Melike Karakartal

Kara delik

4 Temmuz 2014
Yobazlık, gericilik dediğin kara delik gibi.

Yaklaşanı büyük bir hızla kendine çekiyor, etrafında ne varsa üzerini kalın bir kül tabakasıyla örtüyor.
Hani şu sinekleri kapan ve öğüten çiçekler var ya, aynı onlar gibi işte, içinde çaresizce hapsoluyorsun ve seni de yavaş yavaş hazmediyor.
Twitter’da Türkiye’den, dünyadan birçok farklı hesap takip ediyorum.
Kişisel olarak görüşleriyle ilgilendiklerim dışında aralarda güzel bilgiler veren, günümü aydınlatan hesaplar da bulunuyor.
Kimi haber ajansları, bilim dergileri...
Ne bileyim, eğitimciler, akademisyenler...
Konular ve kişiler çok çeşitli, magazinden tut astronomiye, “ünlü popçu”dan siyasi yazarına ne arasan var.

Yazının Devamını Oku

“Vay be” dedirten birtakım hususlar

2 Temmuz 2014
* Fransa’da Sarkozy “nüfuzunu kötüye kullanma” suçlamasıyla gözaltına alındı.

Siyasetçilerin ve onlarla bağlantılı iş adamlarının paraları iç ettiği, halkının önünde göz göre göre yıllar içinde servetine servet kattığı ve kimsenin “uygunsuz işlerden” cezalandırılmadığı bir ülkede yaşayınca insan, böyle bir habere hayret ediyor.
“Vay be, dünyada böyle şeyler de olabiliyor demek” diyor. * Ankara Esenboğa’daki VIP salonunu, en tepede bulunan 3 devlet büyüğü kullanabilecek. Hayır şimdi, güvenlik endişeleri olacak elbette fakat insan bu kadarına pes diyor.
Diğer vatandaşlar gibi sıra bekleyen, toplu taşıma kullanan, halkla bir araya gelmek için üç sıra güvenlik dizme ihtiyacı duymayan, zaman zaman havaalanında sıradan bir adam gibi diğer insanlarla birlikte uçağa alınmayı bekleyen yabancı siyasetçilere bakınca “Vay be, böylesi de olabiliyor demek” diye şaşırıyor.
Bu “VIP” meselesi sadece belirli bir kesimde yok tabii. Herkes özel muamele sevdalısı memlekette. Beklemek, başkalarıyla aynı muameleyi görmek, sırada durmak, birileriyle aynı “kefeye” koyulmak neden bu kadar ağrımıza gidiyor?
* İsrail’de üç genç öldürülüyor. Siyasi çıkar uğruna ölümlerin bile hafifletildiği, “ama o da hak etti” diye kitlelerin ikna edildiği, meydanlarda acılı anne yuhalatılmış bir ülkede yaşayınca, insan ölümler karşısında saygı gösteren birini gördüğünde “Vay be, böylesi de olabiliyor demek” diyor.
Hoş, bizdeki dert üç kişinin ölümünün hafife alınması da değil... Soma’da YÜZLERCE insan öldü, fakat siyasetçilerimiz dik durup eğilmediği için bu ölümlere dair sorumluluk sırtlanma söz konusu değil.
Bilakis, “Biziiii engellemek için ölüyorlar” gibi beyanlar duymadığımıza şükretmek lazım. Malum, bir süredir dünyaya göktaşı çarpsa ve yok olma tehlikesi içine girsek, tek endişe konusu cumhurbaşkanı seçilmek veya seçilmemek olabilir. Hal böyleyken hangi konu olursa olsun, herhalde “hele bir seçilsin de, sonra karşılıklı bir çıkarımız varsa bakarız” demek uygun düşüyor.

Yazının Devamını Oku

Cezbedici yiyecek reklamlarına “yuh” çeken yok mu?

1 Temmuz 2014
“Blogcu Anne” Elif Doğan, cumartesi günü, özendirme niyeti olmayan, mütevazı bir sabah kahvesi fotoğrafı paylaştı.

Hesapta, oruç tutanlarla tutmayanların “birbirine saygı” içinde yaşadığı Türkiye’de, fotoğraf altı yorumları elbette hiç gecikmedi, Doğan’ı “edebe” çağıran bile oldu. Oruç polisleri, daha ilk günden işbaşındaydı. “Oruç polisi” diyorum, çünkü yemek ya da içmeye dair herhangi bir cezbedici tarafı bulunmayan bu kendi halindeki fotoğrafın altına, fotoğrafı çeken kişinin niyetiyle ilgili yorum yapmak, “Demek oruç tutmuyorsun” diye sopa sallamak, başka bir şey değil.
Neden değil biliyor musunuz?
Televizyonda gün içinde dönen ve aç olmayan insanın bile canını çektirecek nitelikte pizza, sucuklu yumurta ve bilumum yiyecek maddesi reklamını yapan veya yayınlayanları daha kimsenin edebe davet ettiğini görmedim.
“Ayıp bu, insanın canını çektirmeye utanmıyorlar mı?” diyene rastlamadım. İnanç dünyası ve ruhani meselelerle “para ile dönen dünya” çarpışınca ortaya hakikaten ilginç sonuçlar çıkıyor.
Düşünsene, adam senin ibadet maksadıyla aç olma halini, malını satmak için kullanmakta bir sakınca görmüyor.
Günah değil yani bu. Akşam iftarda veya sahurda yemek üzere onun malını satın alman için, can çektirmekte bir kötü yan yok.
Ama niyeti insanların canını çektirmek olmayan bir fotoğrafta “edepsiz” bir yön bulmak an meselesi.

Yazının Devamını Oku

“Anlatamazsın” duygusu

28 Haziran 2014
Sorsanız, deseniz ki, “Sevgili Habitus, dünya üzerinde en başa çıkılmaz, insanı en çok delirten ve çaresiz bırakan duygu nedir?” diye...

Size hiç düşünmeden “Kültür/eğitim/karakter/toplum yapısı sebebiyle karşındakine yaptığı yanlışı anlatamama, çünkü o kişinin iyi bir şey yaptığını sanması duygusu” derim.
Nasıl bir şey o biliyor musun?
Mili Saraylar, “Önceliğimiz iş güvenliği, hedefimiz sıfır iş kazası” diye bir çocuğun işçi olarak poz verdiği bir afiş asmış. Belli ki çocuğun sevimliliğiyle dikkat çekmek istemiş, çok doğru bir iş yaptıklarını düşünmüşler ama “poz veren çocuk işçi”ye dönmüş hadise.
Bunun yanlışlığını anlatamazsın mesela.
Bu işi düşünen ve “çok güzel bir mesaj” olarak algılayan insanı çocukluğuna döndürmen, başka koşullarda yeniden yetiştirmen, başka koşullarda yeniden eğitim çarklarından geçirmen ve vizyonu geniş bir adama döndürmen lazım, ki bu imkansız...
İşte tam da bu yüzden bunun neden yanlış olduğunu anlatamazsın.
Sonra... Mesela bir parkta, kırk yıllık ağaçları söküp yerine “bunlar daha düzgün duruyor” diye yenilerini dikmenin bir hizmet değil, doğaya kötülük, boşa vatandaş parası harcamak olduğunu anlatamazsın.

Yazının Devamını Oku

“Tebliğ” fikir yayma özgürlüğü mü?

27 Haziran 2014
Sakarya Karasu halk plajında kadınlara hesapta “güzel ahlak” öğretmek için gezinen beyin dağıttığı broşürlerde ne yer alıyordu?

Tekrar şöyle bir okuyalım:
* Hanım tesettürlü olmalıdır.
* Kadın çalgılı düğünlere gitmemelidir. * Yol ortasında insanların gezdiği yerlerde oturmamalıdır.
* Fal baktırmamalı, zorunlu olmadıkça alışverişi kocasına yaptırmalı, kocasından izinsiz dışarı çıkmamalıdır * Kaşını aldırması, saç ektirmesi ve estetik yaptırması haramdır
* Pantolon giymemelidir * Yabancı erkelerle tokalaşmamalıdır.
* Evde köpek beslemek haramdır, ince çorap giymemeli, terlikle gezmemeli, müzik dinlememelidir....Öncelikle, tarihte ilk olarak her kim “Madem elimizde din gibi bir kavram var, neden onu erkek egemen dünyamız içinde, paşa gönlümüze göre düzenleyip, keyfimiz nasıl istiyorsa rahatımıza göre ayarlamıyoruz” dediyse akıllı adammış.
Böylelerine yol açmış, dünyanın belirli bir bölümünü kadını hapsetmeyi “güzel ahlak” olarak gören, bunu yayan ve inananlarla doldurmuş.

Yazının Devamını Oku

Boşlukları dolduranlar

26 Haziran 2014
Birbirlerinin arkasından konuşan, böyle rahatlayan, insanlara karşı içinde kızgınlık biriktirip bunu adeta bedensel bir yük gibi taşıyanlara hayret ediyorum, en büyük zenginliği içindeki niyet olan, içi dışı bir Habitus okuru.

“O benim hakkımda bunu düşünüyor”la dertlenenler, az tanıdığı insanların fikirleriyle hayatlarını şekillendirenler...
Bir kere hayata geliyoruz ve milletin bıdı bıdısını çekiyoruz. Hoş, bunlar kimi zaman mecburen katlandığımız durumlar.
Bir insanın sözüne üzülmek için birkaç tane basit soru var esasında: Hayatımı paylaşıyor muyum? Beni tanıyor mu? Onunla evli miyim? 20 yıllık dost muyuz?
Başkasının lafına bel bağladığın zaman tüm duygularını onlara teslim etmiş oluyorsun. Al diyorsun, manipüle et beni, çünkü senin ilgi ve sevgine, en önemlisi de beni onaylamana ihtiyacım var.
Seni tanımayanın kötü sözüne bozulduğun gibi, seni çok tanımayan kişinin övgüsüne ve sevgisine de bağımlı hale geliyorsun.
Halbuki ikisi de gerçek değil. Kısacık hayatta, her ikisi de gerçek değil.
Zaten sizi az tanıyan insana isterseniz akşama kadar kendinizi anlatın, “Ay ben çok şöyleyimdir” deyin, o yine kafasındaki kanaatten şaşmayacak.

Yazının Devamını Oku

3. Dünya halleri bunları gerektirir

25 Haziran 2014
Alaska’daki depremi umursamıyoruz, çünkü kendini ilgilendirmediğini düşündüğü olayları görmezden gelen bir 3. Dünya ülkesi olmak bunu gerektirir.

* Televizyonda “Biber gazı orucu bozar mı?” sorusunu tartışan “alim”ler var, çünkü ülke bunu gerektirir.
* “Erkek 4 kadın alabilir, kadın alamaz” diyen insanlar haber olabilir, çünkü dinini bile erkek egemen dünyaya adapte etmiş şark kurnazlarının ekranlardan gevrediği bir coğrafyada yaşamak bunu gerektirir.* Mayolu, bacaklı reklam afişlerini sansürlemek yadırganacak bir durum değildir, gayet normaldir çünkü muhafazakarlık kelimesi altına gericiliği saklamış bir Ortadoğu ülkesi olmak, bunu gerektirir.
* Bir işi iyi yapıp yapmamak değil, insanlara kendini ne kadar gösterebildiğin daha değerli bulunabilir çünkü “hısım-akraba-bizim bi’tanıdık var o halleder yeae” sistemiyle iş yürüyen Türkiye’de yaşamak, bunu gerektirir.* Karakterini renklerinden, dokularından, binlerce yıllık tarihinden alan bir şehirde ne varsa yok etmek gerekir çünkü “imzamızı atacağız ve her kamusal alanın bizim elimizden çıktığı belli olacak”çı belediyecilik bunu gerektirir. Bu uğurda ağaç söker, yerine yenilerini bile dikebiliriz. (Şu noktada Göztepe Parkı’nı örnek vermeden geçemeyeceğim. Burada bulunan ağaçlar söküldü, yerine yeniledi dikildi. Neden? Çünkü parka yeniden peyzaj tasarımı yapıldı, bu yeni tasarımda çiçeğin bile yeri belli. “Nizamı bozan” eski ağaçlar söküldü, yerine yeni fideler dikildi ve buna alkış tutmamız beklendi.)
* Galata’nın dibi çay bahçesi yapılabilir çünkü çay içmeyen Türkiye halkı, ölüme terk edilmiş gibidir. Mesela, Moda’daki iskele de çay bahçesidir çünkü çay içmek, halkın şehir içinde seyahat etmesinden daha önemlidir. Hal böyleyken git bir çay koy sevgili derdine derman bulamayan Habitus okuru. Yarın yokmuş gibi çay iç. Sürekli çay iç. İçin kuruyana, ağzın ekşiyene kadar çay iç. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar çay iç. ÇAY İÇ.* 100 metrede bir AVM yapmalıyız. Her bulduğumuz boşluğa, her ağaçlık alana, her tren istasyonuna, her yere AVM yapmalıyız çünkü gözü para dönmüş bir 3. Dünya ülkesi olmak bunu gerektirir. Buradan yetkililere sesleniyorum. Tartışmaya bile lüzum yok, Söğütlüçeşme tren istasyonuna da yapın AVM’yi. Kadıköy’de yeterince AVM yok, eksikliğini duyuyoruz gerçekten. Hatta bizim evin bahçesi de AVM’ye çok uygun, böyle boş boş duruyor, adeta “Ben de AVM istiyorum, benim tren istasyonundan eksiğim ne” diyor.
* Özür dilemek değil, birbirine atarlanmak, bağırmak ve haksız olsan da “dik dur eğilme” anlayışıyla en ufak sorunu dahi çözememek makbuldür çünkü hatasını kabul etmeyi yenilgi olarak gören bir bakış açısı, bunu gerektirir. (Mesela evvelsi gün ellerimde ağır torbalarla bir marketin otoparkında yürümem, ani fren yapan araç ve camını açıp atarlanan aile babası... Ben ağzım açık bakarken, “atar”ı bitince adamın aniden gaza basıp hızla yanımdan uzaklaşması... Anmadan geçemedim.)
Ve son olarak...
Arkeoloji müzesinde sünnet düğünü yapılabilir, çünkü “Gelişmemişin parası olmuş” diye başlayan hikayenin sonunun, böyle olması gerekir.

Yazının Devamını Oku

Diyet hurafeleriyle nasıl başa çıkılır?

21 Haziran 2014
Bu defa işinde uzman bir diyetisyenle kilo vermeye kalkınca anladım: Hurafelerle doluyuz ve hayatımız onlara sırt yaslayarak geçiyor.

Yeni aldığımız ve bozulmasın diye itina göstererek koruduğumuz bir elbiseye bile daha bilinçli yaklaşıyoruz, bakın size söyleyeyim.
En azından elbisenin bozulmaması için nasıl yıkamamız, nasıl ütülememiz gerektiğini bilerek davranıyoruz.
İş, insanın kendi bedenine gelince nedense varsa yoksa; “Ne varsa deneyeyim...”
Düzenli kontrollerini yaptıran kaç kişi var? Peki ya sağlıklı yaşam için düzenli almanız gereken besinleri biliyor musunuz? Fiziksel aktivite dozunuz ne peki? Koltuktan kanepeye mi yuvarlanıyorsunuz yoksa her gün en az yarım saat yürüyor musunuz?
Merak ediyorum, nedir insanın kendi bedenini bu kadar “deneme tahtası” olarak görmesini sağlayan motivasyon? Neden ona yeni bir elbise kadar değer vermiyoruz?
Bu sorunun cevabını, sağlık ve beslenme gibi hayati konuların dahi ticarete dönüşmesinde arayabiliriz.
İnsana çaresiz anında ümit veren reklamlar, çekici ama sağlıksız fırsatlar, eczanede bile “güvenilir” diye satılan ürünler... Bin bir türlü öneri... İnsanı yanıltıyor. Halbuki beden oyuncak değil, bir bilene soracaksın, dediklerini uygulayacaksın.

Yazının Devamını Oku