Salgın varken, eczanelerde grip ilacı bulunmazken, Sağlık Bakanı’nın “Salgın yok, her türlü ilaç ülkemizde bulunmaktadır” açıklamasının maksadını anlamak mümkün değil.
“Yok artık, sağlık politikasında bu olmaz artık” diyorsun ama korktuğun başına geliyor.
Sadece belirli kişilerin hayatı belirli koşullarda değerli idi zaten, bu beyanın nesine hayret ediyoruz, onu da anlamak mümkün değil.
Neyse...
Ben de nasibimi aldım bu salgından. Perşembeden beri her ayağa kalkışım gerisingeriye yatış ile son buluyor.
Günlerce yatmak da her akşam saatlerce İstanbul trafiğinde kalınca yaşanan bezginlik gibi. Belli bir evreden sonra yapılabilecekler tükeniyor. Zaten parmak oynatmak bile yorucu, bir süre sonra ne kitap okumak, ne Twitter’a sarmak, ne televizyon izlemek para ediyor.
Ayağa kalkıp Heidi gibi bayır aşağı koşmak istiyorsun fakat bu arzun odanın kapısına kadar yürüdüğünde son buluyor.
* * *
Çocuk yaşta kız evlendirecek zihniyetin varlığı zaten malum.
O zihniyet önceki hafta 12 yaşında evlendirilmiş, 13’ünde anne olmuş Kader’in 14 yaşında canına mâl oldu. Bu, elbette buzdağının görünen kısmı. Okumadıklarımız, bilmediklerimiz, suyun üstündekilerden fazla.
Zaten mesele öylesine derin, öylesine kök salmış ve gelenek haline gelmiş ki, yok olması imkansız. Büyükşehirde evrim geçiriyor ama yine var.
Bu zihniyet büyükşehirde en fazla “Kız okusun, çalışsın ama en kısa zamanda evlensin”e dönüşüyor. O okunan okulların, eğitimin, eğitimin niteliğinin bir değeri yok. Gurur sebebi bile değil.
Çocuk yaşta kız evlendirecek zihniyetin büyükşehir adaptasyonunda, gurur ancak kızın beyaz gelinlik giymesi halinde söz konusu oluyor.
Kızın evlenmesi, herhangi bir erkeğe emanet edilmesi, kendi başına ayakta durup “ahlaksız” bir hayat yaşamasından daha münasip.
Pedofili kurbanı olan gelinlik giydirilmiş çocukları “birileri” bir süre daha görmezden gelecek.
Bir vakit bizim Yalova’da bir yazlık vardı. 99 depreminde büyük hasar gördü.
Site bir kişiyi yuttu, gerisi kurtuldu. Kısa süre sonra yıkım kararı alındı ve bir zamanlar evimiz bellediğimiz yer, dümdüz bir çorak araziye dönüştü. Yaslı, yürek burkan bir araziye.
20 sene evim dediğim yer, bugün hâlâ rüyalarıma girer. Yetmez, ara sıra gider, o boş arazide dolaşırım.
Neyse, şimdi konu o değil. Yanındaki site. Size o siteyi anlatmak istiyorum.
Herhalde ilk çiviyi çaktıkları yıl 87-88 senesi olmalı.
Projeyi görünce civarda bulunan Aydınkent-Ceylankent benzeri bir site olacağını düşündük.
İnşaat başladı, arazinin doğu kısmında, denize paralel bir bina yükseldi.
Ne olmuştu, asla unutmamak adına en vurucu örnekleri yeniden hatırlayalım: Çocuklar Einstein’ın piposundan, abajurdaki kadın figürünün memesinden korundu.
Maksat “çocukları korumak”, yerseniz tabii.
Ahlak bekçiliği misyonu edinenler kendi belirledikleri “bizim halkımız bunları kaldırmaz” eşiğini geçen ne varsa bastılar sansürü.
Ha, onlar basmadı da, bel büken cezaları ödemek istemeyen kanallar sansürledi yayınlarını.
İçkiye koyulan sansürün sebebini herhalde konuşmaya lüzum bile yok. Ne de olsa hepimiz biliyoruz.
Şimdi sırada internet var.
Ahlak bekçiliği mekanizması yine çalışıyor. Yine birilerinin ahlakına göre filtreleneceğiz, birilerinin sakıncalı bulduğu kelimeleri içeren içeriği aramak mümkün olmayacak.
-Ne demişti kadim dostum George Orwell? “Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir.”
Peki, hiç kimsenin eşit olmadığı fakat bazılarının aşırı eşit olduğu bir ülkede adalet bekleye bekleye ömür geçer mi?
-Ülkenin tepesinde duran kişiye “Nedir o banka kutularındaki paralar?”, “Nedir o umre seyahati?”, “Nedir o kasalar?” diye sorulamayan bir gazetecilerle toplantı ortamının “sıradan” karşılanmasının beklendiği bir durumda her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmakla ömür geçer mi?
-Tek mutluluğun “para ile edinilen güç, sahip olmak” olarak kodlandığı bir ülkede, iç dünyaya ait edinilmiş en büyük değer olan inanca oynayarak siyaset yapanlarla, “Biz yoksak, inanç da elden gider”le kandırılan kah saf, kah cahillere laf yetiştirmekle bir ömür geçer mi?
-Bilim, teknoloji, kültür, sanat konusunda yaprak oynamazken, medyada kalem oynatan neredeyse herkesin tek mesainin “yolsuzluklar, kendi refahı için koca bir ülkeyi kullananlar”a dönüşmesiyle, önceliklerimizin alaşağı edilmesiyle... Her an bastıran “adaletsizlik, haksızlık” hissiyle bir ömür geçer mi?
-Alabildiğine bastırdıkları cinselliğin, yılbaşı gecesi meydanlarda kulaklarından fışkırarak çıkan adamların tacizlerini yaşamış kadınları görerek...
Cezadan elini kolunu sallayarak kurtulan bu adamları, toplumun ahlaki çöküşünü izleyerek bir ömür geçer mi?
Örnek: Eğer çıt çıt tweet atmasaydı bir siyasetçimizin “gavur” kelimesini rahatlıkla kullanabilen bir siyasetçi olduğunu nereden bilecektik?
Biz saf saf siyasetçilerimizin dil, din, ırk, etnik köken ayırmadan vatandaşını sevdiğini, “yabancı” değerlendirdiği vatandaşları, canı öyle istediği, daha doğrusu aklının çalışma mekanizması öyle buyurduğu için vatan haini ilan ettiğini bilmeyecektik.
Ne demişti, hatırlayalım: “Elin gâvuruna neden Türkiye’yi karıştırıyorsun diyemem, adam gavur. Ancak bunlara uyan kimler varsa bu gece kafalarını yastığa koyunca düşünsün.”
(Ayrıca, MESELA, işadamı uçağıyla “bedava” umreye giden de, sizin deyiminizle “elin “gavuru”ydu, değil mi bayım. Bedava umre baldan tatlı diyorlar...)
-Bilhassa danışmanların çıt çıt Tweet atması pek faydalıdır zira sosyal medyadan nasıl da anlamadıklarını tüm Twitter alemine ilan ederler.
Okuyan kişiyi “Aman Yarabbi, sosyal medyaya hakim olmayan; toplumsal olayları objektif bakarak, sağduyuyla değil, “bir partinin işine geleceği yönden nasıl aktaran bir danışman nasıl olur?” sorusu eşliğinde isyan ettirir.
Küçük hesaplar uğruna bir memleket nasıl çürütülür, çürüme sürecinde nasıl lokomotif olunur, okullarda ders diye okutulacak niteliklere sahip olduklarını gösterdikleri için çıt çıt Tweet atmaları pek faydalıdır.
Ağlayalım...
Üstelik bu gücü vatandaşınızdan alıyorsunuz, çünkü onlar sizi seçti. Elbette sizi denetleyecek birileri de olacak ancak öyle bir pozisyondasınız ki, o denetleme mekanizmasıyla bile oynayabilirsiniz.
Doğru adımlar atarak kolayca zengin olabilirsiniz, çevrenizdekileri zengin edebilirsiniz, ailenize ve yakınlarınıza imtiyaz sağlayabilirsiniz... Üstelik çok seveniniz var. Senelerce sizi sorgusuz sualsiz güven besleyen ve seven bir kitle... Hep alkışlanıyorsunuz, hep övülüyorsunuz, hep “ortamın yaranılması gereken adamı” sizsiniz.
Herkes size çalışıyor, herkes sizin gözünüze girmeye çalışıyor, el üstünde tutulan ve itina edilen bir numaralı insansınız.
Kendinizi bu koşullar altında düşünün. Çürümez misiniz?
“Hayır efendim, çürümem” diyenlerin dahi kayda değer bir kısmı böylesine ekstrem bir güç ve para denizi içinde kendini kaybedecektir.
Eğer ideal bir dünyada yaşasaydık, bu koşullarda çürümeyecek insanların siyasetçi olması gerekirdi, değil mi? Belki uzak bir gelecekte çürüme/kendini şaşırma potansiyeli olmayan insanların belirlenip memleket yönetimine ancak onların geçebileceği bir sistem olur, kim bilir...
Bugüne kadar ülke yönetimine geçen, eline güç alan herkes battı bu “yolsuzluk” balçığına. Milletin gözünün içine baka baka türlü numaralar çeviren siyasilerle dolu Türkiye tarihi, malumunuz. Bugün de gelenek devam ediyor.
Gitti işte. Bir daha da geri gelmeyecek.
Peki bu sene ne farklı olacak?
Sonundaki bir sayı değişikliği dışında farklı olan nedir?
Bugün 1 Ocak, yeni yılın ilk günü.
“Hadi yea, sen söylemezsen bilmeyecektik” dediğinizi duyar gibi oluyorum sevgili akşamdan kalma Habitus okuru.
Şimdi git kendine bir portakal suyu filan koy, geri dön, sana bir şey anlatacağım.
* * *
İlkçağlarda insanlar çevrelerinde olan biteni tasvir yoluyla anlamaya çalışırlarmış.