Diyor ki PTT, “Doğumdan ölüme kadar hayatın her anında varlıklarını hissettiğimiz, bizi biz yapan değerli kadınlarımızın Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.”
Erkeklerin dünyasında var olmaya çalışan biz zavallı kadınların varlıklarını hissettiğiniz için teşekkür ederiz PTT. Ya hissetmeseydiniz ne olacaktı?
Kendinizi zorlasanız, daha eril bir 8 Mart kutlama cümlesi yazamazdınız. Tebrik ediyorum.
Herhalde bir grup erkek bir araya geldiniz, “Bilinçaltımızı kabak gibi açık edecek bir mesaj yazalım” dediniz.
Kadın, fezadan gönderilen ve erkeklerin zamanla varlıklarına alıştığı, hayatı kolaylaştırmaya yarayan bir tür dünya dışı varlık sanki.
Veya teknolojik bir robot, doğumdan ölüme kadar erkeklerin hayatını düzenlemek için yapılmışlar, iyi ki varlar. Kuluçka makinesi gibi çalışıyor, temizlik robotu gibi hayat kolaylaştırıyorlar.
“Hayatın her anında varlıklarını hissettiğimiz” öyle bir söz ki, kelime bulamıyorum tuhaflığını anlatabilmek için.
ATM sırası yoğunsa, hesapta “sırayı görmeyerek” yandan kaynak olan biri illa bulunur.
Otobüs gelir, durakta bekleyen beş kişi kapıya akıncı ordusu gibi hücum eder. İlk omuz atan, ilk hamle yapan, en hızlı koşan kazanır.
Bir caddede, belirli bir noktada taksi bekleniyorsa, yan yana bekleyen insanlar araçların geliş yönüne doğru yürüyerek boş taksinin göreceği ilk müşteri olma yarışına girer. “Şurada sıra yapalım da hepimiz rahat edelim” demez kimse.
Böylece bazıları hiç taksiye binemez, çünkü son gelen uyanıklar hep kazanır, taksileri onlar kapar, biz enayiler de bekler dururuz.
Geçtiğimiz haftalardaki yoğun kar zamanını hatırlayın.
Karın yağdığı ilk gece bir Twitter kullanıcısı, Zincirlikuyu metrobüs gişelerindeki vaziyetin Titanik’te filikaya biniş anından beter olduğunu söylüyordu.
Buna bir süre çok güldüm. Tam “güleriz ağlanacak halimize” meselesi.
* “Elime güç geçirirsem, bunu sadece bana benzeyen insanların refahı için kullanmam” diyebiliyorsanız... Etnik köken, inanç, dil, ırk ayırmadan insan sevebiliyorsanız...
* “Elime güç geçirirsem, kendimi şaşırmam. Bilirim ki bu, pozisyonumun bana getirdiği ve toplumun ihtiyaçlarını gerçekleştirebilmeme yarayan bir tür güçtür, kişisel çıkarlara alet edilemez” diyebiliyorsanız...
* Devlet katında pozisyon edinmek, zengin olmamı sağlayacak bir araç değildir, ben ülkemin koşullarını iyileştirmek için çalışmak istiyorum” diye düşünüyorsanız...
* Aklınıza bot hesap desteğiyle Twitter’da sahtekarlık yaparak “Beni milletvekili yapın” kampanyası başlatmak gelmiyorsa...
* “Kafamdaki ahlak ve inanç modeline uymayan insanları da temsil edebilirim” diyebiliyorsanız...
* “Meclis’te avaz avaz bağırmadan, birilerinin kafasına çeşitli objeler fırlatmadan, lafına sinirlendiğim vekillerin ümüklerini sıkmadan, yaka paça ortaokullu oğlan çocukları gibi kavga etmeden işimi yapabilirim” diyorsanız...
* “Bu ülkenin önceliklerini, hayati konuları en ön sıraya yerleştirebilme becerisine sahibim” diyorsanız...
Sanatçının hayal gücünün, tarih boyunca yaptığı devinimden bahsediyor.
Müzik sektöründeki düzeni ‘fast food’ olarak tanımlıyor, sanatçıların kalbini anlatmakta yetersiz bulduğunu belirtiyor.
“O büyük aletin arkasına kendini ürkek bir şekilde saklayan gönülde neler var anlaşılmalı...” diyor.
Pek güzel. Yanlış değil bu sözler. Fakat belli ki takım elbiseyle söylese pek ses getirmeyecek, medyada yer bile almayacak. Çıplak fotoğrafın rüzgarıyla birlikte kitleler sesini duyacak, “Vay be, adam haklı” diyecek. “Çıplak fotoğraf çektirmiş adam ama bak bunu sesini duyurmak için yapmış, ne güzel şeyler söylüyor, helal olsun” diye alkışı tutacak.
Fotoğraflar patladı, doğru. Fakat infilak, Çelik’in istediği yönde mi oldu?
Hiç sanmam.
Patlayan bir konu varsa o da herhalde Çelik’in bugünü anlamaya dair girişimi.
Bir gurup çürümüş, hayatını kaybeden insanlar eğer kendi görüşlerini yansıtmıyor, kendisine benzemiyor, kendi inançlarını paylaşmıyorsa “Rahmet okuyacak bir sebep bulamadım” diyor.
Soru çok: Bu adamlar/kadınlar nereden çıktılar?
Nerede büyüdü ve nasıl böyle sözler edecek zihin yapısına sahip oldular?
Azıcık vicdan sahibi herhangi bir insanın bunu algılayabilmesine olanak yok.
Belki eskiden de varlardı.
Fakat karanlıklarını akıtacak sosyal medya gibi bir mecraları ve kendilerini güçlü hissedecek durumları yoktu.
Geçen haftalarda konuştuğumuz, bugün hızla “eski gündem” olmuş taciz, tecavüz ve ölüm konusunu tartışırken de yine benzer yorumlar, benzer zihinlerden çıktı.
Henüz betonlaşma süreci yeni başlamış, daha yeşil, plansız ve geleceğe hazırlıksız bir şehir...
Şehirlerin eski halleri neye benzer, meraklıların elinden düşürmediği bazı kitaplar vardır.
Benimkiler, yaşadığım şehir olduğu için İstanbul, büyüdüğüm yer olduğu için Kadıköy...
Başta Dr. Müfid Ekdal’ın “Bizans Metropolünde İlk Türk Köyü: Kadıköy ve Kadıköy Konakları” kitapları...
Tamer Kütükçü / Kadıköy’ün Kitabı, Ayşegül Kaya / İstanbul Bitmeden, Prof. Dr. Semavi Eyice / Tarih Boyunca İstanbul, Osman Öndeş / Modalı Vitol Ailesi, Samuel Cox / Bir Amerikan Diplomatının İstanbul Anıları, Hicran Göze / Kadıköylü Yıllarım, Edmondo de Amicis / İstanbul, Vefa Zat / Eski İstanbul Otelleri, Refik Ahmet Sevengil / İstanbul Nasıl Eğleniyordu, Gökhan Akçura / Ivır Zıvır Tarihi, Dionysios Byzantios / Boğaziçi’nde bir Gezinti, Julia Pardoe / 18. Yüzyıl’da İstanbul...
Heyamola Yayınları’nın tüm İstanbul semtlerini, orada yaşayanların kaleminden aktardığı İstanbul’um dizisi...
Tüm bu kitaplar bize artık izleri silinmeye yüz tutmuş bir şehri anlatır.
Trafiğin yoğun olduğu bir caddedesiniz diyelim.
Bir sokaktan otomobilinizle çıkacak ve bu caddeye karışacaksınız.
Trafikte medeni davranışlar gösterebilen, kanun ve kurallara uygun araç sürenlerin ülkesinde bu, hayli kolay bir harekettir.
Yoğun trafikli, herkesin adım adım ilerlediği herhangi bir caddeye bir biçimde dahil olursunuz, bunun için “Kim daha atak şoförmüş, görelim” gösterileri, tehlikeli hareketler, uyanıklıklar yapmanız gerekmez.
Bizde trafiğe çıkınca geçici bir delilik hali yaşanıyor, en “kurallara uyuyorum” diyen insan bile tuhaflaşıyor.
Kanun, kural bilmeyen ama otomobil kullanabilenlerin dünyasında kanuna göre davranmak enayilik sayılıyor.
Araç trafiğinin insanı en çıldırtan yönlerinden biri, sürücülerin yol kapma savaşları.
Muhtemelen ekran karşısında olmadığımız zamanı hesaplamak daha kolay.
Bir günümüzü nasıl geçirdiğimizi düşünelim ve vaziyet ne kadar vahim görelim: Kalkınca tek gözümüz açık, ilk iş telefona bakıyoruz.
Tüm gün ekran karşısında duracağımız işlerimize gidiyoruz.
Eve dönüyoruz, yine ekran karşısına kuruluyoruz.
Uyku saati geldiğinde yine son gördüğümüz, akıllı telefonun gül yüzü.
Hal böyle olunca, uykumuzda dinlendiğimizi düşünmek, saflık olur.
Gün içinde ekranlardan kaçamayız, orası kesin.