Demeyin. Gelin bugün gerçek tasarruftan konuşalım. Biz zavallı vatandaşın, “büyük götürenler” için zavallıca görünecek tasarruflarından konuşalım.
Minik, ufacık sandığımız ama 75 milyon aynı anda yapınca akıllara ziyan büyüklüğe ulaşan israftan bahsediyorum. Hem biz tasarruf ederken belki devlet büyüklerimiz de bizleri örnek alır kim bilir?
* Ekmekleri dışarıda tutmayın. Buzdolabında da tutmayın. Ekmekleri dilimleyip, torbaya koyup buzluğa atın. Lazım olduğunda yiyeceğiniz kadarını ısıtır veya kızartırsınız. Böylece ekmekleriniz küflenmez, bayatlamaz, atmak zorunda kalmazsınız.
* Duş aldığınızda su ısınana kadar boşa akıtmayın, bir kovaya doldurun. Temizlik veya klozete dökmek için kullanırsınız.
“Hasta mısın Melike, bununla mı uğraşacağız” demeyin, evet, uğraşacaksınız. Hatta durun, daha fazlasını söyleyeceğim: Duş alırken şampuanlandığınız-duş jeli kullandığınız zamanlar suyu kapatın. Bunun için aç-kapa bataryanız olmalı, zaten eski tip olanlarla aralarındaki su tasarrufu farkı büyük.
El yıkarken, mutfakta ve duşta litrelerce suyu boşa akmaktan kurtarırsınız.
Fiyat tuzlu demeyin, inanın çok kısa sürede fiyatını yaptığı tasarruf sayesinde çıkarıyor.
Bugün 70’lerinin sonlarındaki annem de, 80’lerinin başındaki babam da yaşlarından çok genç gösterir.
Genç yaşar, genç konuşur. Geç çocuk sahibi olmanın etkisi bu işte. Sizi dinç bırakıyor...
Gençlik meseleleri bir yanda dursun. Dünyanın en büyük sorumluluğu, çocuk yetiştirmek.
Her çocuk, kendisine bakabilecek, iyi bir eğitim ve iyi bir hayat sağlayabilecek, ona her şeyden önce düşünmeyi öğretecek anne babayı (ve ülkeyi) hak ediyor.
Böyle düşündükçe insan kendini asla hazır hissetmeyebilir.
Ha bir de şu var tabii: Evhamdan kaynaklanan “hazır hissetmemek” ile gerçekte olan koşullar yüzünden “hazır hissetmemek” farklı.
“Neden çocuk yapmıyorsun?” sorusuna “çünkü hazır hissetmiyorum” gibi makul ve somut bir cevap verdiğinizde, çocuklu kadınlar Bruce Willis gülüşü eşliğinde “Hiçbir zaman hazır hissetmeyeceksin” cevabını veriyorlar genellikle.
O da nasıl bir algılayamama haliyse artık... Pantolonları ancak koluma geçirebiliyorum, gömleklerin kapanması bir yana, bileğimden geçmiyor, tişörtlerim çocuk tişörtüne dönmüş... Sürekli eşofmanla ve bol kıyafetlerle dolaşıyorum, “şişmanlamışsın” diyenlere sinirleniyorum.
Haklıyım da esasında... Biraz kilo aldığında o kadar olumsuz laf duyuyor ki, insan kendini çok ciddi bir hastalığı varmış kadar kötü hissediyor. Halbuki medyanın dayattığı çubuk kadın formunda değilsin, o kadar. Bu seni kadın olmaktan alıkoymuyor.
Hoş, bu sene biraz şanslı sayılırız, Iggy Azaelea’lar, Jennifer Lopez’ler, Kim Kardashian’lar sayesinde büyük kalça moda oldu da artık o kadar garipsenmiyor.
Son yılların “revaçta” kadın figürü biraz genişledi fakat bu durum şişmanlayınca “hasta” muamelesi görme halini değiştirmedi.
Sırf fiziksel görünümden kaynaklı mutsuzluk değil konu, işin içine kilo kaynaklı sağlık problemleri girince zayıflamak kaçınılmaz oldu. Güvendiğim bir doktora sordum, Beslenme ve Diyet Uzmanı Nil Şahin Gürhan’ı önerdi, derhal gittim ve haziran ayında başladık. Heyecanlıyım tabii, bir anda kilo vereceğini zannediyor insan. Sihirli değnekle bir-iki ayda üzerindeki yükler gidecek sanıyorsun.
O yüzden diyet-zayıflama planları hep yarıda kalıyor. Sürdürmek için yeterli sabra sahip değiliz. İlla kaçamak yapıyorsun, illa süngün düşüyor, illa “yeter artık” diyorsun. Bu, seni zorlayan bir diyet olmasa da böyle. “Sınırlanmak” psikolojik olarak yoruyor.
Her hafta farklı diyet listesi uyguladım ve tartıldım. Haziran ayında 1.71 boy ve 80’e dayanmış ağırlığımla yuvarlanıyordum. Her ay ortalama bir kilo verdim. Bazen 500 gram, bazen 1,5 kilo. Ama hep verdim. Hep spor yaptım, ya yürüdüm, ya koştum. Gürhan bana “Kiloluyken koşma, yürü” dedi. Sabırsız ve inatçı olduğum için koştum. Yazın, 73-74 kilo civarındayken koşmaya başladım. Her gün 5 km... Bilinçsiz koşu ve profesyonel sözü dinlemedim, sol dizimi sakatladım. Dizim ancak fizik tedavi egzersizlerini ve hafif yürüyüşleri kaldırabiliyor. Şimdi sokakta koşmaya yeni başladığı her halinden belli olan insanları durdurup “Kafana göre koşma!” diyesim geliyor.
Neden bitiyor bu ilişkiler? Burcu Esmersoy’un dediği gibi, neden “olmuyor” bir türlü?
¡¡¡
Kendini daha önce gitmediğin, bilmediğin, ancak fotoğraflarından gördüğün bir yerde hayal et. Tropik kuşaktaki bir adada mesela. Hiç karşılaşmadığın türde bitkiler, hayvanlar... Altın rengi, pudra yumuşaklığında kumlar... Cam gibi deniz, derinlere doğru turkuaza dönüyor; manzara öyle güzel ki, bakarken kendini ölecekmiş gibi hissediyorsun.
Turkuaz adada bir sene boyunca kaldın diyelim. O ilk gün, o renklere inanamadığın ve gözlerinin kör olduğu günden bir sene sonrasına atlayalım: Kendini kumsalda aptal aptal otururken bulabilirsin. Denize bakıp “Deniz işte, bildiğin su, ne var?” diyorsundur. Yüzün asıktır, canın sıkılıyordur bu adada, yapacak bir şey kalmamıştır. Gözlerin alışmıştır çevrendeki güzelliğe, artık burada yaşamak sıradan geliyordur. İlk gün seni ölecekmiş gibi hissettiren o ada, artık sana heyecan vermiyordur.
İnsanoğlunun laneti işte bu: Alışmak. Koşullara adapte olmak, hayatta kalmak için gerekli bir özellik belki ancak bu aynı zamanda bir lanet. Dünyanın en güzel yerinde, seni en muhteşem hissettiren mekanda yaşa, ona bile alışırsın. “Ne var yani” dersin bir gün, “Ev işte”... Evi olmayanı düşünmezsin, elindeki sana az gelir.
Sanki evlenince bunu soranların hayatında bir değişiklik olacaktır veya evlendiğinizde teyze yeni bir element bulacak, ölümsüzlüğün sırrını keşfedecek, insanoğlunu yeni bir çağa sokacaktır. Tüm bunları gerçekleştirebilmek için sizin evlenmenizi bekliyordur. O yüzden hep sorar, durmadan sorar.
Sonra evlenirsiniz. “Eee? Evlilik ne zaman?” sorusundan kurtulduğunuzu düşünürsünüz ancak erken sevindiğinizi fark edersiniz, çünkü evlenince “Evlilik ne zaman?” sorusu “Çocuk ne zaman?”a dönüşür. Evlilik sonrası çocuğu yapana kadar 25 bin kez bu soru gelir.
Sonra ilk çocuğu yaparsınız. “Oh be” dersiniz, artık size “Eee, çocuk?” demeyecektir.
Yine erken sevindiniz, geleceği göremediniz. Bu defa da “Ee? Çocuk ne zaman?” sorusu “Eee? İkinci ne zaman?”a dönüşür.
İkinciden sonra ne oluyor bilemiyorum, bilenler bilmeyenlere anlatsın. Zaten ilk çocuktan sonra yaklaşık 30’larında oluyorsun, bu yaştan ve bir çocuktan sonra bu sorulara sabırla cevap verme becerini kazanıyorsundur herhalde.
Gelişmemiş ülkelerin nüfusu artıyor
Üremek, elindeki bilgiyi, genlerini senden sonrakilere aktarmak, insanoğlunun devamlılığını sağlamak... Annelik dürtüsü... Tüm bunlar birleştiğinde “karşı konulmaz bir çocuk yapma” arzusu oluşturuyor.
Dile kolay, dünya üzerinde tam 110 sene... 76 yaşındaki kızı, annesinin hâlâ sağlıklı olmasını iyi genlerine, iyi beslenmeye ve stressiz hayat tarzına bağlıyor.
¡ ¡ ¡
Sally Mitchell, Michigan’da bir çiftlikte, dört kız kardeşiyle birlikte büyümüş. Kızı, “Her gün temiz hava soludular, kendi yetiştirdikleri taze, hormonsuz ve tarım ilaçsız sebze ve meyvelerle beslendiler” diye anlatıyor.
Mitchell, evlendikten sonra eşiyle California Irving’e taşınmış ve o zamandan beri hayatını burada sürdürüyor. Mitchell’ın kızı Suzanne Becker, annesinin son derece sıradan, fakat stressiz bir hayat yaşadığının altını çiziyor.
Ben de bir kez daha bu kelimenin çizmek istiyorum sevgili gergin Habitus okuru. STRES.
Şimdi ise bu “eski zaman” aya, yıla hatta güne kadar indi.
İnternet artık bir çöplük, bir zamanlar televizyon için kurduğumuz cümleleri internet için de kullanıyoruz.
“Televizyon seyretmiyorum” gibi “İnternete girmiyorum” diyenlerle karşılaşmak mümkün.
“Doyma noktası” veya sosyal medya ile kurulan yoğun ilişki sonrası beyin yorgunluğu sonrasında, bu oluyor.
Bilhassa işleri sosyal medya ve dijital dünya olan kişiler yılgın vaziyette.
Gözlem yapmak amacıyla, işleri gereği sosyal medya hesapları var, sosyal medyanın her noktasına hakimler ancak kişisel tercihini “offline” bir hayat yaşayarak kullanıyorlar...
Bu arzuyu anlamak mümkün. Sanal hayatın gerçekten farklı olmadığını söylüyorduk ancak interneti de “Türkiye modeli”ne çevirmeyi başardık.
Demiyor ki “İnsanımızı eğitelim, kızlarla erkeklerin bir arada okumalarının NORMAL olduğunu anlatalım...”
Ne diyor bunun yerine bakalım: “Karma eğitim yerine kızlarla erkekleri ayıralım, böylece aileler kız öğrencileri okula göndersin.”
Cinsiyet ayrımını belirginleştiren ve kız-erkek birlikte eğitimin yanlış olduğuna vurgu yapan bu bakış nedeniyle kendisini tebrik ediyoruz.
Moralimizi bozmadan önce bir nefes alalım.
Bakın ülkemizde başka neler oluyor, aydın insan ne yapıyor, ben size anlatayım.
Geçen haftalarda kız çocuklarına “Mesleğin kızı erkeği olmaz” fikrini aşılama amacı taşıyan “Benim Madam Curie’m” projesiyle ilgili olarak Uçan Süpürge’nin kurucu başkanı Halime Güner ile buluştuk.
Projenin odaklandığı eğitim ve bilim insanlarından biri olan değerli hocamız Nermin Abadan Unat’ı ziyaret ettik.