Sosyal medya çağının en büyük getirisi kendini özgürce ifade etme imkanı tanıması, değil mi? Geyik, gıybet, “kim ne yapmış” meseleleri, anında bilgi ve habere ulaşma kısmı ise bağımlılık yaratan tarafları.
Bağımlılık yaratmasının tek sebebi “hayatı kaçırma hissi” değil.
Esas bağımlılık yapan tarafı, “onaylanma” ihtiyacını fazlasıyla tatmin ediyor ve her gün bu ihtiyacı daha da artırıyor olması.
Sosyal medya, kendini olduğundan farklı göstermek için benzersiz bir mecra. Okumadığın kitaplardan, dinlemediğin müziklerden, bihaber olduğun konulardan adeta bir uzman gibi bahsedebilirsin.
Kendini görünmediğin gibi gösterebilirsin. Gerçek hayatta kendini olduğundan farklı gösterme biraz zahmetli bir iş tabii. İşin içine görüntü, ses, vücut dili, kurulan anlık cümleler giriyor. Sosyal medyada ise bir filtre, bir efekt ile “çok güzel” görünmek mümkün.
* * *
Şu bir gerçek: Instagram profilleri, Twitter’da veya Facebook’ta paylaşılan sözler, durum güncellemeleri, kullanılan cümleler, iletişim dili kişi ile ilgili bir çerçeve çiziyor. Detaylı bir “ilk izlenim notu” sağlıyor.
Büyük Patlama teorisi, evrenden önce ne vardı, patlamada ne oldu, atom nedir, kadim dostum Maxwell ışıkla ilgili neler bulmuş, manyetizma ile elektrik arasındaki ilişki nedir gibi konular irdeleniyor.
Her gün “Gadın memesi, camiide içki içtiler” gibi pek de zihni imtihan etmeyen meselelerle bombardımana tutulduğumuz için belgesel biraz zorluyor tabii. Fizikti, evrendi, efendime söyleyeyim, uzaydı, gezegenlerin oluşumuydu, konular bunlar.
Mesela, santimetrenin milyonda biri veya saniyenin milyonda birinden daha küçük ölçüleri hayal etmeye çalışıyorsunuz. Evvelki gün, kendimi yurdum siyasetinin suni gündeminden kurtarmış, açmışım televizyonumu.
Mis gibi belgesel, Büyük Patlama’yı anlatıyor adam. “Santimetrenin milyonda birinden daha küçük bir nokta, saniyenin milyonda birinden küçük bir zamanda nasıl sonsuz genişler?” gibi soruların cevabını hayal etmeye çalışıyorum.
Tam “Kendimi evrende küçücük bir nokta, sadece mini mini bir detay gibi hissederken... Tam “Vay arkadaş, evren dediğimiz ne acayip... Sanırım ağlayacağım” diye düşünür, kendimi yurdumun Ortaçağ karanlığı muhabbetlerinden biraz sıyırır, ağzım beş karış ekrana bakarken...
Albert Einstein’dan bahsedilen bir anda karşıma şu görüntü çıktı:
Bir anda kendime geldim.
Kimi zaman kibarlıktan, kimi zaman kendi kendini övme konuşmasının sizi bağlayan bir durum olmamasından, kimi zaman da lüzumsuz yere kalp kırmamak için yapıyor insan bunu.
Hipnotize olmuş bir biçimde kafa sallarken fark etmiyorsun ama sonradan tarifsiz bir yorgunluk çöküyor üzerine insanın. Ardından, kendine soruyorsun: Ben neden bunu çekiyorum? Bu işkenceyi kendime neden yapıyorum?
Yıllar geçtikçe kendinizi daha az sosyal hissediyorsanız, hiç “yaşlandık şekerim” muhabbetine girmenize gerek yok. Sadece hayatın ego savaşlarıyla vakit kaybedecek kadar uzun olmadığını anlıyoruz.
Biraz geriden başlayalım: Hatırlasanıza ergenliğinizi. Aileyle vakit geçirmek zul gelirdi. Sokağa çıkalım, arkadaşlarımıza gidelim, “bağımsız” olalım... Anneyle gezmek istemezdik. “Çocuklar” yapardı çünkü anneli gezmeyi.
20’leri geçince ergenlik halleri, lise yıllarının “bir üst sürümü” sayılır: Gece gez toz, gündüz sokakta ol, bir yerlere git ama bunların tümünü farklı farklı arkadaşlarla, farklı biçimlerde yap.
İş hayatına atılınca, iletişim kurmak zorunda olduğunuz bir insan ordusu ile karşılaşıyorsunuz. Yıllar geçiyor, işyerleri değişiyor ve iletişim kurmak zorunda olduğunuz kalabalık ordu katlanarak artıyor.
30’ları geçtiğinizde kendinizi “iletişim yorgunu” hissetmeye başlıyorsunuz. Düşünsenize, hayatınız boyunca “kafanıza uygun olmayan” binlerce kişiyle konuştunuz. Duruma göre onları ikna etmeye çalıştınız, bazen kariyer yolunda sizi asla anlamayacak birilerini etkilemek için kendini paraladınız, bazen de mecburen can sıkıcı muhabbetler yapmak zorunda kaldınız. Kimi zaman kendinizi ait hissetmediğiniz sohbetlerin içinden kendinizi çekip alamadınız...
Sebebi açık: Halihazırdaki kanunlar, her konuda suiistimalin her türlüsüne müsait.
Kanunlar müsait olmasa bile yurdum insanı “daha çok para” için her türlü dalavereyi yapmaya, boşluğu eşelemeye, kanunu evirip çevirmeye hazır. Yeter ki cep dolsun.
Kentsel dönüşüm de vatandaşın kabusuna dönüşen konulardan biri artık. Kimi müteahhitler işi “zorbalık” noktasına dahi taşıyor.
Psikolojik baskı yapanlar, “hayır” yanıtından sonra sakız gibi yapışanlar, ısrar ederek bıktıranlar...
Farazi, güven vermeyen projelerle laf kalabalığı edenler...
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: Apartmanın verileceği şirket ile anlaşmak, için mal sahiplerinin 3’te 2’sinin onayı gerekli.
Diyelim ki 12 daire var. 8 daire “tamam” diyecek ki, x firması binanızın sorumluluğunu alabilsin.
Hal böyleyken sosyal medya kampanyaları boşa harcanan enerji, boşa harcanan iş gücü, boşa vakit kaybı...Mesela ben belediye başkanlığına adaylığımı koyabilir ve bir milyon kişiyi organize edip “Melike Karakartal... Başkan gibi başkan... Üç tas has hoşaf içen başkan...” yazdırabilir ve bir süre TT olabilirim.
Peki bu benim Twitter’da çok konuşulan bir insan olduğumu, başkan gibi başkan olduğumu ve üç tas has hoşaf mı içtiğimi gösterir? Elbette hayır.
Bu durum benim, başkan seçilmek için yürüttüğüm kampanyanın bir de sosyal medya tarafının olduğunu ve benim için bu konuda çalışan insanların olduğunu gösterir.
Belirli bir zaman aralığında en çok konuşulan kişi olmadığı halde, halde para ve organizasyonla Trending Topic kampanyası yapmak, artık sahtekarlık olarak algılanıyor.
Hele hele Şehir Hatları, İGDAŞ gibi devlet kurumları böyle bir organizasyona dahil edince...
İnsanın “Hak hukuk, gag guguk ülkesi” diyesi, “Etik ne demekti” sorusunu sorası geliyor.
Sahibini “şak” diye anlatan cümleler
Bir konuşursam yer yerinden oynar:
Şu sıralar yoğun gündem nedeniyle köşede yer veremediğim epey davet birikti.
Hepsini bir arada yazayım da kurtulayım. Valla o kadar yedik, içtik, bizinıs klas’larda, lüküs otellerde kaldık, davet sahipleri iki kalem oynatalım bekliyorlar...
- Geçen Hırt İnşaat A.Ş.’nin sahibi Hırtettin Rantçıbaşı ile çok özel bir davette bir araya geldik.
Yeni projelerinden bahsetti. Oldukça yenilikçi ve modern bir tarzı var. Eşi Maklube Hanım da şen kahkahalarıyla ortama neşe kattı.
Yılda iki kez sosyal sorumluluk projesi yapıyor, en son objektife bakarak çığlık atmış.
“Ay çok hoşsunuz” dedim, kafamızı geriye ata ata güldük. Meğer Edvard Munch’un “Çığlık” tablosunun bakımı için bağış kampanyasına destek vermiş!
O da eşinin yeni inşaat projesinden çok umutlu. İstanbul yeni bir proje kazanıyor sizin anlayacağınız!
Dini, inancı kendi karanlık dünya görüşlerine göre yaşayanlar boyunlarını evinizin içine kadar uzatacak, sağlığınız veya iyiliğiniz için değil, “genel ahlak” denen muğlak meseleden ötürü yediğinize, içtiğinize, konuştuğunuza, görüştüğünüze, izlediğinize bile karışacak dese, inanır mıydınız?
Bu anlayışı sürdürmek üzere kraldan daha çok kralcılar yetiştirilir, eğitimde bilimin b’sinden söz edilmez, “Genel ahlak bekçiliği” temel mesele olurken bugünden 10 sene sonrasını düşünmek rahatsız edebilir.
Etmesin. Neden biliyor musunuz?
Toplum mühendisliği ile aydınlık insanları ancak yavaşlatabilirsiniz. Ülkeyi karıştırabilirsiniz.
Cehaletin kol gezdiği yerlerde insanları rahatlıkla etkiniz altına alabilirsiniz.
Karanlık bir yerlere götürebilirsiniz. Ama ışığı yok edemezsiniz.
Toplum mühendisliğine soyunmuş her insanın uzun vadede büyük hayal kırıklıkları ile dolu dünya tarihi.
İki kişinin başına gelen tek bir olay değil bu aslında. Hem kendimize dair hikayeler anlatıyor hem de “süt verdim, o halde oğlum benim malım” hissiyatlı annelerin dramını.
Oğlunu başka kızlardan kıskanan, süt verdiği, pırlanta gibi yetiştirdiği oğlunu ancak kendi layık gördüğü kızla baş göz etmek isteyen tek anne Harun’un annesi değil.
Ayşe Arman’ın röportajını okuyup “Vah vah” çeken, ancak kendi başına gelse aynı biçimde davranacak aileler de bir değil, beş değil, on değil.
Bir insanı tanımadan, hakkında herhangi bir fikri olmadan karakter tahlili yapmaya veya elindeki çok az bilgiyle “bu şöyle bir insandır” demeye ne diyorduk?
Önyargı.
Önyargılar örf ve adetlere katılmış, bir takım at gözlüklü adamların kafasında yoğrulmuş, sonuç ise ortaya “sözlü toplum kuralı” diye çıkıvermiş.
Öte yandan hakiki “örf ve adet”ler can çekişiyor. Örf ve adet dediğimiz “cehaletin yönettiği kafa yapısına yaranma kılavuzu”na dönmüş.