Bugün çark tersine işliyor, ipler kullanıcının elinde” diyor.
Evinize bir misafir çağırdığınızda, oturma odanızda bir kitaplık varsa, kitaplarınız, sizi ona anlatır. Karşınızdaki kişinin sizi anlamasını sağlar.
Müzik de böyle. CD, konser DVD’si arşivleri artık raflarda değil, parmaklarınızın ucunda duruyor.
Sosyal hayattan tutun da, işimizi yapış biçimimize, son 20 yılda büyük değişimlerin kaynağı oldu internet.
Müzik piyasası da bundan payını aldı. Müzik paylaşımına olanak tanıyan yeni teknoloji, telif hakları meselesini gündeme getirdi, büyük finansal kayıpların ve önemli davaların ardından endüstri kendini yeniden şekillendirdi.
İnterneti “bedava içerik kaynağı” olarak görmek hâlâ en büyük problem.
“Fikir işçiliği” kavramının söz konusu olduğu her alanda internet sonsuz seçenek sunuyor gibi görünse de, sunmuyor esasında. İnternet, çoğu zaman kimlik ifşa etmeden yapılan, elle tutulmayan, soyut olan, dolayısıyla milyonlarca insanda vicdan sızlatmayan bir tür hırsızlığa aracı oluyor, o kadar.
İnsanlar meydanlara akar, kendi gibi olmayana kulağını tıkamışlara “bizi duyun” der, “Ülkemizin ilerlemesini baltalamak isteyen birtakım güçler var” olur.
Gazeteci gazeteciliğini yapar, gündemle ilgili soru sorar, “özel olarak görevlendirilmiş arkadaş” yaftası yapıştırılır.
Bir dizi çekilir, (tekrar söylemek gerekirse, DİZİ), bu Türk aile yapısını baltalamak için özel hazırlanmış proje” diyen çıkar.
Gücü muhafaza etmek için gelişen, “elmaya armut dersem armut olur” türünde bir savunma mekanizması bu ama...
Arkalarından bu deli saçması komplo teorilerine inanan binlerce insan sel oluyor; bunun yanı sıra saçmalık konusunda eli yükselten kişiler ve yayın organları muhakkak çıkıyor.
Saçmalık yüze katlanıyor, gerçeğe dönüşüyor ve gündemin orta yerine düşüyor.
İşte delirme de böyle başlıyor.
Görmezden gelince sanki bunların hiçbiri gerçekleşmemiş, sözler söylenmemiş gibi mi olacak?
Komşu teyzenin “Evladım ne zaman evleneceksiniz?” baskısını görmezden gelmek kolay. “He” der geçersin.
Ama söz devletin tepesinden gelince... Koca bir millet bir kişinin gözlükleriyle gördüğü dünyanın içine çekmeye mecbur edilince...
Hangi ara bu kadar yanlış anlamış olabilirler “halk için çalışmak” ifadesinin tercümesini?
Hangi ara bu kadar yanlış anlamış olabilirler “devlet yönetmek” eyleminin gerektirdiklerini?
Demokrasi kelimesi, birçok kişi için leoparı vuran adamın haybeye gururuna benziyor.
Sahi, günlerce baktık o fotoğrafa. Neye gurur yapıyorsun arkadaş?
Hayır, erkek Habitus okurlarını önceden uyarayım da, sonra, yok efendim saç baş muhabbeti yapıyorsun, yok efendim ülkede bu kadar sorunu varken bu mu derdin diye söylenmeyin.
Kadın dediğin savaş çıksa bile “MANİKÜRE GİTMEM LAZIM, KAŞ ALDIRMAM LAZIM, DİP BOYAM GELDİ” diye sızlanır, şimdi eğri oturalım doğru konuşalım.
Yemişim ülkenin sorunlarını. İster kabul edin, ister etmeyin, çoğu kadının kuaför saati geldiyse, ondan daha önemli bir sorun yoktur kardeşim.
O yüzden bugün izninizle bazı “kızsal” konuları tartışacağım.Kendine bakan kadınlar, sorarım size: Kendiniz için ayırdığınız mesaiyi bir düşünsenize.
Acaba hayatınızın kaç yılı kuaför sandalyesinde oturarak geçiyordur?
Kendinizi değiştirmek için harcadığınız çabadan bahsediyorum. Bizim gibi adamlar varken kuaförlerin sırtı yere gelmez, bakın kesin konuşuyorum.
Eğer kendinle oyuncak bebek gibi uğraşanlardan değilsen, o zaman önünde saygıyla eğilirim sevgili kendiyle barışık Habitus okuru.
Canlı derken, insanda da aynı, kuşlarda da, kedilerde de aynı... Ne bileyim, “Aman karga yeni doğmuş evladımı kapıp götürmesin” diye yavrularını saklayan bıldırcın kardeşimiz ile bebeğinin bir ufacık ık-mık sesine koşturan insan evladının çıkış noktası aynı.
Veya bir kedi yavrusuna göz bebekleriniz kalp olmuş bir vaziyette yaklaşırken annesinin size “Yavruma dokunma, koluna saat yaparım” kıhlaması da öyle.
Tabii bu hisler yavrulayınca gelişiyor. Yavrulamak ise her canlıda neslin sürmesi için bir gereklilik. Bu da evrim süreci açısından bakacak olursak, artık “alın yazısı” olmuş. Canlı dediğin yavrular kardeşim.
Mı acaba?
Peki ya içlerinde böyle bir his beslemeyenler?
Onları “arızalı” olarak mı algılamak gerekiyor?
İnsan belli bir yaşa eriştiği zaman bebek beklentisi oluşuyor şüphesiz. “Bebekten önce son çıkış yaşı olan 35’e doğru ilerlerken, hıçkırsanız “AY HAMİLE MİSİN?” sorusu duymak gayet olası.
Konuşulan, tartışılan konular delilik sınırına doğru hızla ilerlediğimizi gösteriyor.Radyoyu açıyorsunuz, “İsteyen kotunu giyer, isteyen başörtüsü takar kardeşim” cümlesini işitiyorsunuz. (Tarih: M.S.2013)
Bankta gençlerin yan yana oturmasından rahatsızlık duyanların endişelerini tartışıyorsunuz. (Tarih: M.S. 2013)
Her geçen gün insan ekseninden uzaklaşarak din eksenine oturan bir devleti izliyorsunuz. Kıyafet tercihlerini, insanın aklını kaybetmesine yol açacak istatistiklere sahip çocuk tacizini, mide bulandıran bir kadın algısı içinde yaşama halini konuşuyorsunuz.
Farkındasınızdır, kendine muhalefet edene karşı kullanılan kindar lisan devletin tüm kademelerine, iktidara yakın duran herkese öyle işlemiş ki 20 kere tartmadan bir cümle bile yazamaz olduk.
Sosyal medyada “ben şu konu hakkında sizin gibi düşünmüyorum” dediğinizde, (demokratik hak?) iktidar “yakın”larından insanı hakikaten hayrete düşüren hakaretler, küfür, ima, suçlama işitmeden geçen bir gün yok neredeyse.
Bir politikacıyı desteklemekle ona tapınmak arasında kalın bir çizgi vardı, çoktan şeffaflaşmış. Hissiyat “tapınma” sınırına gelmese “ben şöyle düşünüyorum” diyen bir adama sanki kardeşine küfretmiş muamelesi yapmak nedendir?
Kindar lisan, devletin en tepesine oturunca destekçileri ne yapsın, sahi ya...
Konu ekonomik ise, halkın faydasına olacağı iddiası taşıyor ise, dünyanın yörüngesi bile yerinden oynatılabilir, öyle değil mi? Değil.
Konumuz aslında ağaç, cami veya siyaset de değil. Konu, beyinlerin kıvrımlarına yerleşmiş düşünce biçimi. Olayın kökü.
O da nedir? Kimileri için doğa, dünya, evren; insanın ebedi yolculuğunda geçici olarak uğradığı dünyada, onun hizmetçisidir.
Eğer evrenin merkezine insanı koyarsanız, elbette çevrenizdeki her şey, her canlı fena halde geçici, önemsiz ve “taşınabilir” görünür.
Doğa sizi beslemek, barındırmak için vardır. Önünüze engel çıkarıyorsa, onu alıp bir başka yere koyabilirsiniz. Ya da koymayabilirsiniz, bırakın çölleşsin, oh ne güzel. TOKİ yaparsınız.
Bakın size bir hikaye anlatayım. Masal değil, gerçek. Gerçek olamayacak kadar güzel ama gerçek:
İspanya Valencia’da bir nehir varmış. Adı Turia nehri. Vaktiyle her yağmurda taşar, su baskınlarına sebep olurmuş. Ne yapsalar çare bulamamışlar bu nehrin derdine. Kurutmaya karar vermişler. Peki kurutup geriye kalan o uzun boşluğa ne yapmışlar? En mantıklısı otoyol gibi duruyor değil mi? Oh, ne güzel yol yapılınca etrafındaki arsaların değerleri de artar, gelsin paralar... Ohh beton. Canım beton. Aşkım beton.
Trafik başlamadan kendinizi yollara atmalısınız ki vakitten kazanasınız.
Henüz horozlar ötmedi. Hoş, beton ormanı içinde horozu bulan bana da haber versin, biz en iyisi ona “komşu elektrik süpürgesini çalıştırmadan” diyelim.
Beş dakika geç çıktığınız için bugün ne yazık ki biraz yollarda bekleyeceksiniz.
Radyoları karıştırmaktan, etrafınıza bakmaktan, ufuklara dalmaktan, sürekli oturmaktan sıkılacaksınız. Kendinizden bile sıkılacaksınız.
İşe varacaksınız. “Ofiste çürüyoruz”cular isteksiz isteksiz çalışmayı sürdürecek.
Ofiste çürüme duygusundan kaçınmak için çözümü işkoliklikte bulmuşlar ise kafasını kaşıyacak vakit bulamamaktan şikayet etmeye devam edecek.
Şeker bağımlısı haline gelmiş garibim şehir insanı günde iki kez şeker krizine girecek.