Pişmanlık demeyeyim de, en azından “Keşke bu kadar çok severek yaptığım işin sonuçlarından biri haksız eleştiriler duymak olmasaydı” demiştir. İnanın bana, demiştir.
Bunu, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insanın gözü önünde iş yapmayan kişilerin tam olarak algılaması biraz zor.
Empati kurmak ise o kadar zor değil şüphesiz. “Ben onun yerinde olsam, ne hissederdim?” demek yeterli.Tabii sağduyulu, hakkaniyetli; dolayısıyla hayati derecede önemli eleştirilerden bahsetmiyorum.
Eleştiri, eleştirilen kişinin kendini bir adım ileriye taşıyabilmesi için gerekli bir kavram. Sürekli pışpışlanan, vasat olsa da yaptığı her işi alkışlanan kişiler, eninde sonunda duvara çarpıyor ve bir daha asla toparlanmayacak bir biçimde dağılıyor. Tam da bu yüzden, yerinde ve (kulağa yapıldığı anda yıkıcı gelse de) kişinin elini vicdanına koyarak yaptığı eleştiriler, herkese şart.
Öte yandan göz önünde olmanın eleştirinin ötesine giden, kara bir faturası var. Onun adına da “Birilerinin acımasızca nefret kustuğu hedef haline gelmek” diyoruz. Neden yapılıyor bu “eleştiri”ler?
Sayalım: Kendini veya bir başkasını söz konusu x kişisinden daha iyi ve nitelikli bulmak, kendi görüşüne “genel halkın beğenisi” olarak değer biçmek, hatta insanların işlerinden olmasını istemek, “ben yapamadım, o neden yapıyor” hıncı, vs.
Ne yazık ki bu hislerle yapılan yorumların adına da “eleştiri” diyoruz.
Düşünsene, kalabalık saatlerde ancak Meksika dalgası ile sokağın bir ucundan bir ucuna yürüyeceksin. Sanki nehir ama su yerine insan var; arkadakinin nefesi ensende, öndekinin sırtı ağzının içinde, buna da “akşam öncesi gezintisi” diyeceksin.
Sanki İstanbul’da köprü trafiğinde kalmanın biraz daha iyisi gibi. Duruyorsun, yürüyorsun, duruyorsun, etrafına bakıyorsun. Sadece manzara biraz daha değişik. Biraz da tenin koyu, sırtın hafif sızlıyor, tuz kokuyorsun işte...
Akşam öncesi gezintisinden sonra yemek saati. Bir restoranda rezervasyonun varsa oturacak, akşamın sonunda rayicinin 20 katı hesap ödeyerek mekandan ayrılacaksın. Pek matah olmayan mezelere (kimi yerlerde utanmadan konserve servis ediyorlar üstelik) ve birkaç saat daha çiğ halde beklese kokuşmuş olacak balığa “Eyvallah” diyecek, şimdi durduk yere keyfinin kaçmaması için “Oh ne de güzel bir akşamdı, manzarası yeter” deme ihtiyacı hissederek kalkacaksın masadan.
Zaten şurada bir haftalık iznin var, gerisi iş, iş, iş. Diyorsun ki “Bari geldim tatile, tadım kaçmasın”...
Kaçmasın tabii fakat “Para harcayayım da ensemin kalınlığı belli olsun”cularla “Tadım kaçmasın şimdi” güruhu bir paydada buluşuyor, Çeşme ve Bodrum’un artık iflah olmaz vaziyetinin mimarı oluyor.
Artık “Müşteri hiçbir zaman haklı değil”... Pardon, şöyle düzelteyim, “Ensesi kalın müşteri her zaman haklı”... Çünkü sen, “ensesi normal” insan, oraya gelmezsen, nasılsa bir başkası gelecek ve cüzdanını bir biçimde, gönüllü veya gönülsüz bırakacak.
Şu içine altın tozu serpiştirmiş olan (herhalde) lahmacun meselesi, üç kuruşluk sodanın bile 15 liraya satılması, “Yer istiyorsan şu kadar harcama sözü vereceksin”li beach’ler derken, bakın söylüyorum, seneye siz Çeşme’den ayrılırken kavanoza tuzlu şebeke suyu doldurup “Ege suyu” diye hatıra niyetine 150 liraya filan satacaklar ve alan olacak.
Doğru ya, hani çok acı bir olay yaşarsınız, bir biçimde uyumayı becerirsiniz, sabah uyandığınızda, gözlerinizi açtığınızda, ilk birkaç saniye sanki hiçbir şey olmamıştır, hayat olağan akışında devam etmektedir. Sonra bir anda dün olanlar aklınıza gelir, belki birini kaybetmişsinizdir, belki bir ayrılık yaşıyorsunuzdur, o aklınıza düşüverir ve acıdan kavrulmaya başlarsınız.
Gözyaşı döker, olduğunuz yerde kıvrılır kalırsınız...
Günün ilerleyen saatlerinde daha dayanıklısınızdır. Ağlamayabilirsiniz. Çektiğiniz acıyı göstermemeyi becerebilir, yapmakta olduğunuz işleri sürdürme gücünü bir biçimde kendinizde bulabilirsiniz. Nispeten “normalleşirsiniz” yani.
Fakat sabah o ilk anlar... İnsana gerçekleri tokat gibi yapıştıran o dakikalar...
İşte, tam da bu yüzden sabah uyandığımızda ilk iş haberleri karıştırmak olmamalı belki de. En savunmasız olduğumuz anlarda din-mezhep kavgası yüzünden kafa kesen adamları, siyasetçilerin her şey normalmiş gibi sürdürdükleri zengin hayatlarını, insanın beynini alev alev yakan binbir saçmalığı okumamalıyız belki de.
Bunları günün daha dayanıklı hissettiğimiz saatlerine saklasak herhalde daha iyi. Kafa sağlığını korumanın yegane yöntemi, bir ihtimal, bu.
Dünyanın başka bir yerinde adamlar kuyruklu yıldıza insan yapımı araç indirdiler, dahil olduğumuz “Ortadoğu” denen karanlık çukurda ise hâlâ insanlık evrimini tamamlamakla meşgul. Geriye doğru evrim tabii, bunun son noktasında mağaralara sığır resmi çizip, birbirimizle işaret diliyle konuşuyor olacağız. Bin küsur sene önce Biruni’lerin, İbn-i Heysem’lerin, El Harezmi’lerin çıktığı bir coğrafyanın bugünkü şöhreti, din uğruna kafa kesen bir takım adamlara dayanıyor. Ne hazin, değil mi?
Tacizin kendisi değil, bunu yazmak kabahat ve insanımızın geldiği içler acısı vaziyeti ortaya koyan önemli konulardan biri bu.
Düşünce yapısı sözde muhafazakar Ortadoğu ülkesi koşullarına evrilmiş olan erkek, kadın için “Tacizden hoşlanıyor, taciz edilmek için açık giyiniyor, kim bilir ne yapmıştır da tacizi hak etmiştir” yorumunu yapıyor ve bunu inanarak, son derece doğal bir biçimde söylüyor.
Kadın tacizden bahsederse suçlu... Onlara göre erkek taciz eder, bu normal. Anormal olan kadının örtünmemesi.
Daha önce başıma gelen bir-iki taciz vakasını kaleme almıştım. Hemen ardından aldığım ölüm tehditlerine varan tepkilerden sonra, bir daha başıma bir şey gelirse, bunu yazmamaya yemin ettim.
“Sindirmişler seni” diyeceksiniz belki, fakat tacizi yazmaktan ve kendini bir nevi kurban olarak kudurmuş adamların ortasına atmaktan, “Buyurun ben kendimi kuma gömdüm, siz taşlayın” demekten başka çözüm yolları da var ve ben onları kullanıyorum. “Taciz edilmenin normal sayıldığı bir ülkede yaşamayı kabul ettim ve susuyorum” diyemeyeceğim yani.
Tacizi yaşadıktan sonra tacizden daha beterini yaşamayı arzu etmemek, herhalde bir insanın verebileceği en doğal tepki.
Bakınız, evvelsi gün müzisyen Mert Tünay, bloğu mtunay.tumblr.com’da “Şortlu kız ve bakkalın önündeki amcanın hazin hikayesi” başlıklı bir yazı yayınladı. Konu taciz olduğu için tahmin edeceğiniz üzere, birçok tuhaf tepki aldı ve ertesi gün bu tepkilerden bazılarına bir sonraki post’unda yer verdi. Bu yorumlarda yine kadın suçlanıyordu. En aşağılık dille.
Her gün biraz daha başka bir gezegen gibi görünüyor gözüme o yüksek binalar.
Plaza hissiyatı, plaza dili, plaza ekseninde dönen hayatlar...
Ailenin, çocuğunun, eşinin, hatta kendinin bile daha az önemli olduğu, plaza denen o “güneş” etrafında dönen insanlar...
Uzak. Bir hayli uzak.
İyi mi? Benim için evet. Kimileri için plaza, ölüm demek çünkü.
İşini yapamaması, performans sağlayamaması demek.
Kimisi içinse plaza, tek verim alabildiği alanı yaratan mekan demek.
Bakınız evvelsi gün dublajlı bir film izliyorum, bir anda evde “Aaaynen ööle” diye bir kadın sesi çınlayınca, Allah’ım, dedim ne oluyor, 5 plaza kadınının aynı masada dedikodu yaptığı bir kafede miyim, neredeyim ben. Artık orijinal halinde “Yes” mi demişti, “Exactly” mi demişti bilmem fakat dublajında yapıştırmışız “Aynen öyle”yi.
Bu kalıp artık bir daha çıkmamacasına hayatımıza girdi. Hayırlı olsun. (Aynen öyle Melike’cim.)
Bir diğer konu var ki, bununla ilgili olarak gazeteci arkadaşlardan özel bir istirhamım olacak. Sevgili arkadaşlar YALVARIYORUM artık emniyetteki, bir şirketteki, bir spor kulübündeki yönetim değişikliklerini X’TE DEPREM olarak vermeyiniz. Bakınız Pazar günü Sivas’ta 4 büyüklüğünde deprem olmuş, ilk sorum “Hangi emniyet müdürlüğünde?” oldu. Meğer gerçek depremmiş. Nasıl kodladıysam artık bu kelimeyi beynimde. Rica ediyorum her değişikliği depremle ifade etmekten vazgeçiniz.
İlla hedefe dolaylı yoldan varmak zorunda değiliz üstelik, ne olduysa doğrudan söylesek de olur. Depremdi, efendim sambacıydı, rumbacıydı, böyle ifadeler kullanmak zorunda mıyız. (Evet, futbolculara verilen isimler de bir diğer yara.)
Bakınız, şöyle de olabiliyor:
- Ne oldu?
- Emniyet müdürlüğünde kadro değişmiş. (Deprem olmuyor yani)
Yeni Türkiye? Van minüt!
“Eski Türkiye” eğer belirli bir zümrenin baskıya uğradığı, ezildiği, “höt-zöt” bir devleti tarif ediyorsa ve bundan kurtulduğumuz için sevinmeliyiz.
Zira höt-zöt yapan bir devleti; vatandaşını hor gören, dilinden konuşmayan siyasetçileri hiç sevmeyiz, öyle değil mi? Evet.
Eğer tüm bunların yerini “Tüm etnik köken, dil, din, düşünce ve inançları kucaklayan, ayrım yapmadan herkesi kucaklamaktan sevgi kelebeğine dönmüş, yumuşak mizaçlı, avaz avaz bağırmayan, kendisini desteklemeyenleri azarlamayan, kimseyi hedef göstermeyen, aksi yönde fikir beyan eden gazetecileri işlerinden kovdurmayan, kimseyi hor görmeyen, herkesi dinleyen, anlayan, en azından anlamak için çaba gösteren bir liderden bahsediyorsak artık, ne mutlu bize.
Ancak...
“Yeni Türkiye”de şunlar oluyorsa.... “Bir dakika” demek zorundayım.
* Mesela, ülkenin gelişimi bilim, kültür ve sanat ile değil, sadece ekonomik büyüme ile ölçülür hale geldiyse... Bir başka deyişle, betonlaşma ve AVM sayısı “gelişme göstergesi” olduysa...
Gardıroptaki kıyafetler bir başkasına ait sanki. Ben ve yağlarım eşofmandan başka bir giysinin içine sığamıyoruz ama mutsuz da değiliz sanki? İnsan yavaş kilo alınca nasıl göründüğünün farkında olmuyor. Eskisinden farklı düşünmüyorsun kendini, ta ki sokakta yürürken bir mağazanın camında kendi yansımana bakıp “Ne olmuş böyle, bu kim?“ diyene kadar.
Tabii “kendi görüntüne şaşırma” kısmı sağlık tarafının yanında pek de önemli değil. Tek dert üzerime aldığım 15 kilo ve aynadaki yansıma olsa.
Sabahları uyandığımda bacağımın üzerine basamıyorum, vücuttaki bir takım kaynağını bulamadığım dengesizlikler beni doktordan doktora savuruyor.
Bana söyleyecekleri sözleri asla tahmin edemezdim, zira daha önce yaşadığım bir durum değil.
Farklı alanlarda doktorlar, vücudun farklı işlevlerinde arıza var ama hepsinin söylediği aynı:
Kilo vermek zorundasın. Bu yaşta “sağlık için kilo vermek zorundasın” sözünü duyacağım aklıma gelmezdi. Sabahları “Ay ay ay, bacağım, bacağım” diye kalkacağım, seke seke yürüyeceğim ve en az yarım saat sonra kendime geleceğimi ölsem tahmin edemezdim. Önce güvendiğim bir diyetisyenin kapısını aşındırdım. 2,5 aydır ne derse onu yapıyorum. Arada kaçamaklarım oldu, kilom durdu, kimi zaman az, kimi zaman çok verdim fakat yeni beslenme düzenini bir “irade savaşı” olarak gördükten sonra bu durum kaçınılmaz. Sonra işin bir “irade savaşı” olmadığını anlıyorsun. Zamanla, eskiden ne oluyordu, anlamaya başlıyorsun.
Vücudunu, ihtiyacından çok daha fazla beslemişsin. Aslında istemiyorsun o kadar yemeyi ama aklın sana başka şey söylüyor.Yemek yemeyi “kendini ödüllendirmek” olarak görenler olduğu kadar, üzüldüğü zaman çareyi buzdolabına arayanlar da bu vaziyette.