Çoğu da gerçekleşmez, hedefler büyük olduğu için istikrarlı olmak zordur.
Tam da bu sebeple yeni yıl başladığında “yeni yıl kararları” dediğimiz hadiseyi küçük çapta tutmak lazım.
Hedefleri büyük tuttuk mu, 1 Ocak’tan itibaren bambaşka bir insan olmaya karar verdiğimizde genellikle eskisinden daha kötü olmaya meylediyoruz.
İnsan sözünü bir kere bozdu mu “yenilmişlik” duygusu basar ya hani bünyeyi... Hani iddialı bir diyeti bir kere bozarsan “battı balık yan gider” diye tıkanırcasına yemeye devam edersin. Yeme işte, dur.
Dursan “tamamen yenilmiş” olmayacaksın. Sadece “biraz bozmuş” olacaksın, kolay toparlayacaksın.
İşleri küçük tutmak lazım ki uygulanabilir olsun.
Hem küçük adımlar hayatta büyük değişikliklere sebep olur, bunu hepimiz biliyoruz. Mesela...
* “Dik duralım, zart olalım, zurt olalım, höt olalım, zöt olalım” laflarını duya duya hepimizin kafasına
* İyi bir kitap yazıyorsun. Aylarca, yıllarca kafa patlatıyor, ömrünü buna vakfediyorsun. Çıktığı anda “tezgaha” düşüyor.
Haksız kazanç sağlayanların oyuncağı oluyorsun. Zaten kitap satışları kaç ki? Bir de sahtecilerle uğraşıyorsun.
Sahtecilikten ağlayan bir diğer grup ise müzisyenler.
Müzik, dizi, sinema, yazı demek müşterisi için “bedava ulaşılması gereken” demek.
Kimse işin bedelini ödemek istemiyor; bunların tümünün birileri için “iş”, “ekmek kapısı” olduğu unutuluyor.
Bunun kökleri çok daha derinlerde. İş olarak algılanmıyor en başta, sorun burada belki de.
Hani ailenin “Sen bileziğini tak, yine onları hobi olarak yaparsın” dediği alanlar.
Vatandaşı taciz etmek ve buradan çıkan son ekmeği yemek için 4 ayları kalan şirketler telaşta.
Artık hafta sonları sabahın köründe aranmaya başladıysanız, reklam SMS’leri ve otomatik aramaların sayısı arttıysa şaşırmayın.
Reklam arama ve SMS’leriyle ciddi ciddi savaşmıyorsanız, bunlardan kurtulmanın bir yolu yok, deneyenler bilir.
Tek tek numara bloklayacaksın, arayanlara “Numaramı veritabanınızdan silin” diyeceksin (isterlerse silecek, umursamazsa silmeyecekler), operatörünü arayıp “Reklam aramalarını istemiyorum” diyeceksin... Mesai harcayacaksın yani.
Numarayı reklam aramalarına kapatmak da çözüm değil, mesela bir hastane online hizmet veriyor diyelim. Numaran reklamlara operatörden kapalıysa sana gönderdikleri şifre gelmiyor.
Bir haberleşme aracı olan telefonun reklam için kullanılması, dünyanın en akılsızca satış stratejisi olmasına rağmen hâlâ kullananlar var, vaziyet zihnin sınırlarını zorluyor.
Ayrıca, bu kadar sahtekârlık varken hâlâ hangi telefon pazarlaması? Kim inanır, kim güvenir telefonla pazarlaması yapılan ürüne?
Gözleri kapanmış, tir tir titreyen, cılız ve çaresiz ufacık kedilerin yanından bir gram vicdanı sızlamadan geçen adamlar ve kadınlar var memlekette.
“Bahçemizi pisliyorlar” diye diğer komşuların hayvanlara yemek vermesini engelleyen, hatta bunun için kavgaya tutuşan site sakinleri var.
İTÜ’de bir idari sorumlu ve gıda teknikeri kedileri besliyor diye hiç üşenmemiş, yemekhane görevlisiyle ilgili tutanak tutturmuş.
Adamlardaki hırsa bakar mısınız?
Adamların derdine bakar mısınız?
Bir yanda hayvanlara “fareleri zehirleyeceğiz” kılıfıyla zehirli mama bırakanlar...
Bir yanda belediyelerin sınırlı imkanları...
*Selektör yaparak arka tampona yapışıyor, önündeki araçla takip mesafesi bırakmadan hızlı tren vagonları gibi gitmeyi tercih ediyorsun... Ani bir frende ölme riskini göze alıyorsun yani... Sana da bravo.
*Önündeki araçla arasında makul bir takip mesafesi bırakmış olan aracın önüne kırıp boşluğu değerlendiriyorsun... Aferin.
*Sağa-sola döneceğini sinyalle belirten araca yol vermiyorsun.... Sürücü sinyal verse de onlara senin hakkın olan yolu gasp eden insan muamelesi yapıyor, kâh küfrediyor, kâh sövüyorsun... Alkış.
*Yayaya yol vermek yerine üzerine sürüyor, kenarda durması veya adımlarını hızlandırması gerektiğini bu şekilde anlatıyorsun... 10 puan.
*Ters yöne girmekte ve doğru gelen adamdan yol istemekte senin için bir sakınca yok... Yol senin yani. Vermeyen eşek. Tebrik.
*Motorunu kaldırımdan sürmek normal bir iş senin için... Yayalar için olan kaldırımları babanın malı gibi kullanmak, üstelik bir de hız yapıp yayadan yol istemek acayip bir durum değil... Valla tebrik.
*Yeşilden sarıya dönen ışıkta son geçen insan sen oldun. Üstelik birkaç metre ötede trafik tıkanmış, gidip orada duracağını biliyorsun. Ama yine de sarıda son geçen sen oldun. Büyük başarı, büyük gurur. Git ileride dur bakalım. 5 pekiyi.
Artık vaktidir, “Yılın sanatçısı”, “Yılın filmi”, “Yılın mekanı”, “Yılın bıdı bıdısı” gibi listeler önümüze dökülecek. Bu listelerin hiçbiri artık bizi kesmez, kimse kusura bakmasın, boş yere yapmasın kimse. “Yılın deliliği”, “Yılın en insanı çileden çıkartan beyanı”, “Yılın yalakalığı”, “Yılın yuh dedirteni” gibi listeler yapmamız icap ediyor artık. Mini hikaye: Bir vakitler Avustralya’da büyümüş bir hanım kızımız mezun olduğunda İstanbul’a temelli dönüş yapıyor. Ona “Neden?” sorusunu
soranlara “Ay n’apıcam orada, huzurevi gibi” yanıtını veriyor... Bir de kendimize bakalım: Canımız ülkemizde huzurevi ortamını yakalamak için içimize, evimize, kendi dünyamıza kapanıyor, kimi zaman Twitter’a Facebook’a girip “kirlenmekten” kaçıyoruz. Herhangi bir anda sosyal medyada hissiyat paylaşımı yapmak, düşünce belirtmek “ağız tadı kaçması” garantisi. Ne yazarsan yaz, ağzını bozan, hakaret eden, küfreden bir adam çıkıyor karşına. Düşünceni beğenmiyor, kendininkini dile getirirken kötülük kusmayı ihmal etmiyor. İki satırlık lafına hem küfrü, hem de inanç-ahlak gibi meseleleri de sığdırması büyük çelişki tabii. Hem ağza alınmayacak laflar ediyor, hem de senin ahlakını sorguluyor, enteresan.
Ne oluyor? Bugünün o kirli hissiyatından, deli saçması gündeminden kendini zar zor koparmışken birden kendini çukura düşmüş gibi hissediyorsun. Tanımadığın bir insanın bir lafıyla yaşadığın dönemin ruhu çekiveriyor seni içine.
Gerçeklere dönmek bu kadar kolay işte...
O yüzden kendi içine kapandığında teknolojiyi de uzak bir yerlere koyacaksın, analog yaşayacaksın. “Her gün bir başka delilik” çağında “kafa dağıtmak” dediğimiz hadise de başka bir şeye dönüştü tabii. “Kafa dağıtmak”, deli saçması konuların günlük, sıradan işler gibi konuşulmadığı ülkelere mahsus. Bizde kafa dağıtmak demek, “normalleşmek” demek. Abuk sabuk konuların ciddi ciddi tartışılmadığı bir dünyanın var olduğunu kendimize hatırlatmak...
Delirmediğimizi, ruh sağlığımızın bozulmadığını ispatlamak. Bu aralar sık sık Helen Hunt ve Jack Nicholson’lı “As Good as It Gets” filmindeki bir sahne geliyor aklıma. Bizim siyasetçilere, onlara yanaşan “rüzgarın geldiği gibi durayım”cılara, küfürbaz ahlakçılara bakınca o efsane cümleyi hatırlıyorum. Hunt’a, “Bende daha iyi bir adam olma arzusu yaratıyorsun” diyordu ya Nicholson... Çürümüş, dünyadan haberi olmadığı gibi bunun farkında olmayan,
edepsizliğin daniskasını yapıp çevresine ahlakçılık taslayanlara bakıp bakıp aynı cümleyi geçiriyorum içimden... “Bizde, daha iyi insan olma arzusu yaratıyorsunuz...”
Yaşadığımız günde pek bir “numara” olmayınca ne kadar zor bir eylem. Ya geçmişi özlüyorsun ya da geleceği merak ediyorsun.
İlla başka bir yerdesin, bugünde değil.
Bu belki de o kadar kötü bir şey değildir, ne dersiniz?
Bugünde yaşayamamak yani...
¡¡¡
“Karanlık” hissettiğim zamanlarda kendimi hep aynı şeyleri yaparken buluyorum: Eski fotoğraflara bakmak, eski kitaplar okumak, sahaf gezmek, semtlerin eski hallerini gösteren fotoğraflar karıştırmak...
Eski filmler izlemek, dönem dizilerine sarmak; kısacası beni bugünden koparacak ne varsa onu yapmak... Dünyanın daha az kalabalık, ilişkilerin daha saf olduğu, birbiriyle konuşanların ince bir dil kullandığı, romantik eski zamanlara gitmek...
Uzak sularda Miley Cyrus’ın, Kim Kardashian’ın “anti-hayran” takımı en fenalarındandır, kadınlara demediklerini bırakmazlar. Görmek isterseniz Instagram hesaplarının altındaki yorumlara bir göz atın.
“Haters”, yani “nefretçiler”, yani “anti-hayran”lar, şöhret sahibi kişilere kalın bir kabukla kendini korumayı öğretir. Hakaretlere, aşağılamalara, nefret söylemlerine, eğer ciddi bir hayati tehdit içermiyorsa kulaklarını tıkarlar. Ruhlarını yaralamaya yönelik sözlü şiddete karşı durmayı öğrenirler.
Bizim sularda da üç aşağı beş yukarı böyle. Çoğu müzisyenin, dizi oyuncusunun hayranları kadar nefretçileri de meşhur. Bizim şöhretlerimizin kulaklarını tıkayabildiklerini veya yaralanmamayı başarabildiklerini pek söyleyemeyiz tabii. (Bkz: Twitter’da kendine edilen hakaretleri RT eden şöhretli kişi.)
Fakat bir isim var ki, bu nefret selinden nasibini almıyor: Meryem Uzerli. Üzülüyor, herkes üzülüyor, seviniyor, kendine hayat kuruyor, herkes mutlu oluyor.
Dün Hürriyet’in patlattığı magazin bombasından sonra herkeste “Meryem mutlu, biz mutlu” havası var.
Uzerli’nin “nefretçi”leri kendine çekmemesinin birçok sebebi var elbette.
“Muhteşem Yüzyıl”la birlikte Türkiye’nin en ünlü kadınlarından birine dönüştü, ancak bir gizem bulutu yaratmadı, şöhret sarhoşluğuna kapılmadı, oyunculuğun bir “iş”, şöhretin ise bu işin bir sonucu olduğunu biliyor, ortada sarhoş olacak bir durum bulunmadığının farkında.