Son günlerdeki yolsuzluk haberleri insanın içini karartıyor ama davetlerden davetlere ağırlandığımdan benim için hava hoş sevgili okur.
Valla bu yolsuzluk konuları sayesinde davetlerde uzun ve tuhaf sessizlikler yaşamıyoruz artık çok şükür.
“Akape-cemaat, ne oldu da birbirlerine düştüler yahuuu?” dedi mi biri, muhabbet çorap söküğü gibi geliyor. Artık kimse kimsenin lokmasını saymıyor, kim kaç kadeh içti, ne yedi incelemiyor, herkes siyaset konuşuyor.
Ben de rahat ettim açıkçası. Ucundan alıp çok sevmeme rağmen laf olsun diye ‘BU OLMAMIŞ ÇOK KURU’ diye itelediğim yemeklerden bol bol yiyor, pahalı içkilerden içiyorum.
Artık yemek davetlerinde zorla yemeklerin lezzetini övmeye, mekan sahibini yağlamaya ve birbirimize iltifat etmeye paydos.
Valla bizi iyi kurtardı bu yolsuzluk muhabbeti sizin anlayacağınız.
-Evvelsi gün uyuyorum. Bir anda Exorcist’teki Linda Blair gibi kan ter içinde uyandım.
Amerika, Avustralya ve İngiltere’de son derece başarılı olan ve yıllardır süren yetenek ve ses yarışmaların versiyonlarını birkaç yıldır izliyoruz. Bu programlara onlarca yarışmacı konuk oluyor, kendilerini göstermeye çabalıyorlar. Yetenekli ve becerikli olanlar yükseliyor, yarışma zamanı popülerliğin zirvesini yaşama imkanı buluyorlar fakat... Program bittikten kısa süre sonra ise neredeyse isimlerini bile hatırlayan olmuyor.
Yetenek yarışmalarındaki sistem, o çok sinirlendiğimiz siyasetçilerin aklının çalışma biçimi gibi çünkü: “Yapımcı olarak ben kazanayım, gerisi önemli değil...”
Bu programları yapanlar, vatandaşını kandırıp kendine inandıran siyasetçiler gibiler. Burada siyasetçiler yapımcı, yetenekler ise saf vatandaş rolünü oynuyor.
Maksat yetenek bulmak, yeni bir yıldız kazandırmak, müthiş bir ses keşfetmek filan değil. Basitçe para kazanmak. Amerika, Avustralya ve İngiltere’deki muadillerinin aksine, bizde sadece yapımcı şirkete ve jüri üyelerine yarayan bir sistem bu. Halbuki ne büyük bir gerçek göz ardı ediliyor küçük hesaplar uğruna...
Biraz geriye gidelim. Hani kaset, cd aldığımız dönemlere. O zamanlar bir yeteneğin keşfedilmesi zordu müzik dünyasında. Ya tesadüfen keşfedileceksin, ya plak şirketi plak şirketi gezeceksin, uğraşacaksın, didineceksin, sonra müzik patronlarının elinde yoğrulacaksın...
Halbuki yetenek avcısı bu reality show’lar, internet ve sosyal medya tüm sistemi değiştirdi. Eskiden müzik endüstrisi, plak şirketleri tarafından yönlendirilirken, bugün iplerin müzik dinleyicilerinin elinde olduğunu söylemek mümkün. Bugün plak şirketlerinin “uygun gördüğü” kişilerin albümlerine mahkum değilsiniz. Zaman, Youtube şöhretlerinin, yetenek avcısı reality show’lardan çıkan müthiş seslerin zamanı. Ha, plak şirketlerinin ödevi yine büyük. Dinleyicilerin keşfettiği büyük yetenekleri bir seviyeden diğer seviyeye taşımak için önemli bir görev üstleniyorlar.
İnsanın çöküşü, elindeki imkanlar sonsuza kadar onunla olacakmış gibi davrandığında başlıyor. Paranın, şöhretin, makamdan gelen karizmanın, elinde güç bulundurmanın sarhoşluğuna yenik düştükleri zaman başlıyor yokuş aşağı yolculuk.
Şimdiki siyasetçiler şanssız. Sosyal medya çağında 7 gün 24 saat ortada olmanın verdiği bir şanssızlık bu. Üzerine sosyal medya kullanım konusundaki beceriksizlik eklenince şanssızlık ikiye katlanıyor.
10, 20 sene önce o “sarhoşluğu” vatandaş pek anlamazdı. Politikacılarla olan ilişkileri akşam haberleri ve gazetelerle sınırlı olduğu için üç, beş resmi beyandan “karakter tahlili” yapmaları neredeyse olanaksızdı.
Bugün ise sosyal medyanın gücünü kullanmak maksadıyla resmi kimlikleriyle profil açan siyasetçilerin çoğu sapır sapır dökülüyor. Neden? Çünkü kişisel hırslarının esiri oluyorlar. Vatandaşla kavga ediyor, ağız dalaşına giriyor, bir devlet adamına yakışmayacak ne kadar hareket varsa hepsini sergiliyorlar. Üstü kapalı-açık tehditler savuran belediye başkanları, “Kına stokları tükenmiş” yazan bakan bile gördü bu gözler, biliyorsunuz.
Artık 90’lara benzemiyor bugünün siyaseti. Twitter sayesinde tüm çiğlik ortaya dökülüyor; ne kadar hırs, ne kadar numara, ne kadar yalan varsa ortaya saçılıyor. Bunun için bir skandal olmasına da gerek yok üstelik... Zira aylardır bir dolu siyasetçi sayesinde Twitter’da “başkası adına utanma” duygusunu bol bol yaşadık. Fakat o zamanlar “Nasılsa ben üstünüm, güç bende” haletiruhiyesi hakimdi bakan dostlarımızda.
Peki şimdi ne oldu? Birileri gitti, birileri geldi. Ellerinden o güç, gevrek gevrek konuşma hürriyeti, vatandaşa “Hadi ordan” demek imkanı alındı.
Ve bugüne kadar kendini nispeten tutan herkes, bir ağızdan, Egemen Bağış başta olmak üzere birçok eski bakanın Twitter hesaplarını mention yağmuruna tuttu.
Neydi peki satırbaşları?
Çocuğunun incinmesini istememesi, her karanlığın bir sabahı olacağı vurgusu...
Reza Bey’in severek evlendiği ve iyi günde-kötü günde destek olma sözü verdiği kocası, bunun yanında çocuğunun babasının olması.Bedenen programda bulunsa da içinin kan ağlaması...
Hasta olduğu zaman tedaviden kısa süre sonra işinin başına döndüğünü de söyledi.
Gelelim yapılan yorumlara: “Çocuğun incinmesi” söz konusu olduğunda epeydir yoksulluktan pencereleri naylonla örtülü evde soğuktan hayatını kaybeden bebek Ayaz akıllara geldi.
Ölümden döndükten çok kısa bir süre sonra televizyon ve konsere dönmesi ise iş güvenliği sağlanmayan ucuzcuların hayatlarını, uzuvlarını kaybeden işçiler hatırlandı.
Tüm bunlardan “devletin bakamadığı çocuk ölmüş, devletin, vatandaşın parasıyla oynayan aşırı zengin adamın çocuğunun başına bir şey gelse, çok mu” sonucu çıkarmak zalimlik olur.
Yoğun saatlerde site sakinlerimiz ayakta kalmakta ve bu da site sakinlerimizin memnuniyetsizliğine sebebiyet oluşturmaktadır.
Bu nedenle; dairelerde ‘yardımcı bayan’ olarak çalışanların ring servisini çok yoğun saatler olan akşam 16-18 ve 19 seferlerinde kullanmamalarını önemle rica ederiz.
Bilgilerinize sunar, iyi günler dileriz. Saygılarımızla...”
* * *
Yukarıda yer verdiğim mektup, önceki gün, İstanbul’da bulunan bir sitenin yönetimi tarafından “yardımcı bayan” olarak tanımladıkları şahısların okuması için yazılmış.
Mektubu, aynı zamanda sitenin bir sakini olan Muratcan Şahinoğlu, blogunda paylaşmış. Üç gündür sosyal medya aracılığıyla yayılan bu mektupla, siz de burun buruna gelmiş olabilirsiniz.
Rahatsız olan site sakinleri ve duyuruyu yazmakta bir sakınca görmeyen site yönetimi için ayrımcılık ne kadar da normalleşmiş. “Madem paramızı ödüyoruz, bizi kölelerimizle aynı yerde taşımayın, kalabalık yapmasınlar kardeşim aaa” diyorlar demek ki.
Tarifsiz bir boşluk oluşur. Boşluk da değil aslında, içten dışa doğru bir baskıdır o, söyleyeceğin sözler midene sıkışmıştır ve dışarı çıkmak istiyordur.
Kimsenin senin gözlerinden bakmasını sağlayamayacağın için, gerçeği asla göremeyeceklerdir sanki. Haliyle, vaziyeti tarif etmek için doğru söz bulamazsın. Bulsan da konuşmazsın, konuşamazsın...
Türkiye’de yaşamak, her gün bu duyguyla mücadele etmeye döndü artık.
Devlet ile “paralel devlet” “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” savaşı yaparken, hak, hukuk, doğruluk, mantık, eşitlik, demokrasi gibi kelimeler anlamlarını öyle kaybetti ki, savrulan harfleri nereden toplayacağımızı bile bilemiyoruz.
Vatandaş olarak bu ülkede var olmanın bir kıymeti yokmuş meğer. Vatandaş olmanın, ancak bir koşulda kıymeti varmış daha doğrusu: Bir partiye, bir oluşuma güç katacak “kelle” olma hali...
Allah aşkına, devlet, hangi ara vatandaşlarını belirli bir düşünce, parti veya oluşuma güç katacak kitleler olarak görmeye başladı?
Ne cüret, ne münasebetle? Buna kim izin verdi?
Fakat olan bitenler dünyanın dönüşünü ters çevirecek değil. Yetenekli, vicdanlı, dürüst, iyi kalpli, içindeki hassas terazisi hayatı iyi tartan, açgözlülük kelimesinden uzak duran insanlar hâlâ kendi talihlerini kendi yaratıyor, başarılı ve tatminkar hayatlar yaşıyor.
Bazen başarılı insanların ayak izlerini takip etmek, bilhassa kariyerinin başlangıcında olan genç insanlara pek çok fayda sağlar.
Zira onların hayat haritaları, çoğu zaman, yaptığı işlerden çok daha fazla şey anlatıyor. Başarının anahtarını işin kendisinde değil, hayatın detaylarında aramak gerekiyor esasında.İşlerinde tepe noktasına erişmiş insanlar ne yer, ne içer, nasıl yaşar, günlük alışkanlıkları, iş yapma alışkanlıkları nelerdir?
Hürriyet Ekonomi yazarı Demet Cengiz, Hürriyet’te 3 yıl boyunca yayımlanan “Konuk Odası” röportajlarını bir araya topladı ve Patron Çıplak ismini verdiği bir kitap çıkardı. İş hayatından başarılarıyla tanıdığımız yöneticilerin günlük hayatlarını, iş yapış alışkanlıklarını, özel hayatlarını, kısaca “hayat haritalarını” soruyordu röportajlarında.
Vaktiyle iş dünyasıyla alakası bulunmayanların dahi ilgiyle okuduğu röportajlardı bunlar; zira başarının anahtarları o satırların arasında gizliydi. Şimdi hepsi bir yerde, kocaman bir kitapta. Haliyle, “başarılı kariyer” kavramına dair altı çizilecek çok yer var.
Mutlaka okuyun.
Hak hukuk, gak guguk
Vaktiyle suçu kanıtlanmayan insanların en az bir sene hapishanelerde bekletildiği günlerde...
Şu son birkaç günde duymak istemediğimiz ne varsa hepsini teker teker duyduk.
Buradan sadece “birileri zengin olmuş” sonucu çıkmıyor tabii. Yolsuzluk yapılırken birilerinin yolsuzluğu tatlı tatlı izlediği, “lüzumlu zamanlarda” ortaya dökmek için kenarda beklettiği de anlaşılıyor.
İktidar ve güç elinde olduğunda, içine düşülen “imkanlar denizi”ni şahsi çıkarları için kullanmayacak, ülkesi, halkı için çalışacak, makamını kendinin ve çocuklarının, akrabalarının, eş dostun zengin olması için kullanmayacak birileri yok mu şu memlekette?
Siyasi figürlere bir bakın. Çok konuşulan insanların hayatlarını şöyle bir uzaktan izleyin. İnançlarıyla pek bağdaşmayan bir dünya göreceksiniz: Lüks hayat. (İslam, fazlasını ihtiyacı olana vereceksin der.)
Yolsuzluk bir virüs gibi. En “yok artık, yapmaz, en azından ağzından bu kadar ahlak, dürüstlük, doğruluk, inanç kelimelerini düşürmeyen insanlar yapmaz” diyorsun, oradan da kötü kokular yükseliyor.
Gücü eline alanda bir cep doldurma telaşı başlıyor. (Bkz. Türkiye tarihi...)
Elinde güç bulundurup da zenginleşmeyen siyasetçi var mı şu anda bu ülkede?