Senin önüne geçince, yol vermeyince damarlarına bir “zafer” duygusu yayılır... Bir rahatlama, tarifi olmayan bir zevk... Herhalde sebebi bu olmalı, yoksa “Ölürüm de yol vermem” halini açıklamak mümkün değil.
Sen sola sinyal vermiş, soldaki sokağa sapacaksın, yani adamın hakkı olan bir şeyi elinden filan almıyorsun. Fakat sen onun önüne sinyalle geçsen bile cebinden parasını çalmışsın gibi hissediyor.
“Benim hakkım” diyor, sen ölsen de, gebersen de benden sonra geçeceksin” diyor. Tabii sen geçemiyorsun ve bir sonraki sapaktan dönmek zorunda kalıyorsun.
Trafikte karşılaştığımız tüm akıllara ziyan ihlalleri geçtim, ortalama bir Türk sürücüsünün kafasının çalışma yapısı bu. Önce o geçecek, yollar onun. Sen sadece onun önünde, hedefine gitmesine engelleyen bir parazitsin.
Bakın daha en taze örnek: Pazar günü evimizin bulunduğu sokakta garajından bir adam ve oğlu çıkıyor. Biz de o sırada kaldırımın garaja denk gelen kısmında yürüyoruz.
Medeni ülkelerde yayanın önceliği vardır; ha, zaten kaldırımdayız, yaya önceliğinden bahsetmek bile abes ama ne olduğunu tahmin edersiniz, adam gaz kesmiyor, biz de çocukların kovaladığı tavuklar gibi sağa sola kaçışıyoruz.
Neden? Altındaki tank ile pazar gezmesine çıkacak şahıs için kaldırımda yürüyen yaya, “önündeki engel”.
Bildiğim bir şey var ki o da, herhangi bir canlıya en ufak kötü muameleyi gördüğü anda kalbi parçalananlara eziyet bu, başka bir şey değil. Maksat “Ders vermek” ise, bu videolar ancak gerekli insani hassasiyetlere sahip olan kişiler için yaralayıcı.
Birçok konu gibi hayvan meselesini de yanlış anlamış ve “insan hizmetkarı”, “aşağılık yaratık” olarak görenlerde zaten bırakın videoyu, işkence gözünün önünde olsa parmağını kımıldatacak değil...
Prens adalarındaki faytonlara koşulan atlar yaz mevsiminde patır patır düşüp ölüyor.
Yapılan çağrıları duyan yok. Sokak hayvanlarına yapılan eziyet zaten her gün önümüzde...
Çocuğuna pelüş hayvan alır gibi kedi köpek satın alan ve sonra sokağa bırakanlar ayrı hikaye...
Cihangir ve Moda’nın kedi köpeği meşhurdur, bilirsiniz.
Sebebi açık, evindeki hayvandan bıkan bu semtlere bırakıyor.
Eskilerden bir plak, eskilerden bir kitap, bir dergi, bir ezgi, bir obje... Eski günlere dair bir fotoğrafa, bir kartpostala boğazında düğümle bakan bünyeler için “popüler ve yeni” kelimeleri ancak bir “yaşadığı andan uzaklaşma ve geçmişe daha çok bağlanma” sebebi...
Geçmişe bağlanmanın başka sebepleri de var tabii. “Yeni” olanın her zaman iyilik getirmemesi mesela.
Eskiyi iyi taraflarıyla birlikte ortadan kaldırma hali değer bilmezlikle bir araya geldiğinde, milyonlarca insan için önemli olan ne varsa hepsi birer birer yıkıldığında, insanın nostalji bağımlılığı yeni bir boyut kazanıyor.
Müzik için de geçerli bu...
Eski duyguları geri çağıran, çocukluğunuzdan kareleri hatırlatan bir parça ile radyoda kulağınıza çalınan, hepsi aslında aynı şarkıymış gibi hissedilen bir pop parçasını aynı yere koyar mısınız?
Sadece duygusal bağ değil bana bunları söyleten; bugünün müziğiyle geçmiştekini karşılaştıramıyorum artık. Az olan iyi işleri tenzih ederek söylemek isterim fakat... Bir saat boyunca Türkçe pop kanallarını gezdiğimde sadece ve sadece “zehirlenme” hissi kalıyor bende.
Bir makineden çıkmış gibi tüm şarkılar; düzenleme, his, çoğunda aynı. Tabii bir biçimde takılıyorlar dile, daha doğrusu “gideri oluyor” yeni dünyamızın popüler dilinde; satıyor, çalınıyor, “tık” alıyor ve düzen sürüyor.
Artık “Bu hareketi yapanların vicdanı, insanlığı nerede?” diye bile sorasım yok, çünkü bu artık bütünüyle bir delilik hali.
İnsanın içinden “insan”ı çıkardığınızda geriye kalan dün gece izlediklerimiz işte...
Dürtülerini kontrol edemeyen, kural tanımaz, yaptığının nasıl bir felakete sebep olabileceğini göremeyen, eğitilemeyen bir zihniyet. “Ben kazanacağım, benim takımım kazanacak” hırsıyla en akla gelmedik deliliklere imza atabilecek, esas amacı yardım olan bir maçta bile bunu yapabilecek bir anlayış...
Filmlerdeki zombiler gibi... Hani adam zombi olmuş bir kere, yapacak bir şey yok, durması için mümkün olan en makul sebepleri sunsan dahi işlemez, duvara konuş daha iyi. Öyle ya da böyle, şimdi ya da sonra, seni ısıracak, parçalayacak. Karnı doyana kadar yapacak bunu. Sonra da evine gidip hiçbir şey olmamış gibi uyuyacak, tekrar acıkana kadar. Bir sonraki “zombinin acıkma anı”nı nerede yaşayacak kim bilir.
Bildiğimiz bir şey var ki, o da, eğer o acıkma anını yine toplum içinde yaşarsa, onu izleyenlere yine ve yine “İnsanlık bitmiş... Bitmiş arkadaş” dedirtecek.
Dün maç izlemedik biz, başka bir şey izledik. İnsanımızın geldiği hali izledik. Esas mesele bu.
Bir diğer konu ise şu, koca koca fişeklerle, çakmaklarla rahat rahat stada girenler varken, herhangi bir güvenlik önleminden bahsedemeyiz. Ya bir sporcu sakatlansaydı. Ya atılan bir cisim birinin başına gelseydi, canını alsaydı. “Hak etti, zaten ölsün istemiştik” mi diyeceklerdi? Bir anlık kızgınlığa mı vereceklerdi?
Bankalara borcu olmayan yok. Sanal bir zenginlik hali üzerinden dönüyor dünya. Maaşlar belli, bütçe belli, sınırlar belli ama sınırları sonsuz gibi görünen bir konu var: Her şeye sahip olabileceğin algısı. Artık ismini sen koy; taksitlendirme, kredi alma, kredi kartından harcama... Hepsi sanal bir bolluk, sanal bir varlık , hatta sana ait olmayan bir varlık üzerinden konuşuyor.
Farkındaysanız bir süredir alışveriş çılgınlığından bahsetmiyoruz, alışverişte ihtiyacın olmayan ne varsa almayı normalleştiren bir düzen içinde yaşadığımız için öyle “çılgınlık” filan yok.
Alışveriş yapmak en büyük ihtiyaç, en büyük psikolojik rahatlama sebebi, beynin ödül mekanizmasını çalıştıran en esaslı konu... Sokağa çıkıp eve döndüğünüzde eğer elinizde bir torba yoksa, bir dükkana uğramamış ve cüzdanınızı cebinizden çıkarmamışsanız “bir tuhaf” hissediyorsunuz kendinizi. Düşünün, öyle fena alıştırmışlar bizi alışverişe.
Elin boş eve geldin mi “Bir şey mi unuttum acaba?” diyorsun. Geçen gün ana haber bültenlerinden birinde vardı: Bir semte ucuzluk çadırı kurulmuş. Buraya alışveriş yapmak üzere gelmiş insanlarla sohbet ediyor muhabir. “Ne aldınız?” diye soruyor, kadın cevap veriyor, “Bir ayakkabı, bir terlik, sonra şunu, sonra bunu”...
Normalin dörtte üçü ucuzmuş, 40 lira diyor, 80 lira diyor, dört tane aldım diyor. Görünen o ki her gelen en az 200-300 lirasını orada bırakmış. Öyle rahat anlatıyorlar ki “70 lira, çok ucuz” diye. Doğru ya, maliyeti 3,5 Lira olan elbiseyi 300 liraya satıyor mesela, sonra onun üzerinden yapılan dörtte üçlük indirim “ucuz” oluyor.
Dahası, hâlâ pahalı, ama ucuz alışveriş insana “Bu defa kaçırırsam öldüm” dedirtiyor ve öylesine bir ödül duygusu veriyor ki, pas geçemiyorsun.
Yeni yapılan ve sayısını/isimlerini bilmediğim, yerlerini karıştırdığım onlarca alışveriş merkezinde dolaşırken, hep aynı his peyda oluyor: Burası bir müze.
“ALS hastalığı ile ilgili farkındalık kampanyasını gördüğümde sevindim aslında. Çünkü babamın hastalığını başkalarına anlatabilmemin tek yolu ‘futbolcu Sedat’ın hastalığı’ demekti. En azından insanlar hastalık hakkında bilgi sahibi olacaklar, hastaların ve yakınlarının neler yaşadığını biraz da olsa bilecekler, diye. Ama artık kampanyanın amacını aşarak, kafadan su dökülerek eğlence haline getirilmesinden babasını 5 ay önce ALS’den kaybetmiş biri olarak, rahatsız olmaya başladım...”
Bakın, bunu bir ALS hastası yakını söylüyor. Acısı taze olan bir ALS hastası yakını. Bu işin giderek eğlenceye dönüşmesini izleyen bir ALS hastası yakını. Ona kulak vermek lazım.
“Evet, insanlar artık hastalığın adını biliyor. Ama hastalığın nasıl başladığını, seyrini? Yakınlarının neler yaşadığını?” diye devam ediyor sözlerine.
Hakikaten, buzlu kovaları kafamızdan aşağı döküp “Ekikiki” kıkırdamalarımız bittiyse bunu konuşalım.
Türkiye’de bu hastalıkla ilgili ne değişti? Herkes ALS’nin adını duydu.
Ha, yanlış olmasın; bu kısaltmanın açılımını değil, ALS’yi. Ülkemizde artık “Futbolcu Sedat’ın hastalığı” değil, “Hani kafadan aşağı buzlu sular döküldü ya bir ara, hah işte o hastalık” diye hatırlanacak, şimdiden adı bu.
Ötesi yok, “buzlu sular döktüler ya hani...” O kadar.
Şimdi bunu “yurdum gerçeği” olarak bir kenara koyduk, ancak bir konu var ki, meseleye kat çıkıyor, günlük hayat ilerlemesin diye her an tetikte, sana çelme takmak üzere bekliyor.
Onun da adı “Bilmiyorum diyememek”...
Elinizdeki cihaz bozulmuştur mesela, satın aldığınız yere götürürsünüz, dersiniz ki, “Bak kardeşim, şunun şurası hatalı, bunu değiştirmek lazım”. Adam sana “Yane honföndöee bunların hepsi böyle, bir sıkıntı yok” diye karşılık verir. Dersin ki “Bir SIKINTI olmadığına nereden karar verdin kardeş? Sordun mu teknik adama?”
Sormamıştır, öğrenmemiştir, teknik konuda herhangi bir bilgisi yoktur ancak bilmediğini asla kabul etmez. “Neden bilmiyorum demiyorsun?” diye sorarsın, cevap veremez...
Bir yiyecek alırsın, içeriğiyle ilgili bir soru sorarsın, bu soruları yanıtlamak üzere orada duran görevli kızımız yine bilmez, “bilmiyorum” diyemez. “TBİKİ YAANİ SNUÇTA Bİ ŞKAYET ILMIDIK YANEE” yeterli bir teknik açıklamadır. (bkz. Sıkıştığın anda cümleye “Tabii ki yani sonuçta” diye başlamak...)
Müşteri hizmetleri hatlarına bir soru sorarsın. Sadece onların çözebileceği bir konudur mesela. “Bu konuda farklı bir işlem yapılamamaktadır” derler sana. “Bilmiyorum”un kurumsal dünyadaki versiyonu da budur. “Neden?” dersin, cevap alamazsın veya aynı delirtici cümleyi tekrar duyarsın.
“Ben bilmiyorum, bir bilene soralım” diyemeyenler yüzünden uçup giden zamanı tutamıyorum, “bilmiyorum” diyebilen muhterem Habitus okuru.
Gülmek istiyorum.
Gülmek istiyorum.
İyi hissetmek istiyorum. Olan bitenden bunaldım, her gün aynı haberleri okumaktan, bir yere varmayan tekrarlardan usandım.
Biraz gülmek istiyorum.
Çok insancıl bir ihtiyaç, değil mi?
Yemek gibi, su gibi. Bir günü baştan sona omuzların çökmeden sürdürebilecek kadar iyi hissetmek...
Gülümsemek, gülmek, güzel bir şeylerin olabileceğine dair içinde heyecan hissetmek... Kabul ediyorum, biraz zor. Ya birisi sizi o karanlık ruh hali içinden zorla çekip çıkaracak, ya da karamsarlığın dibine ayak vurup kendi kendinizi yüzeye doğru iteceksiniz.