Bir sene önceydi. Hareketsizlik, lüzumundan fazla ve sağlıksız beslenme sonucu kilom 59 olması gerekirken 80’e varmış...
Sağlık problemleri başlamış...
Hangi doktora ne şikayet için gitsem laf aynı:
“Önce kiloları vereceksin.” Yola başlarken çok yılgın hissediyor insan kendini.
Aynaya bakıyorsun, kendini tanıyamıyorsun. İnsanlar arkandan “Nasıl böyle kilo almış?” diye konuşuyor, duyuyorsun.
Tüm bunları geç, sağlık elden gidiyor. Nasıl gitmesin, vücut alışkın olmadığı bir ağırlığı üzerinde taşımaya çalışıyor.
Hormonal sorunlar, sinirsel problemler almış başını gidiyor...
Hakkı yenen sizsiniz ama alıştınız artık, hakkınızın yenmesi yetmiyormuş gibi bir de “atar” görmeye, buna çare yok.
Bir anda önünüze sinyal vermeden direksiyon kıran adama o anda yapacak bir şey yok.
En fazla el-kol yapıyorsunuz, selektöre ve klaksona abanıyorsunuz, olmadı bir okkalı küfür sallıyor, geçiyorsunuz...
Ama o ukde, o yenmiş hakkın ciğerinizde oluşturduğu küçük delik kalıyor orada, sonra yavaş yavaş unutuyorsunuz.
Bir sonraki trafiğe çıkışınızda yeniden açılıyor. Yeniden, yeniden, yeniden...
Bu her gün, her trafiğe çıktığınızda oluyor. Olacak da.
Neden olacak biliyor musunuz?
Bu haberi okuduğunda yüreğine acı saplanmayan oldu mu?
“Ah Be Kishi, değer miydi” demeyen oldu mu?
Sorumluluk almayan pişkinlerin ülkesinde hele, “Değer mi canına kıymaya” demeyen oldu mu?
İnsan ister istemez tüm sorumluluk omuzlarında olmasına rağmen eli cebinde ıslık çalarak yürüme rahatlığında yaşayan cibilliyetsiz adamları düşünüyor.
Bu adamlara “Nerede vicdan?” diye sormaya gerek yok zira esasında vicdanları yerli yerinde duruyor. Kafaları sadece “Bu işte benim çıkarım nedir?” sorusuna cevap aradıkları anda çalıştığı, beyinleri “Bu olayla senin ilişkin yok, aman işler bozulmasın... Bu olayla senin ilişkin yok, aman işler bozulmasın... Bu olayla senin ilişkin yok, aman işler bozulmasın...” diye robot gibi tekrarlayıp durduğu için, ilk hareketleri olaydan kendilerini soyutlamak oluyor. İnsan eliyle yaratılmış bir facia söz konusu olduğu zaman, “Bu benimle ilgili bir durum değil” diyor ve buna can-ı gönülden inanıyorlar.
Bir insanın vicdanen kendini rahatsız hissetmesi için öncelikle bir suçun, bir haksızlığın, bir yanlışlığın parçası olduğuna inanması gerekir. Aksi takdirde kendini “hem vicdanlı, hem de faciayla ilişkisi olmayan masum insan” hissetmesi gayet mümkündür.
Zaten bizim adamlar istifanın çözüm getirmeyeceğini düşünüyorlar. Sistem hep yürüyecek ya... Kendisinden sonra gelen kişinin de aynı kendisi gibi çarpık çarkların bir benzer dişlisi olacağını biliyor. “Ben de olsam, başkası da olsa, insanlar öldü, zaten ölümler benle ilgili değil, e neden istifa edeyim madem” diyor. Rahatlık bundan.
Bu sorular neler, önce onları sıralayalım:
* Dün kendini iyi dinlenmiş hissettin mi?
* Dün tüm gün sana saygı çerçevesinde davranıldı mı?
* Dün gülümsedin ya da kahkaha attın mı?
* Dün yeni veya ilginç bir şey öğrendin mi?
* Yaşadıkların neticesinde ne hissettin? Zevk aldın mı?
Bu sorulara verilen cevaplar doğrultusunda dünya genelinde yaşayan insanların yüzde 70’inin bu sorulara olumlu yanıt verdiği görülüyor.
Hatta 10 yıl önce, beş yıl önce okuduklarını da tekrar raflardan indirmeli, ilk defa okuyormuş gibi kapağını açmalı...
Bir hikayeyle farklı zamanlarda yeniden karşılaştığınızda farklı manalar çıkarıyor, bambaşka bir açıdan bakıyor, daha önce fark etmediğiniz detaylarla büyüleniyorsunuz.
Hollywood dönem dönem masalları yeniden keşfetmese çocukluğumuzda büyük aşkla bağlandığımız ve ezbere bildiğimizi sandığımız masalları durduk yere eşeleyecek değiliz...
Eşelemek lazım belki de. Okumak, tekrar anlamaya çalışmak lazım.
“Çocuk işi” değil aslında masallar, hepimiz için çok değerli. İyi bildiğimiz masallar, hayatı ilk öğrendiğimiz zamanlarda akıllara ilk çakılan değerleri anlatıyor. Bugünkü “biz”in yapıtaşları, karakterlere asla silinmeyecek biçimde yerleşmiş önyargılar, değerler...
Hepsi o masallarda gizli.
Disney’in yeni Cinderella’sında, bir buçuk saatlik eski bir masala dalmak hem nostalji hem de “masallarla büyüyen” çocuklara dair bir gözlem fırsatı yaratıyor...
Ağızların büzüldüğü selfie’ler, tam ekran kelleler, bol filtreli “işte kendimi aşırı güzel hissettiğim anda ben” kareleri olmasa...
Veya akışlar “İşte ben, bu önden ben, bu da yandan, bu yakından ben ama hep ben, en güzel ben” fotoğraflarıyla dolmasa... Bu iş artık ego patlamasından delilik sınırına doğru yaklaşmasa, elbet bu noktaya gelecek değildik.
¡¡¡¡
Peki en başta buraya nereden geldik?
Medya tarafından pompalanan imkansız kadın imajından, yapay güzelliğin normalleştirilmesinden, aşırı zayıflığın güzellikle bağdaştırılmasından kurtulamıyoruz. Hiç kurtulamadık, kurtulamayacağız. Arada markaların “kendini olduğun gibi sev” mesajı veren sosyal sorumluluk kampanyaları olmasa (o da mecburiyetten) medyada hiç “normal” kadın göremeyeceğiz.
Erkeğin elini kadının üzerinden çekebilmesi için akıl ve mantık kaidelerine uygun, gerçekçi ve medeni yüzlerce çözüm varken yine “pembe”ye doğru kayıyoruz.
Pembe otobüs üzerine bir de şimdi pembe internet kafe çıktı başımıza.
Belki de kadınları komple ortadan kaldırmalıyız, ne dersiniz?
Şehirleri pembe ve mavi olarak ikiye ayırmalı, iki alan arasına duvar örmeliyiz.
Çözüm bulmak yerine kadınları toplumdan ayrı tutarak “pembe hayat” içine hapsetmek, 3. Dünya ülkelerine yaraşır bir çözüm. Üstelik bu ilkel yaklaşım, sorunu çözmekten hayli uzakta.
Kadın açlığı, kadının insan yerine “cinsel obje” olarak algılayan sözde ahlakçı kültür ve cehaletin benzersiz birleşimi sonucu ortaya çıkan taciz ve tecavüz vakalarını kadınları “ortamdan uzaklaştırarak” çözemezsiniz.
Ayrıca...
Darda kaldığında, makul bir cevap veremediğinde, eleştirildiğinde “çat” diye yapıştırıveriyorsun, konuyu kilitleyebiliyorsun.
Konu kilitlenmiyor esasında fakat karşındakinin omuzlarını düşürmek, “laf mı şimdi bu” hissi yaratarak tartışmayı yavaşlatmak için şahane laflar bunlar.
Bir dolu ifade var bu tanıma uyan.
Fakat birincilik “Dünyanın her yerinde var” cümlesinde.
“Kadınlar ölüyor” diyorsun, “Dünyanın her yerinde kadınlar ölüyor...”
“Trafik çözümsüz bir halde” diyorsun, “Dünyanın tüm metropollerinde bu sorun var...”
“Çevre kirliliği hayatı tehdit edecek sınıra ulaştı” diyorsun, “Dünyanın her yerinde çevre sorunu var...”