Hep soruyoruz ya, “Nedir bu doğa düşmanlığı, nedir bu rant sevdası, para aşkı?” diye...
Rant ve para sevdasını açıklamak mümkün, “yeşil”in tadını bir kere alan bırakamıyor, malum.
İnsan hayatı sonsuz gibi geliyor olmalı o sevda başa bela olduğunda.
Daha çok istiyorsun, daha çok istiyorsun, en çoğunu istiyorsun ve hepsini alana kadar rahat edemiyorsun.
En çok para, en büyük güç sende olsun istiyorsun, sanıyorsun ki mutluluk ve “tamamlanmışlık” duygusu, cüzdanın alamayacağı kadar parayla şişince geliyor...
Bilmiyorsun ki bu haller ancak çiğ kalmış bir ruhun aynası olur...
İçini, gerçek hislerini, anlayışını, inancını olduğu gibi gösterir...
Politikayı bir kenara bırakın, en büyük algı yönetimi “alışveriş” konusunda yapıldı ve hepimiz göz bebekleri helezon şekli almış, dükkan dükkan gezip ihtiyacımız olmayan ne varsa satın alan birer “alışveriş canlısı”na dönüştük. Kredi kartları sanki bankaların içine para doldurup verdiği hediyeler, banka kredileri ise havadan yağan banknotlar vaziyetinde. Reklamlarda optimizmde zirve yapıyorlar adeta, lafı “geri ödemenize bile gerek yok” sınırına kadar gelip bir o cümleyi kurmuyorlar. O cümleyi sen aklında kuruyorsun, almak kadar ödemek de kolay diye düşünüyorsun.
Sanal bir “satın alma gücü” yaratıyor bu, tam da zamanın ruhuna uygun.
Ortada bir “güç” var ama tamamen balon.
Reklamlarla şişirilmiş, kocaman duruyor, içinin hava dolu olduğunu çaktırmıyor.
Her şeyi satın alabileceğimize, 12 taksitle dünyamızı değiştirebileceğimize inanmışız bir kere.
Kartlarla veya kredilerle bankaların esiri olmayana madalya veriyorlar artık. Bu sanal alım gücüne ikna olmuşuz, teybi geri sarmak için çok geç.
“Her şeyi satın alabilirsin, yeter ki iste” cümlesiyle özetlenebilecek bir hâl bu.
Tatil zamanı atılan otel reklamları... Operatörünüz vasıtasıyla numaranızı reklam ve tanıtım mesajlarına kapattırsanız bile eksik olmayan tanıtım-indirim mesajları...
Vaktiyle hiç üşenmemiş, bu telefon tacizcileriyle tek tek uğraşmış, baş edemediklerimi de telefonumda yasaklı numaralara eklemiş, böylece hem arama hem de SMS sayısını kayda değer bir biçimde azaltmıştım.
Hiç kimsenin insan hayatından çalmaya hakkı yok, burası bir gerçek. Fakat bu konuda yanımızda duran bir yasa yok.
Ruh halin senin vaktini çalanlara savaş açmaya müsaitse, yaşanacak diyaloglar esnasında söz konusu olacak sinir harbine katlanabiliyorsa uğraşacaksın...
Hoş, telefonu tanıtım SMS’lerine kapattırmak da çözüm değil, hastane gibi yerlerde internet üzerinden bir hizmet kullanmak isterseniz, size gönderilen şifreyi alamıyorsunuz mesela.
O esnada her şey dahil otel reklamı bir aralık buluyor, her nasılsa ulaşıyor telefona...
Ben uğraştım ve çözdüm sayılır fakat bir de “uğraşılmamış” bir telefona bakalım:
Cumartesi bir hikaye anlatacaktım size, sığdıramadım. İş güvenliği, can kıymeti ve bunun hayata etkileri konusunda okuduğum en çarpıcı hikayelerden biriydi. Gerçek üstelik...
Hikayeyi, Charles Duhigg’in “Alışkanlıkların Gücü” isimli kitabından alıntılayarak, dilimin döndüğünce özetlemeye çalışacağım.
1987 yılında Wall Street yatırımcıları ve borsa analistlerinden oluşan bir topluluk, Alcoa’nın (Aluminum Company of America) başına geçen yeni CEO’yu dinlemek üzere bir araya gelmiştir (Alcoa, çikolataları saran folyodan tutun uyduları bir arada tutan cıvatalara kadar her türlü alüminyumu üreten dünya devi şirket).
Bir önceki sene Alcoa’nın attığı yanlış adımlardan dolayı, şirket hem müşteri hem de kâr kaybediyor. Yeni CEO’nun gelişi de bu yüzden.
Yeni CEO, Paul O’Neill adında eski bir hükümet bürokratı.
O’Neill, tanışma toplantısındaki sözlerine, kârdan, maliyetten değil, “Size işçi güvenliğinden bahsetmek istiyorum” diye başlıyor.
“Eğer Alcoa’da işlerin nasıl gittiğini anlamak istiyorsanız, işyeri güvenlik rakamlarımıza bakmalısınız. Kaza oranlarımızı aşağıya çekeceksek, bu, şirketteki bireyler önemli bir şeyin parçası olmayı kabul ettikleri, mükemmeliyetçiliği alışkanlık haline getirmeye kendilerini adadıkları için olacak. İş güvenliği, şirket genelinde alışkanlıklarınızı değiştirme yolunda ilerleme kaydettiğimizin bir göstergesi haline gelecek” diye devam ediyor.
Bakınız, esasında çözüm kolay. Kolay ama o “50 kişi” yüzünden nasıl imkansız, düşünebileceğiniz her alanda devreye giren o “50 kişi”ler nasıl bir simge bizim için, anlatayım.
Önce teoride kolay görünen birkaç sorunumuzu art arda sıralamak isterim:
* Trafik kazaları mı oluyor? Kanun koyarsın, uygularsın. Trafik eğitimini kökünden değiştirirsin. Takip mesafesi bırakmayı öğretirsin mesela. Yayanın üzerine sürmemeyi öğretirsin. Kavşak tıkamamayı öğretirsin. Sarı ışıkta son geçmenin “kâr” olmadığını öğretirsin.
* İşçi kazaları mı oluyor? Önce onlara “kaza” demeyi bırakırsın. Cinayet olduğunu kabul edersin. Önceliğin işçi güvenliği olur, düzenleme yaparsın, batı ülkelerindeki modern çalışma koşullarını getirirsin. Köleliği bitirirsin.
* Olmadığından değil, yeteneği arayacak sistem bulunmadığından memleketten yetenek mi çıkmıyor? Çin’deki gibi devlet eliyle yetenek avcılığı yaparsın, bunu da kanuna bağlarsın. Sadece dini eğitime yönlendirmek yerine, öğrencileri yeteneklerine göre ülkeyi ileriye taşıyacak meslek kollarına yönlendirirsin.
Sonra şahane bir ülke olur burası. Öyle değil mi?
Arkadaşlardan gelen serzenişin sebebi fiziksel olarak aralarında bulunmamanız veya ortalarda görünmemeniz olabilirdi ancak...
“İnternet aktivitesinin az olması” bir endişe nedeni sayılmazdı.
Şimdi ise durum şu: İsterseniz kimseyle görüşmeyin, “Ay neredesin sen ayol??” diyen pek bulamazsınız.
Herkesin nerede olduğu malum, Facebook. Fotoğraflardan, durum bildirimlerinden herkesin nerede olduğunu zaten öğreniyorsun, bir de “N’aber?” diye mi soracaksın?
Artık ortadan fiziki olarak yok olduğunda değil, sosyal medyadaki aktiviteyi azalttığında “Neyin var, nerelerdesin?” paniği söz konusu oluyor.
Facebook’taki profilinin hareketliliği, “Hah, yaşıyor, hayatta ve iyi” sağlaması gibi bir bakıma.
Hareketlilik-fotoğraf paylaşımı azalınca “Kesin bir şey var” endişesi yayılıyor haliyle. Halbuki çocuğunun gelişimini Facebook’ta takip edemeyeceğimiz, akşam-öğlen yemeklerindeki mekan tercihlerini bilemeyeceğimiz, saat kaçla kaç arası tuvalette olduğunu öğrenemeyeceğimiz insanlar da var şüphesiz.
Tarihi korumak, her yeri betonla düzlemekten hallice olunca, “Buraları eskiden nasıldı?” sorusunun cevabını daha çok merak ediyoruz.
O yüzden şehirlerin, semtlerin geçmişteki fotoğraflarına, kitaplarda anlatılanları okumaya bu kadar meraklıyız belki de.
Nostalji bağımlılığından değil, “Ne olabilirdi, ne hale gelmiş?” sancısından biraz da...
İstanbul’da “bir yerden bir yere gitme yorgunluğu” vardır; her gününü saatlerce yollarda, üç vasıta değiştirerek aşanlar pek iyi bilir bunu.
Sadece trafik, kalabalık değildir buna sebep.
Psikolojik yorgunluk, fiziksel tükenmişlikle birleşir, o hepimizin pek iyi tanıdığı akşam yorgunluğunu meydana getirir.
İşten eve dönersiniz ve atarsınız kendinizi koltuğun üzerine.
“Oh be gözünüzü seveyim, kültür sanat yazıları geri geldi. Bir ara bütün köşe yazarları siyaset düşünür, politikacı eleştirir, ‘N’olacak Türkiye’nin hali’ yazar olmuştunuz. Ne güzel böyle ortamın dışına çıkmak, güne endişesiz başlamak!”
Okurumuz haklı. Şiştik. Hepimiz şiştik. Yazanı da, okuyanı da şişti.
Öte yandan da insan “Başka ne konuşabilirdik/konuşabiliriz ki?” demeden edemiyor.
Hayat uzun zamandır gri bir pus perdesinin içinde yaşanıyor, malum.
Eğlence eskisi gibi değil, sanat desen boğazına kadar sansürle “soslanmış” durumda, sokağa çıksan bir gram yeşile hasretsin, yalan dolanla idare edilmeye artık zaten bağışıklık kazanmışsın...
En fenası da, her sabah uyandığında “Bakalım bugün akla ziyan neler göreceğiz” diye düşünmeye alışmışsın...
* * *
Cüneyt Özdemir