Herkesin hayatında “Değer bilmedi”, “Çok ayıp etti”, “Bana haksızlık yaptı, hayatta affetmem” dediği insanlar var.
Yarım kalmış sözler, havada kalan olaylar...
Sana o halledilmemiş meseleyi hatırlatan ve her gün görmek zorunda olduğun objeler, kişiler...
Kendi kendine kaldığında yarım kalmış konuşmaları, o münasebetsizin son sözlerini, o anda hissettiklerini hatırlarsın...
Tam göbeğinin üstünde bir karıncalanma, karnının üzerinde bir boşluk peyda oluverir.
Rezil olma, utanma, üzüntü hep vücudun aynı yerinde toplanır nedense. Bedeninin tam ortasında bir boşluk açılır...
Hafif darbelerle toplu iğneler mi batırıyorlar, düşük voltajlı elektrik mi veriyorlar? Yoksa tırnakla toprak mı kazıyorlar? Öyle bir şey.
Eğer seçtiğimizden farklı olan yolu tercih etmiş olsaydınız, başka bir kapının açılma ihtimali...
“Keşke şu fırsatı kaçırmasaydım”, “O işi kabul etseydim”, “O adama/kadına yol vermeseydim”, “Yurtdışında yaşama fırsatını tepmeseydim”...
Gözlerimizi kapatıp, şöyle bir geçmişi düşününce değiştirmek istediğimiz ne çok şey var. “Keşke” demekten bugünü yaşayamayacağız neredeyse.
Bir zaman makinesi olsa da geçmişe gitsek, kararlarımızı yeniden gözden geçirsek...
Acaba bugün neye benzerdi?
***
Şimdi kendi kabuğuna çekilenler, çevresini daraltanlar, en mutlu anını “kendi başıma, kitap ve filmlerimle baş başa kaldığımda” biçiminde tanımlayanlar, hatta şehri terk edenler bu cümleyi “İnsan, belirli koşul ve kişilerle sosyal bir varlıktır”a dönüştürüyor.
Az sosyalleşme, az muhabbet kurma, arkadaş sayısını sınırlama birçok şehirli için hem kendini koruma yöntemi, hem de mutluluk ve huzurun kaynağı.“Az arkadaşın olacak, öz arkadaşın olacak” diyor, herkesi tanıyan, bol arkadaşı olan sosyal kişiler bile.
Yaşadığı hayatta görüntüde sayıca çok arkadaşı olmasına rağmen evine soktuğu, dertlerini anlattığı arkadaşı bir elin parmaklarını geçmiyor.
“Sosyallik” denen hadise zamanla birlikte dönüşüyor. Sen büyürken ihtiyaçların, beklentilerin değiştikçe “İnsan, sosyal bir varlıktır” cümlesi de başka bir şekil alıyor.
İnsan erken yaşlarda her arkadaşından benzer ihtiyaçlarını karşılamasını bekliyor: İlgi, samimiyet, içtenlik, sevgi, huzur, dert paylaşma, “kız muhabbeti”... Hepsini bir arada verecek bir “paket” arıyorsun.
Erken yaşta kız kıza çıkan dertlerin de kaynağı bu galiba. Aradığın “paketi” veremiyor kimse, bir yerde arıza çıktı mı yol veriyorsun, uzaklaşıyorsun...
Sonra anlıyorsun ki iş başka...
Haberlere, gündeme dalınca en karanlık hislerle doluyor, “Hiç vicdanlı insan kalmadı mı, hep kalpsizlik mi göreceğiz, hep kötülük mü okuyacağız?” diye soruyorsanız, işte yaraya merhem.
Buyurun izleyin, insanları ve hayvanları ölmekten kurtaran, zor durumlarda yardımına koşan güzel insanların videolarını.
“Oh be, böyleleri de hâlâ var çok şükür” diyeceksiniz.
*Çocukluğunuza dair objelerin peşine düşün.
Gittigidiyor’da, eBay’de, Google’da eski oyuncaklarınızı, eski kitaplarınızı arayın.
Ne biber gazı atan vardı, ne bir TOMA.
Ne kalabalığı sahiplenen bir grup, ne bir kavga, ne sivrilik. Ne provokasyon vardı, ne provokasyona gelen...
Ne yalan vardı, ne dolan.
Sessiz eyleme katılanlara, yürüyen Fransız vatandaşına “terörist, vatan haini” filan diyen de yoktu. Şark kurnazlığının adı bile geçmiyordu.
Birlik vardı sadece.
Milyonlarca insan terörü lanetledi hep bir ağızdan. İfade özgürlüğünü sahiplendiler, inançlarını sahiplendiler.
“Birbirimizden farklı olabiliriz ama birlikte barış içinde yaşayabiliriz” dediler.Başbakan da oradaydı. Bu hisse o da ortak oldu.
Beş yıl önceki bir röportajımızda şunları demiş Çağla Şıkel:
“Evcimen bir hayata da çok yatkınmışız, bunu anladık. Ay aşkım geçer mi, heyecanım geçer mi diye de hiç düşünmüyoruz, o yüzden mutlu bir dönemimizdeyiz. Sıkılmaktan hiç korkmuyorum. Tabii geçmişte sıkılmaktan, aşkımın bitmesinden korktuğum oldu ama Emre ile ilk defa korkmadım, korkmuyorum. Bir gün aşk biterse zaten geriye ona olan sevgin, hayranlığın kalıyor, birlikte yaşadığınız, paylaştığınız dostluk, arkadaşlık kalıyor...
Ben bir evliliğin ömür boyu sürebilmesi için bu tip duygu ve durumların gerektiğine inanırım. Allah tabii başka büyük sıkıntı vermesin, aşk bitse bile bu duygular bizi terk etmeyecek, ona inanıyorum.”
Artık eski evlilikler yok, orasını anladık.
2014’ün boşanma verilerini görmedik henüz ancak bir önceki sene 125 binden fazla çift boşanmış.
Boşanmaların çoğu evliliğin ilk 5 senesinde ve 6-10 senelik süreç içinde görülüyor.
Elim bir toplumsal olayın ardından verilen tepkileri duymuyorduk haliyle.
Kendi dünyamızda sanıyorduk ki herkesin vicdanı, kalbi, ahlak anlayışının şekillendirdiği düşünceleri birbirinin benzeri sesler çıkarıyor.
Yorumlar “iyilik” ekseninde seyrediyor.
Saf mıydık bilmiyorum.
Öyleydik herhalde. “Oh olsun”cular da herhalde kendi dünyaları içinde herkesin aynı tepkiyi verdiğini düşünüyordu.
Sesleri bugüne nazaran daha az çıkan takımın laflarına “he he” deyip geçerdik. Bugün ettikleri her lafa tepki veriyoruz, ciddiye alıyoruz.
Nasıl almayalım?
Yılbaşını fırsat bilip iki nefes alanlardanım, Türkiye gündemi mola vermedin mi insana deli gömleği giydirir zira. İki nefes alırken bile haberden kopamıyorsun tabii, yine cinnet sınırına gittik gittik geldik.
Neler oldu bu arada? İztuzu sahiline dozerler girdi mesela. Para ve rant, 40 milyon yıldır yaşayan hayvanların hayat döngüsünden daha önemli ya...
Sağlık Bakanı üzerine vazifeymiş gibi kadınlara “annelikten başka kariyeri ön plana almamalı” buyurdu. Benim ne yapacağıma, çocuk doğurup doğurmayacağıma Sağlık Bakanı karar verecek ya...
Yılbaşı arifesinde yeniçeriler Noel Baba kovaladı. Toptan delirdik ama farkında değiliz ya...
“Prestij” ayağına lüks tüketim çılgınlığı almış başını giderken, çalma çırpma hadiselerinden burnumuzu çıkaramazken, tim bunlar bir kenara bırakıldı, vatandaşın iki kuruşluk yılbaşı eğlencesi “günah” ilan edildi.
Liste uzayıp gidiyor. Her gün gündeme deli saçması -ama Türkiye’de normal sayılan- yeni konular, yeni karakterler eklenip duruyor. Eski kötü karakterler de her gün yeni macera üretiyor.
Peki tüm bunlar toplum psikolojisine nasıl etki ediyor?