... Eski hikayeleri okuyun, fotoğraflarına bakın, bir de yenilerine...
Bir cennet nasıl cehenneme dönmüş alın size hikayesi.
Şimdi Kadıköy civarında eski binalar yıkılıyor, yenileri yapılıyor. Eski binalardan çıkanlar müteahhitler tarafından geçici kiralık evlere yerleştiriliyor. Sonuç: Kira pazarı ve kiraların artışı. Uyduruk evlere istenen uçuk fiyatlar. Ev bulmak neredeyse imkansız. Bu durum, para ile dönen dünyamızda çakallığa “içinde bulunduğumuz sistem” diyor olmamızın ispatı değil de nedir?
Bugün biraz “teyze” kıvamındayım, artık kusura bakmayacaksın sevgili nostalji bağımlısı Habitus okuru. (Evet ayrıca, teyzeyim, ne var? Teyzeysen teyzeliğini kabul edeceksin arkadaş.)
Meseleye “uyanıp” yazdıklarını sildi ve açıklama olarak “Bir anda onu okula gitmek istemeyen bir öğrenci olarak algıladım ancak gerçeği hatırlayınca tweet’i hemen sildim” yazdı.
“Gerçeği hatırlayınca” ifadesinde biraz duralım mı?
Bence duralım, çünkü pek çok şey anlatıyor. Sıra sıra konuşalım:
Medyanın susması ve susturulması, gözümüzün önünde olan biten gerçekleri “hatırlanacak” detaylar haline getiriyor.
Sokağın, yaşam alanlarının biber gazı, plastik mermi ve “sokakta dolaşan yeni nesil tanklar” ile terörize edilmesi haberleştirilmedikçe bu da olağan, sıradan, her akşam yürüyüşünde karşılaşabileceğimiz bir duruma dönüşüyor.
Yaşlıların, çocukların, ailelerin, sokak hayvanlarının yaşadığı bir sokakta beş eylemci koşarken biber gazı kullanıldığında, bu, sayıca çok sokak sakinlerinin yaşam hakkına müdahale oluyor (Hoş, mahalle sakinleri sayıca az olsalar da fark etmezdi. Ayrıca bkz. Valinin marjinal kelimesiyle “sayıca az” demek istemesi). Daha da fenası bu bir haber olarak değerlendirilmediği için, biber gazı burunlarına kadar gelmeden haberleri bile olmuyor. Haberi internetten takip etmeyen insanlar var. Üstelik sayıları pek çok. Sabahları sakin, güzel bir güne uyandıklarını sanıyorlar. Biz anlatmasak ancak tesadüfen öğreniyorlar. 80 yaşındaki babamıza Twitter hesabı mı açalım yani?