Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması.
Yönetmen Cem Kaya, müthiş bir kurguyla, iliklerimize kadar işlemiş kopya kültürünün köklerini, sinema tarihimiz üzerinden anlatmış, 1950 itibariyle Türkiye sinema tarihini bir buçuk saatlik bir belgesel-filme sığdırmış.
İşte filmden kısa notlar...
* İmkansızlık ve sansür, sinemacılarda yaratıcılık patlamasına sebep olmuş.
Mesela şaryo mu yok? (Hani çekim yapılırken bir ray üzerinde kameranın kaydırıldığı sistem.) Bakın ne yapıyorlar: Önce bir sehpa buluyorlar.
Sehpayı ters çevirip dört ayağının yerle temas ettiği yere üç-dört adet çiviyi yarısı dışarıda kalacak kadar çakıyorlar. Sonra çivilerin dışarıda kalan kısımlarına beyaz kalıp sabun oturtuyorlar.
Ucundan tuttuğun konunun kaç gün konuşulacağını da bilemiyorsun. Daha büyük dertler varken, konuştuğun konu konuşmaya değer mi, onu da bilemiyorsun.
Her gün daha kötü, daha acayip, daha delirtici, daha büyük ölçekte bir yalan veya kahredici bir konu ortaya çıkabiliyor, acı bile eskide kalıyor.
Türkiye’de normal, sıkıcı, sıradan bir gün yaşamak olanaksız. Yaşamaya çalışırsan çıldırırsın, kafaya huni takacak seviyeye gelirsin.
Delirme sınırına öyle kolay ulaşıyorsun ki üstelik...
“Bir yandan dünyayı takip edeyim, bir yandan da ülkemin olaylarını” dediğin zaman başlıyorsun kayışı koparmaya...
Bunun matematiği çok basit.
Üçüncü dünya ülkesi dertleriyle yalan propaganda destekli siyaset harmanlanıyor, sen tam “Dur şöyle dünyada neler oluyormuş, bir bakayım” dediğinde gündemle önüne duvar örüyor.
Seks, sattırır derler. “Dünyada bu böyle” derler.
Sattırır tabii, ona bir şüphe yok. Kırk yıllık pazarlama numarası.
İnsanın temel dürtülerine hitap eden cinsellik soslu pazarlama stratejileri, dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de ziyadesiyle kullanılır.
Bu bilgiler cepte dursun.
Gelelim bizim probleme...
Toplumumuzun hatırı sayılır kısmının, kadını, kadın varlığını, tacizi, tecavüzü algılayışıyla ilgili sorun var, malum.
Bunu kabul ediyor ve bedeli ne olursa olsun susmuyor, ne yapabileceğimize bakıyoruz artık.
O meşhur “toplumsal unutkanlık” devreye girince ne olacağını...
Dün siyah giydik.
Devlet bu elim olayı kınadı. Vatandaş meydanlara çıktı.
Genci yaşlısı, kadını erkeğiyle toplumun büyük bir kesimi tepki gösterdi.
Twitter’da #sendeanlat hashtag’iyle herkes kendi başına geleni anlattı.
Peki toplum değişecek mi? Hayır.
Kısa yoldan bir çözüm yok bu taciz-tecavüz belasına.
Eğlenmek için bir sebep.
Kutlama yapmak için bir sebep.
Neşeli, güzel bir gün geçirmek için bir sebep.
O kadar işte, daha fazlası değil. Hediye çılgınlığına kapılmak ve mutluluğu göze sokacak abartılı paylaşımlarda bulunmak kadar, kutlayanlara tepki göstermek de tuhaf geliyor.
Yılbaşı, aile ve arkadaşlarla bir araya gelip iyi vakit geçirmek için bir fırsat.
Anneler Günü, Babalar Günü de bir çiçek kapıp ana-baba evinde güzel bir gün geçirmek için fırsat mesela.
Ha, bu fırsatı kendin de yaratabilirsin, illa bir güne ihtiyaç yok.
İstese dünyayı ayağına getirebilir.
Her türlü bilgiye ulaşabilir.
Bilmediği, hiç duymadığı konuları araştırabilir, vizyonunu geliştirebilir, değiştirebilir.
İşinin, gücünün yorgunluğunu kendisininkinden farklı dünyaları keşfederek atabilir. Fakat o ne yapıyor?
Elindeki bu muhteşem; herkese dünyayı değiştirme, en azından kendininkini değiştirme imkanı vermiş akıllı cihazları sadece egosunu okşasınlar diye kullanıyor.
Sadece ama sadece oyun oynamak, flört etmek ve sosyal medyada kellesini paylaşmak için kullanıyor.
Eskiden toplu taşıma araçlarında kendinden farklı gördüğü insana gözlerini ayırmadan bakanlar vardı, hatırlarsınız. Hâlâ varlar gerçi, hani küçük çocuklar değişik buldukları tiplere dakikalarca gözlerini ayırmadan bakarlar ya... Onların yetişkin versiyonları bir bakıma... “Tanımadığın insanların suratlarına aval aval bakılmaz evladım, ayıptır”ı çocukken öğreten olmamış, son 30 yılda da öğrenememiş, bundan sonra değişeceği yok...
Sosyal medyadaki takipçiler, Facebook’taki hareketlilik, Spotify-Deezer hesapları, itina ile şekillendirilmiş listeler, Instagram’da fotoğraflı vaziyet bildirimi, takipçi artırma manevraları...
Bunları yapmıyorsanız treni kaçırmış gibi hissediyor olabilirsiniz. Sanal dünya, böyle hissetmeniz üzerine kurulu çünkü.
“Ben, ben, ben, ben, ben şöyleyim, ben böyleyim, ben şunu yaptım, ben şunu seviyorum, ben aşağı, ben yukarı” diyeceksiniz, insanlar sizi merak ve takip edecek, bir yandan egonuz okşanırken bir yandan da online gücünüz artacak.
Ego okşanması ve selfie’cilik müessesesi ayrı incelenmesi gereken bir konu. Dilerseniz bunu yarın irdeleyelim.
Tüm bunların varlığı, takipçi sayınız ve hesaplarınızın hareketliliği, online gücünüzün büyüklüğünü belirliyor.
Online “güç”, eski hayatımızı düşünecek olursak, sosyal kelebek olmanın, çok insan tanımanın eşdeğeri.
Ha, sosyal kelebeklik yine var ama onun da kodları değişti ve online güçle doğrudan bağlantılı.
Böyle bir yaşam sürmenin imkanı var mı?
Benimki hayal, böyle bir imkan yok elbette.
İnsan Türkiye’de hizmet veren hiçbir markaya muhtaç olmadığı bir hayat düşlüyor, ama ne yaparsın? Telefon desen, bir operatöre ihtiyacın var. Televizyon desen, ya antenli ya kablolu bir hizmet sağlayıcı şart... Birilerinin sana internet sağlaması da şart... Kaçamıyorsun işte, mecbur kalıyorsun.
Bu mecburiyetin; dolayısıyla seçeneksizliğin ve çaresizliğin farkında olan markalar, elbette önceliği müşteri memnuniyetine değil “Aman markamız karalanmasın, sosyal medyada konuşulmasın, konuşulursa iyi konuşulsun”a veriyorlar.
Sosyal medya hesaplarının maksadı bu.
Telefon operatörünüzden veya size televizyon kanallarını getiren dijital platformunuzdan şikayetçisiniz diyelim. Haklısınız üstelik. Müşteri hizmetlerini aradıktan, “Açıp kapayın, fişi çekip takın, üçe kadar sayıp ellerinizi iki kez şaklatın” gibi müthiş teknik beceri gerektiren işleri yaptınız. Olmadı. Delirdiniz, çıldırdınız, telefonunuzu duvarlara çaldınız, dijital platformun kutusunu dişlediniz.
Son çare, sosyal medya aracılığıyla şikayetinizi yaptınız. Hooop, telefondaki kilit müşteri hizmetleri yetkilisinin aksine, burada derhal “çok yardımcı olmak” istediler.