Melike Karakartal

Yarın oy vermeyeceklere son söz...

9 Ağustos 2014
Büyük değişimleri rutindeki ufak değişiklikler başlatır. O sebeple büyük değişimlerin sadece birilerinin büyük zaferlerinden veya büyük yenilgilerden kaynaklandığını düşünmek hayata dar bir pencereden bakmak sayılır.

Bunları, oy vermek için tatilinden dönmeyi arzu etmeyenler için yazıyorum.
İnanmazsanız kendi hayatınızda filmi geri sarın. Hayatınızdaki büyük değişiklikler, mesela iyi bir iş veya iyi bir hayat, size tepside mi sunuldu? Yoksa başarılarınızı yıllarca küçük adımlar ata ata mı elde ettiniz?
Küçük adımlar birleşir, dünyayı değiştirir; sizin kendi dünyanızı değiştirdiğiniz gibi.

****

İş kendimize geldiğinde hareket etmek daha kolay. Birey olarak yaşamımızı doğrudan/anında etkileyecek konularla ilgili olarak daha hızlı harekete geçiyoruz. Ne yapalım, insanız, kafa öyle çalışıyor. Düşünsenize, yarın ölseniz “Hadi ya, ölmüş mü o?” diyecek ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edecek insanlar bizlere incitici sözler söylediğinde buna üzülebiliyor, vaktimizi harcayabiliyoruz.

Yazının Devamını Oku

Bayramda şehir daha tehlikeli

1 Ağustos 2014
Şehirde kalanlar için trafik bayramda mı iyiydi, yoksa yollar kalabalık değilken mi daha büyük tehlike altındayız, bakın bu konuda çok emin değilim.

Yolların boş olmasını fırsat bulup “Kırmızıda neden bekleyeyim, yol boş işte” diyen taksiciler mi dersiniz, her ama HER fırsatta slalom yapan, makas atmaktaki maharetlerini gösteren akılsızlar mı dersiniz, kaza üstüne kaza yapan otobüsler mi dersiniz (ki en fenası da buydu) ne arasanız vardı.
Terk edilmiş bir şehre benziyordu bayramda İstanbul. Hiçbir yolda araç kalabalığı yok, herkes gideceği yere vaktinde yetişiyor... Tabii yolda elim bir kazanın içine dahil olmazsanız.Bir ana caddede, yaya geçidinde duran yayaya yol vermek için duruyorsunuz, yaya sizin önünüzden geçiyor ama sizi geçtiği anda ani bir refleksle durmak zorunda kalıyor, neden? Çünkü sizin arkanızdan gelen sürücü, direksiyonu sağa kırıyor ve hız kesmeden geçip gidiyor. Yaya durmasa onu da biçecek.
Aslında hata bizde. Dünyanın en pervasız, en “bize bir şey olmaz”cı, en ufak bir hatada bile ölebileceğinden haberi olmayan sersem sürücülerinin olduğu yerde neden trafik kurallarına uyarsın ki? Neden yaya geçidinde durursun ki? Ahmaklık işte...
Artık bu saçmalıklarla savaşmak da beyhude. Yol boş diye kırmızıda geçen taksiciye korna çalıyorsun mesela “N’apıyorsun?” diyorsun, sana elini kaldırarak “pardon” diyor, geçiyor.
Her tuhaflığın normalleştiği Türkiye’de nezaket ve trafik canavarlığı da benzersiz şekilde bir potada eriyor. Ters yola girip kuralına uygun taraftan gelene yol verince teşekkür bekleyenler de bu benzersiz “nazik canavarlardan” sayılır.
Biliyorsunuz artık motorlu kuryeler, restoran elemanları motorlarıyla kaldırımlardan son hız gidip yayalara “çekilsene” diye korna çalıyorlar. Yayalara ait alanda bile her an totoyu kollayacaksınız. Bomba saçmalık geliyor: Sahilde, koşan sporcular için özel olarak düzenlenmiş halı zeminli bir yol var, bilirsiniz. Bakın beton zemini olan geniş sahil yolundan bahsetmiyorum. Hoş, oraya da araçların girişi yasak, fakat beş dakikada bir geçen motorlu görebilirsiniz.
İnsanların koşması için özel olarak tasarlanmış, çimenlik alanın ortasında özel bir yol olan halı yolda BİLE motor gidiyor ve bu motor siz koşarken “çekil” diye yol istiyor. “Daha neler” diyeceğim, “Yuh” diyeceğim, “Pes” diyeceğim ama hislerimi anlatmaya yetmeyecek, çünkü o motorlu arkadaş için bu normal. Yol var, gidiyor işte!

Yazının Devamını Oku

Toplum, güç ve para sevdalısı siyasetçiler sayesinde çöküyor

30 Temmuz 2014
Sevgili siyasetçiler,

Güç, para, devlet yönetimi gibi insanın kendisini evrenin efendisi gibi görmesini sağlayan unsurlar elde olunca, kişi kendini her konuda ahkam kesmeye yetkili buluyor, anlıyorum ancak sizden rica ediyorum, kendi ahlak anlayışınızı dayatmaya çalışmayınız.
Siz ülkeyi idare ediniz, vatandaşınıza hizmet ediniz, görev tanımınızın dışına çıkmayınız.
Biliyorum çok zor ama lütfen bunu yapınız.
10 yıl sonra neler konuşacağız, merak ediyorum.
Dolmabahçe’den iskeleye doğru bakıp, vapurdan inenlerin kıyafetlerinden rahatsız olan zihniyet, şimdi de “Kadın kahkaha atmayacak” buyuruyor.
Kimin ne söz söylediği çok da mühim değil esasında, bunu söyleten bir zihniyet ve bu zihniyet devletin idaresinden mesul.
Bunu söyleyen hadi sokaktaki herhangi bir adam olsa tamam. Twitter’daki bir troll olsa tamam.

Yazının Devamını Oku

İyi bayramlar!

29 Temmuz 2014
Bayramın ikinci günü trafik çilesini atlatmış, iğne atsan yere düşmez bir plajda keyif çatıyorsundur umarım, sevgili tatilci Habitus okuru.

Bence iyi dinlen, dönüşteki manzara da hiç iç açıcı görünmüyor. Giderken çekilenleri düşünecek olursak, dönüşte delirip kafaya huni takacak sürücü çok olacak. Sana şimdiden kolaylıklar dilerim.
Yalnız benim anlayamadığım bir şey var, anlayabilen beri gelsin...
Şimdi efendim, Ramazan Bayramı’nın 2014 yılında 28 Temmuz’a denk geleceği bilinen bir durum mu? Evet.
3 gün olduğu biliniyor mu? Evet.
Öncesi ve sonrasında olan hafta sonlarıyla birleştirilebilen bir tatil olabilir mi? Evet.
Vaktiyle davranırsak işlerimizden izin alabiliyor muyuz? Evet.
Yani önceden tatil planlamak gayet mümkün.

Yazının Devamını Oku

Ter kokusuna kamu spotu

26 Temmuz 2014
Ter kokusu. Otobüste, metrobüste, dolmuşta, metroda; insana baygınlık geçirtecek kadar yoğun, hatta sokakta, açık havada bile şöyle okkalı bir tokat yemişçesine çarpan ter kokusu.

Sıcaktan baygınlık geçirip, son vurucu darbeyi keskin ter kokusu tarafından alınca insan, derhal soruları sormaya başlıyor...
Ne yapacağız? Nasıl kurtulacağız? İnsanlara “ter kokuyorsun” demek ayıp mıdır? İnsanlar bu şiddetli kokuyu nasıl almazlar? Duş alıp bir fıs deodorant sıkmak zor mudur? Görüntüde “jilet” adamlar neden buram buram kokarlar? Ailesi, eşi, çocuğu hiç söylemez mi pis koktuğunu?
Muhtemelen sonsuza kadar bu soruları sormaya ve ter kokusu tarafından tokatlanmaya devam edeceğiz, çünkü ortada değiştirilmesi hakikaten zor bir durum var. Ve işin komik yanı, bu doğal bir durum.
Bu doğal durum çoğu zaman sıcakla ve “Yıkanacam da ne olacak yeaea” veya “Deodoranta gerek yok, mis gibi sürerim kolonyamı çıkarım” ile soslanınca, sarımsaktan gübreye, soğandan bozuk çiğ tavuğa doğru uzanan “ortaya karışık” ter kokusu çeşitleri ortaya çıkıyor.
Şimdi efendim, burun dediğimiz bir enteresan organ. En sert, en şiddetli kokulara bile alışıyor. Kokusuyla meşhur bok deryası Kurbağalıdere’nin en pis yerinde yarım saat durun, ilk başta size fenalık geçirten o kokudan eser kalmadığını fark edeceksiniz. Gerçekte yok olmuyor elbette, siz alışıyorsunuz.
Veya bütün bir gün deodorant sıkmadan gezin, şiddetle ter kokuyor olabilirsiniz, fakat bunu almayabilir, koktuğunuzu fark etmeyebilirsiniz.
Tam tersi de geçerli bunun; güzel bir koku sıkın, bir süre sonra güzel kokuya da adapte olur, onu da duymamaya başlarsınız. Parfümü baştan ayağa adeta sahneye çıkacak bir Sibel Can gibi sıkan kadınlar da kendi parfüm kokularının ağırlığını fark edebilseler, herhalde az sıkmayı akıl ederlerdi. Onlar alışıyorlar kokuya, ağır parfümü sadece siz duyuyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

Cehaletin bu kadarına artık, PES!

25 Temmuz 2014
Ortaköy’deki sinagoga yumurta atanlar, yazar Mario Levi’ye linç kampanyası başlatanlar...

“Konsolosluk önü bura, bu da İsrail malı” diye İlham Koman’ın Akdeniz heykelini tahrip edenler...
6-7 Eylül olaylarını sosyal medyada yeniden canlandırma sevdasına kapılmış olmalılar.
İnsanın bu kadar cahil kalabilmesi, gözlerine perde inebilmesi, hayatı bu kadar çarpık okuyabilmesi için hakikaten ilmek ilmek işlenmiş, cehaletinin sağlamlaşması için büyük çaba harcamış olması gerekir.
Ne biçim insanların arasında yaşıyoruz, cehaletin zaferi ne boyuta erişmiş, nasıl bir körlük bu; hislerimi yazıya dökmekte zorlanıyorum.
Adam İsrail devletine tepki gösterecek, ancak Yahudi düşmanlığı imkanı bulduğu için Türkiye’deki Yahudileri protesto ediyor.
Cehaletin her türlüsünü gördük ama bu kadarı artık “pes” dedirtiyor.

Yazının Devamını Oku

Milli yası göstermelik olarak müzik sektöründen çıkarmak

24 Temmuz 2014
Burnumuzun dibinde çocuklar katledilirken hiçbir şey olmuyor gibi hissetmek, dünyanın en barış dolu ve güvenli coğrafyasındaymışız gibi yaşamak (bu hâl herkeste fiiliyata dökülmese) de imkansız.

İnsanlık dışı çocuk ölümlerine, acımasız bir siyasetin, acımasız bir devletin kurbanı olan bir halka yapılanları görüp içi kavrulmayan, isyan etmeyen bir insan dahi olabileceğini hayal bile edemiyorum.
Fakat bizler, kendimizi ifade ederken bir yanlışa düşüyoruz. Ve her toplumsal olayda, her “yas” halinde bu yanlışı sürdürmeyi devam ediyoruz.
Şu aşağıda söyleyeceklerimi “Çocuklar ölüyor, sen iptal edilen etkinliklerin derdine düşmüşsün” diye eleştiren olacak, biliyorum, fakat yine de yazacağım, çünkü artık bunu konuşmamız gerekiyor.
Birileri “Aman Milli Yas ilan edilmişken eğleniyor algısı yaratmayalım” diye temel sebebi eğlence olmayan etkinlikleri iptal ederken, bir sektör ölüyor ve insanlar BİLDİĞİNİZ aç kalıyor.
Kimler mi? Müzik sektöründe çalışan, A’dan Z’ye, işçisinden müzisyenine herkes...
Orkestra elemanları. Sahne kuran işçi. Organizatörler. Güvenlik elemanları. Bilet kesen adam. Kulis görevlisi. Elektrikçi. Sesçi. Işıkçı. Mekan çalışanı. Yer gösterici. Kuaföründen dansçısına, orkestrasından makyözüne tüm sanatçı ekibi. Her konserde ortalama 200 kişi çalışır, matematiği siz yapın.Siz nasıl her sabah kalkıp ofisinize gidiyorsanız, onlar da aynısını yapıyor. Onların ofisi sahne, para getiren mesaileri de bir konser, bir etkinlik. Siz güzel müzik dinlemek için gidiyorsunuz, onlar ise ekmek paralarını kazanmak için.
Konu yas olunca ilk olarak konserler iptal ediliyor. “Aman eğleniyoruz gibi algılanmasın” diye insanların ekmekleriyle oynanıyor. Sanki onların baktıkları bir ev, çocukları, aileleri yokmuş gibi. Bu işi “eğlencesine” yapıyorlarmış gibi.

Yazının Devamını Oku

Bir kereden çok şey oluyor...

23 Temmuz 2014
Kötü alışkanlıklarımız küçük sinsi birer düşman gibi hazırda bekliyor, fırsatını bulup iyi olanlarla değiştirdiğiniz yeni alışkanlıklarımızı yenmek için...

Herhalde 1,5 ay oldu, sıkı bir diyet yapıyorum. İnsanlık hali tabii, insan şöyle gece yarısı kalkıp fındık kreması kavanozu kaşıklamak, cips poşetine avucunu daldırmak istiyor.
Sakin bir tatil gününde nihayet dedim; “Bir gün tatil hakkındır Melike.” Zira bir ayda beş kilo verdim neredeyse, bunu şöyle bir ekmek üstü bol fındık kreması ile kutlayabilirim. Bunun kime ne zararı olabilir ki? Bir kere yiyeceğim alt tarafı, sonra birkaç kilometre yürürüm, yememiş gibi olurum. Bir gram almam, bir gram vermem ama en azından bir günlük keyfimden olmam... Hakkım...
Dedim.
Ben böyle olacak sanıyordum ama... Gerçekte ne oldu size anlatayım.
Bu küçük ödülün sonu gelmedi elbette. Bir gün boyunca epey “hediye” verdim kendime. Nasılsa ertesi gün rutinime geri dönecek, biraz daha fazla egzersiz yapacak ve bugünün “zararını” karşılayacaktım.
Bir sonraki gün halsiz kalktım. Resmen aşeriyorum. Eskisi gibi dilediğimce, canım ne isterse yemek istiyorum, sanki 1,5 ay boyunca yeni alışkanlıklar edinen, diyet yapan ve hiç zorlanmayan ben değilim. Çikolatanın kokusu bile başımı döndürüyor ve bir daha, bir daha istiyorum. Bana bir sene boyunca 15 kilo aldıran o eski “patern” geri gelmiş.
Charles Duhigg, “Alışkanlıkların Gücü” isimli kitabında alışkanlıkların hiç farkında olmadan hayatımızı nasıl kontrol ettiğini anlatır.

Yazının Devamını Oku