Yapılacak tanıtım günlerine meclis üyeleri, tiyatro sanatçıları, mehteran takımı üyelerinin de bulunduğu yaklaşık 200 kişi katılacakmış. İstanbul’un tarihi açıdan görülmesi gereken bir dünya şehri olduğuna bir şüphe yok.
Fakat 28 milyon deyince, insan şöyle sağlam bir tokat yemiş gibi oluyor. Yahu o parayla İstanbul’u dünyanın en yeşil, en temiz, en insan dostu, en modern, en “dünyaya örnek” şehrini sıfırdan inşa edersin be arkadaş!
Ne altyapı sorunu kalır, ne trafik sorunu kalır, bugün ortalama bir İstanbulluyu çileden çıkaran, canına kast eden ne varsa kökünden çözersin!
Hayır şimdi turistten gelecek dövize de pek ihtiyaç yok anlaşılan, sadece tanıtıma vatandaş vergisinden ve hizmetlerden kazanılanlardan 28 milyoncuk ayrılabiliyorsa, zaten belediyenin paradan yana bir sıkıntısı yok gibi görünüyor.
Dünya tarihinin en önemli şehirlerinden birini rant ve beton deryasına döndürüp neyini anlatacaklar, bu da ayrı bir merak konusu.
Güney Koreli Taksim’e çıkıp ne yapacak mesela?Ülkenin en iyi bilinen meydanlarından (zaten kaç tane var ki?) Taksim Meydanı’nı “dünyanın en büyük yekpare betonudur” diye tanıtırsanız, belki bir ihtimal geri dönüş alırsınız.
Güney Koreli Kurbağalıdere’ye götürüp, köprüde durup yüzen boka beraber el sallayabilirsiniz mesela. Yıllardır bir türlü çözüm bulunamayan bu rezilliğe “İşte burası da dünyanın en kirli noktası” diye tanıtırsanız, belki bir değeri olur.
Vahşetin boyutuna verilen insanlıktan uzak tepkiler, insanımızın eriştiği “kendinden olmayanı düşman belleme” hallerini de ortaya koyuyor. Nasıl bir yerde, nasıl insanlar arasında yaşadığımızı görüyoruz.
Mesela protestoyu ırkçılık üzerinden yapanlar... Adam o kadar fırsatçı, o kadar dünyadan bihaber, o kadar insanlıktan uzak ki, katliamın sorumlusunu alt katta oturan Yahudi komşusuna atacak neredeyse. Üstelik iyi bir şey yaptığını, düşündüğünü zannederek...
Savaşın sorumlusu çıkarcı siyasetçiler değil miydi? Halkını birbirine düşüren, aşağılayan, çıkarı için elinden geleni ardına koymayan siyasileri iyi tanıyoruz bu topraklarda. Onlardan ne yazık ki her yerde var, bir tanesi de çocukların bile gözünü kırpmadan canını alıyor.
Peki tüm dünya gördükleri karşısında kahrolurken, yurdum model şark kurnazı ne yapıyor? Irkçılık.
Tabii elim bir olay karşısındaki tutumun bu fırsatçı adamlar tarafında ne olacağını kestirmek aslında zor değil.
Kendi gibi düşünmeyen fakat aynı ülkeyi paylaştığı insana karşı küfür ve hakaretle “dalan” adam, elbette katliam yapan bir başka ülkede SORUMLU olan siyasetçiyi değil, halkını suçlayacak.
Yahudi düşmanlığını dile getirme fırsatı ayağına kadar gelmiş, bunu mu tepecek Allah aşkına?
İsmail Ar, 14 yaşında iken, 17 Ağustos 1999’da yıkılan Yalova’da evlerinin enkazı altında kalıyor. Sporun içinde bir çocuk, hentbol, basketbol ve atletizmle uğraşmış, o dönem Yalovaspor’un altyapısında futbol oynuyormuş. “Engelli olduktan sonra içimdeki enerjiyi atamadım, büyük bir boşluğa düştüm” diyor.
Engelli basketbol takımının varlığından 2005 yılında tesadüfen haberdar olmuş. 2006’da Ümit Milli Takım’a seçilmiş ve ardından Galatasaray’a transfer olmuş.
Fikri Gündoğdu, “yaramaz bir çocuktum” diye başlıyor sözlerine. Memleketi Ordu’da, bir depoda oynarken, kuzeninin eline aldığı tüfeği yanlışlıkla ateşlemesi sonucu yürüyemez hale gelmiş. Saçmalar vücuduna dağılmış; tahribat öylesine büyükmüş ki, doktorların “Bırakın yürümeyi, oturamaz bile” dediğini anlatıyor. Saçmalar hâlâ yerlerinde duruyor, Fikri ise bir azim ve başarı abidesi olarak karşımızda...
“Hayatla inatlaşmam gerektiğini düşündüm” diyor: “Çocukluğumdan beri spor yapardım, futbolla birlikte büyüdüm, onsuz ne yapacağımı hayal bile edemedim, bu olaydan sonra bir süre karamsarlığa düştüm. Beni basketbol seçmeleri için zorla spor salonuna götürdüler. ‘Oynamak istemiyorum’ dedim. Elime bir top verdiler, ‘Potaya at’ dediler. Attım ve girdi. İşte, belki de kaderimin değiştiği an o andır. 6 ay sonra ilk Milli Takım kampına davet edildim. Kazadan önce futbolda hayal ettiğim şeyleri bir anda basketbolda yaşamaya başladım. O salona ağlayarak girmiştim, şimdi zorla girdiğim o salondan çıkmamak için ağlıyorum.”
ENGELLİ DEYİNCE TÜKETİCİ AKLA GELİYOR
Fikri, sözleriyle toplumun engelli algısını bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. “Türkiye’de ‘engelli’ deyince akıllara ‘tüketici’ geliyor. Üreten değil, tüketen... Şimdi biri bana gelse, yüz kere ‘Sen tüketicisin’ dese, ben yatarım ve tüketirim. Sen bir insana o özgüveni vermezsen engelli ne yapsın?”
Tekerlekli sandalye basketbolu için düzenlenen en büyün turnuva olan ve bu sene 14’üncüsü düzenlenen Tekerlekli Sandalye Basketbol Dünya Şampiyonası’nda Milli Basketbol Takımı’mız, son maçta İspanya’yı 68-63 yenerek dünya üçüncülüğünü elde etti.
Avrupa’nın ilk sekiz takımı içinde yer alan millilerimizin ilk büyük başarısı bu değil. 2010 Dünya Şampiyonası sekizincisi, 2009 ve 2013 Avrupa ikincisi, 2014 Dünya Tekerlekli Basketbol Süper Kupası şampiyonu... Bunlar, başarılarından sadece birkaçı üstelik.
Incheon’da, bizi çeyrek finale taşıyan İtalya maçı sonrası, koç Sedat İncesu, takım oyuncularından İsmail ve Fikri, sponsor Garanti Bankası’nın genel müdür yardımcısı Nafiz Karadere ile bir araya geldik.
Bu güzel hikâyeyi bir günde toparlamam olanaksız. Incheon’da kısa bir bölümüne şahit olduğum; koçtan sponsor yetkililerine, oyunculardan federasyon üyelerine el ele vererek bizi dünyanın en başarılı takımlarından biri haline getiren azmin öyküsünü size iki gün boyunca aktarmaya çalışacağım.
*
En baştan başlayalım. Tekerlekli sandalye basketbolunun, bildiğimiz basketboldan farkı nedir?
Bu sorunun yanıtı basit: Yok. Temel kuralların tekerlekli sandalyeye adapte edilmiş hali sadece. Mesela bir oyuncu topu elinde veya kucağında sektirmeden, sandalyenin tekerleğini iki defa çevirmeden tutabiliyor, üç kere çevirdi mi, “steps”.
Oyun sürerken sandalyenin sadece bir tekerleğini kaldırabilir, aksi takdirde “faul”.
Sosyal medyadan uzak kalınca pamuk şekere dönüyorsun, toplumsal olaylara, yorumlara, olan bitene mesafe koymuş oluyorsun. Ne troll’ün salladığı küfür yoruyor, ne aldığın saçma sapan bir postaya sinirleniyorsun.
Sakin olmayı, uzaktan bakmayı becerebiliyor, herkese, her şeye kendini eşit mesafede hissediyorsun.
Önceliklerin değişmiş gibi geliyor ve sosyal medyayla iç içe olan hayatının, onsuz geçirdiğin hayattan ne kadar farklı olduğunu görüyorsun.
Geçmişte sosyal medya olsaydı, birçok olay farklı tezahür edebilirdi diyoruz ya, bence bunu hayatını fazlaca sanal dünya içinde geçiren insanlar olarak söylüyoruz.
Hayatını bu dünyaya uzak geçiren insanların toplumsal olaylara yaklaşımı 1990 senesinden farklı değil, inanın.
Sosyal medyayı sıkça kullanan; fakat bu mecrayı dünyayı ve insanları daha iyi anlamak için değil, “ilgi ve övgünüze ihtiyacım var” ekseninde geçirenler için de hayat 1990 senesinden farklı değil.
Onlar için sosyal medya sadece narsistik paylaşım ve iletişime yarıyor, başka da bir işe yaramıyor.
1979 yılında çekilmiş, komik, sevimli ve tatlı küçük Gülşah’ın hikayesini, dönemin İstanbul’unun ve Antalya’sının görüntüleri eşliğinde izlediğimiz, benim için dünyanın en güzel filmi.
Belki izlememişler vardır, kısaca anlatayım... Gülşah, kışları İstanbul’da, yazları ise Antalya’daki yazlıklarında babası, dedesi, aşçı ve uşaklarıyla birlikte yaşayan annesiz bir çocuktur. Neşeli, muzip ve zekidir ama bu özelliklerinin altındaki travmayı filmin ilerleyen dakikalarında anlayabiliriz ancak...
Gülşah, babasının getirdiği tüm dadıları aşçı, uşak ve dedesi ile bir olup akıl almaz bezdirme yöntemleriyle kovalamaktadır.
Bir gün öyle bir dadı gelir ki, (o da tahmin edeceğiniz üzere Hülya Koçyiğit) Gülşah, esas aradığının anne sevgisi olduğunu fark eder.
Yeni dadısını çok sevmiştir, rüyalarında onu annesi olarak görmektedir.
Bu esnada babasının evlenmek üzere olduğu kadın, dadıyı kıskanır, babadan habersiz onun işine son vererek İstanbul’a yollar.
Gülşah kahrolur ve derhal akıl almaz bir plan yapar. Dadısına kavuşmak için evden kaçacak, ta Antalya’dan İstanbul’a bir yolculuk yapacaktır.
İnsanların vücut dillerini, jest ve mimiklerini, konuşurken takındıkları tavrı, kendilerini gösterme biçimlerini, ortama-havaya göre girdikleri şekilleri incelemeye bayılırım.
İnsanları izlemek, yaşadığımız hayata dair pek çok ipucunu yakalamayı da sağlıyor. İnsanın yalancısını, çakalını, numaracısını, huysuzunu, fırsatçısını olduğu gibi, samimisini, tatlısını, iyi niyetlisini de biraz daha “hızlı” fark edebilir hale geliyorsun.
Neyse, bugün konumuz o kadar derin değil. Bırakalım şimdi bunları efendim.
Zaten bir tane daha “ciddili” yazı yazarsam kafamda bardak kıracağım. Yemin ediyorum tükendim.Tamam ülke berbat, tamam korkunç olaylar vuku buluyor, tamam fırtınaya sürükleniyoruz ama yeter be kardeşim.
Biraz gülmek, biraz gevşemek istiyorum ben, çok şey mi istiyorum? Resmen başka bir şey düşünemez-yazamaz hale geldim ve isyan ediyorum EEEAAAH.
Neyse, konuya gireyim. “Yetti bu gündem, galiba depresyona giriyorum” dediğim günlerin çoğunda açık havada yürüyüşe çıkarak bünyeye serotonin takviyesi yapıyorum efendim. Size de tavsiye ederim, iyi geliyor.
Tabii rahatlamak için sokağa çıktığında, normalde günlük hayatında seni hasta eden durumlardan da kendini korumayı bileceksin.
Bu her konuda, neredeyse her meslekte böyle. Devlet adamından tutun gazetecisine, şarkıcısından tüccarına, böyle. En “şov” olmayacak yerde bile şovla karşılaşıyoruz.
Sapla saman, belki de en çok sosyal medyada karışıyor. Tabii “Sosyal medya nasıl doğru kullanılır?” diye ahkam kesecek değilim, zira aynı anda haber yazmak, ilginç bulduklarımı paylaşmak, eğlenmek, gülmek ve sızlanmak için kullandığım bu mecrayı ne kadar “doğru” kullanıyorum, açıkçası bilmiyorum.
Fakat şunu biliyorum:
Bakanından şarkıcısına herkes sosyal medyayı aynı maksatla, yani “kişisel şov” için kullanınca sapla saman karışıyor. Mesela ben bir bakanın kim olduğuyla ve hangi seminerde konuştuğuyla, nerenin açılışını yaptığıyla ilgilenmiyorum.
Onun makamıyla ve o makamda neler olup bittiğiyle, vatandaşın hayatını değiştirecek neler yapıldığıyla ilgileniyorum. Fakat bakanlıkların gov.tr uzantılı sitelerine bakın, icraattan ziyade “Twitter’da bakanımızı takip edin”, “Bakanımız falanca yerin açılışında konuştu”larla; kendi yöneticisine yaptığı dalkavukluklarla karşılaşırsınız.
Çözülecek milyon tane sosyal sorun varken, ünlü olmak için kellesini olur olmaz her yere yapıştıran şöhret sevdalıları gibi her yerden bir “bakan kafası” çıkıverir.
Şovu şarkıcılar, sanatçılar veya kişisel olarak ilgi beslediğimiz kişiler yaptığında bunun çok tuhaf bir yönü yok, zaten onları şahsen merak ettiğimiz için takip ediyoruz. Fakat konu devletin vatandaşa hizmeti olunca “kişilerin şovu” rahatsızlık veriyor.