Pazar banyomu yaptıktan sonra televizyon karşısına kurulur, Bizimkiler’i izlerdim.
Tatil gecesi olduğu için tatlı, ertesi gün pazartesi olduğu için ekşi, öyle bir tuhaf lezzeti vardı pazar gecelerinin.
İşte ta o zamandan beri galiba ilk defa, şu an benzer hislere sahibim.
Birçok insan gibi ben de pazarları işimi gücümü bırakıyor, Behzat Ç’ye kilitleniyorum.
Her ne kadar içimi karartsa da bir bölümü bile kaçırmadığımı itiraf edeceğim şu noktada. Bazen Behzat Ç.’yi izlerken, Allah’ım diyorum, ben öleyim bari. Bir içim kararıyor, bir içim kararıyor, sormayın. Ha, şikayet ettiğime bakmayın, hoşuma da gidiyor hani. Öyle bir durumdayım ki evde yoksam bile video kaydediciye kaydediyorum, dönünce izliyorum.
Neyse canım, hem iç kararması, hem sevmek, hem rahatsız olmak, hem de kendini alamamak; bu kötü bir şey değil, bu dizi bir noktada birtakım duygularımızı gıdıklıyor olmalı ki böyle seyrediyoruz.
Madem hal böyle, dedim ki küçük bir araştırma yapayım. Niçin böyle deliler gibi izliyoruz, anlayayım. Buyurunuz, anlatayım:
İçinden çıkan defterdeki telefonlar teker teker aranıyor ve günler sonra çanta sahibine ulaştırılıyor.
Çantayı parkta bırakan, bir işadamı imiş.
Çanta işadamına teslim ediliyor fakat ne olsa beğenirsiniz?
Bu sorumlu davranışından dolayı bir kuru teşekkür bekleyen esnaf, teşekkür bir yana “Paramı çalmışsın” suçlamasıyla karşılaşıyor!
İşadamının iddiasına göre çantada 2 bin lira eksikmiş efendim.
“İyilik yapmak isterken saçma sapan bir pozisyona düşen insan” meselesine örnek ver desen, daha iyisi bulunmaz herhalde. İşe bakar mısınız, adam işi gücü bırakıyor, günlerce arıyor, tarıyor, sahibini buluyor, çantayı teslim ediyor ama dürüst insan değil, “hırsız” oluyor.
Diyor ki “Ben orada trilyon bulsam tenezzül etmem” ama işadamımız parasının eksik olduğu iddiasında.
Galiba şu hayatta insan hep kendisini koşulsuz sevecek insanlar arıyor, çünkü ilk tattığı sevgi, yani anne sevgisi böyle bir nitelik taşıyor.
Düşünsene, gözünü ilk açtığın andan itibaren eziyet çektirdiğin bir insan, sırf seni “sen” olduğun için seviyor.
Seni içinden çıkarmış bir kere, istediğin kadar “kötü”ye dönüş, yine de sen onun için mükemmel varlıksın. Hırpalasan da, kalp kırsan da bu gerçek hiç değişmiyor. O koşulsuz sevginin büyüklüğü ölçülemiyor.
Çocukken evin maskotusun.
Sevilen, tatlı çocuksun. Kendi kalende, aile bireylerinden aldığın sevginin, güzel duyguların haddi hesabı yok. Resmen “koşulsuz sevgi” manyağı olmuşsun.
Sorun ne zaman başlıyor biliyor musun?
Biraz büyüyüp evden dışarıya adım attığın zaman. Önüne çıkan her insanın seni “onun gibi” sevecek sandığın an...
Bu görüntülerden sonra Büyükuncu’nun eşi Zehra, “Derya düzgün bir insandır, biz birbirimizi çok seviyoruz” minvalinde açıklamalar yaptı.
Birbirine güvenen çiftleri görmek her zaman güzel, onu baştan konuşalım.
Hatta taraflardan biri, sürekli cıbıl gezilen bir tropikal adada birtakım güzel kadınlarla yaşasa ve o güzel kadınlar adamın göğsüne yatsa da karşısındakinin güven duygusunu sarsmıyor, bunu görmek daha da güzel.
Fakat izninizle benim bir itirazım olacak.
Öncelikle şunu söyleyeyim, sevgili Özge kardeşim, bu görüntülerde “en sevmediğimiz kadın tipine” örnek oluşturuyor.
Evli, sevgilisi olan bir adamın, çıplakken göğsüne yatmayacaksın arkadaş, yatmayacaksın.
Ha, buradaki en önemli mesele “eş kıskanması” da değil.
Neden mi böyleyim? Anlatayım:
- “FİLTREMSİ” SANSÜR: 22 Ağustos’tan sonra hangi siteye girip giremeyeceğim benim inisiyatifimde değil, BTK’nın inisiyatifinde olacak. Bana dört adet paket hakkı tanıyacak, standart, çocuk, yurtiçi ve aile. Düşünüyorum da, herhalde çocuk paketi seçerim. Zira standart paketle ulaşabileceğim siteler beni korkutuyor. Benim aklım ermez o işlere. Temiz temiz, çocuk paketi alır, işime bakarım. Zaten evin diğer üyelerinin de kafalar pek çalışmıyor.
- İNTERNET ALIŞVERİŞİ: Evvelki hafta can dostum ebay’e elveda demek zorunda kaldım.
Çünkü parfümdü, fondötendi, pudraydı, rujdu, neyim varsa hepsini internet vasıtasıyla yurtdışından alıyordum. Nedeni basit, gerçek değerinin beş katına satılan kozmetik ürünlerine cüzdan teslim edemem.
Birçok ürün, vergi ve aşırı kâr bindirilmiş saçma sapan fiyatlara satılıyor biliyorsunuz. O yüzden internetten alışveriş nefis oluyordu. Üstelik Türkiye’de bulamadığımız ürünleri de getirtme imkanı buluyorduk.
Şimdi sadece Türkiye’de satılan ve aşırı vergi/kâr bindirilmiş ürünleri satın almak zorundayız. Sonunda kendi parfümümü, kendi kozmetik ürünümü kendim üreteceğim o olacak. (Şimdi ben parfüm üretmeye kalkarım, kesin ona da “yeni düzenleme” gelir. “İki ayda bir kere, yılda beş kerenin üzerinde parfüm üretimi yapmanız yasak” filan derler.)
Yasaklardan bahsetmişken, alkollü içeceklerle ilgili yeni düzenlemeler yapılalı epey oldu ama devamı için gözüm yollarda. Pek yakında alkollü içki kullanabilme yaşının kadınlarda 71’e, erkeklerde ise 68’e çekilmesini bekliyorum. (Hatırlarsanız AB’nin resmi istatistik kurumu Eurostat, yaptığı bir araştırmada Türkiye’de yaşayan kadın ve erkeklerinin ortalama yaşam sürelerini de ortaya koymuştu.)
- İNSANLIK KAYBI
3 bin kişinin katıldığı ankette, kadınların büyük aşkla satın aldıkları 20 ayakkabıdan 11’ini hiç giymedikleri belirlenmiş. Kadınların yüzde 52’si sırf mutlu olmak için ayakkabı satın alıyormuş.
Bu halimizin istatistiksel olarak değerlendirilmesi de yapıldı, artık savurganlığımızı meşrulaştırmanın başka bir yolu bulunmuş demektir.
Her konuda tutumlu olalım, hesabımızı bilerek harcama yapalım diyoruz ama ayakkabılara gelince “Ayakkabıya dayanamıyorum valla” diyerek artık neredeyse “hastalık” pozisyonuna erişmiş bu meseleyi şahane meşrulaştırıyoruz, bilmem farkında mısınız? Aç kalırız ama yine de ayakkabı almak konusunda frene basmayız.
Bakınız araştırma ne diyor: “Kadınların üçte biri, ayaklarına uymasa bile beğendiği ayakkabıyı alıyor.”
İnsan bazen kendine ayna tutulmadan yaptığının farkına varamıyor ya, insan okudukça sinirleniyor yahu. En son ayağıma uymayan bir erkek ayakkabısını içine iki kalın taban koydurmak suretiyle ayağıma uydurdum ve satın aldım, size o kadarını söyleyeyim. Niye? Çünkü o ayakkabıyı almasaydım ölecekmiş gibi hissettim kendimi. Yani şu hayatta sanki o ayakkabıyı almak için bana bir tane şans veriliyor, o da şimdi, almazsam da acılar çekerek öleceğim. Delirmişiz, haberimiz yok.
Her konuda tutumlu olmaya çalışırken niçin ayakkabı görünce hipnotize olmuş ve dünyada başka hiçbir dert yokmuş gibi davranabiliyoruz? Üstelik ayakkabıya hiç ihtiyacımız yokken bunu yapıyoruz.
Bakınız, kış başında taşınırken, hayli uzun bir süre sadece bir bavulla yaşadım. Yani eve gardıroplar yapılana kadar “Ay ayakkabımsız, ay o elbisemsiz ölürüm” dediğim ne varsa hepsinden uzak kaldım. Sonuç: O gardırobun yarısından fazlası sonsuza kadar benden uzak kalsa bir eksikliğini hissetmeyecekmişim! Üstelik elimdeki seçenek az olunca elbise yığınının karşısına geçip, saatlerce “Ne giysem?” diye düşünüp, çekmecelerde sondaj çalışması da yapmama lüzum kalmadı. Valizde duran belirli 3-5 kombini giyip durdum.
İzlemeyenlerin/ilgilenmeyenlerin bir kısmı, bu düğünü izleyenleri, izlemekten hoşlananları, duygulananları alaya aldı, yerden yere vurdu. Genel söylem de şuydu: “Memleket meselelerine göstermediğiniz alakayı Kraliyet Düğünü’ne gösterdiniz...” Böyle bir olaya ilgi göstermek, başka meselelere karşı olan “hassasiyet seviyesi”ni belirliyor yani.
Şimdi şunu baştan konuşalım ve kabul edelim:
1- Düğünün “tarihi olay” olma özelliği bulunuyor.
2- Masal ya da sonu tatlı biten romantik komedi hissi verdiği için insanlar izlemekten hoşlanıyor. Bu kadar basit.
Aslında biliyor musunuz, burada esas mesele Kraliyet Düğünü değil.
Onu bir kenara koyalım, şu hayatta ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin muhakkak “X konusuna gösterdiğin hassasiyeti y için göstermezsin ama, peeeh” diyen biri çıkar.
Karşınızdakinin “gündem beklentisi”ni hiçbir zaman karşılayamazsınız, dolayısıyla her konuda duyabilirsiniz bu “hassasiyet” konuşmalarını.
Bu ne biçim nisan sevgili yaza hasret kalmış Habitus okuru. Kasım mı, şubat mı belli değil. Valla havanın keyfi bilir, ben yazı getirdim. Tüm kışlıklarımı bir dolaba tıktım, şimdi kaldı mı gardıropta sadece incecik elbiseler. Donuyorum ama olsun. Yün kazak, hırka giymeyi reddediyorum. Hep biz mi havaya uyacağız kardeşim, biraz da hava bize uysun.
“Çılgın proje” esprilerinden:
Bazen düşünüyorum da, Twitter’da böyle hazırda bekleyen adamlar var. “Gündem kaynasa da üstüne espri patlatsak” diyen. Birinin ölümü de, çılgın proje de “espri üretmek” için aynı malzemeyi veriyor onlara. Hayli tuhaf bir husus.
“Altın Çilek”ten:
Yahu bu ne güzel işmiş. Kadınları can evinden palavrayla vur, sonra cepleri doldur. Ben de seneye sırf sosyal deney yapmak için “Bronz Armut” çıkaracağım. Bakalım başıma neler gelecek.
Siyasetçilerin kavgalarından:
Öyle bir noktaya geldiler ki, insanın “memleket meselesi için” kavga ettiklerine inanası gelmiyor. Bazen iyimserliğim tutuyor, yok diyorum, adamlar çalışıyor. Fakat son zamanlardaki tartışmalarda memleket meselelerini tamamen unuttular, “kim daha enteresan tanımlama yapacak” yarışına girdiler. Pardon, başa dönelim, siz ne için kavga ediyordunuz?