Ve bir daha yemek yemek istemedim.
Öncelikle, lütfen okumadıysanız internetten bulun ve okuyun.
Bu röportajla birlikte şunu idrak ettim: El değmemiş bir ada bulup oraya yerleşmedikçe, kendi çiftliğimizi kurup A’dan Z’ye besinimizi kendimiz yetiştirmedikçe, bedenimize “kaldıramayacağı yabancı madde” sokmaktan kaçamayacağız...
Korktum. İnanın bana çok korktum...
Neler mi var röportajda?
İşte buyrunuz: Kemikleri gelişmesin, bol et yapsın diye antibiyotik verilen civcivler hiç hareketsiz, durdukları yerlerde aynen bir patates gibi büyüyor ve tavuğa dönüşüyor... O tavukların kemikleri öyle ince, öyle kırılgan ki, o canlı tavuğu elinize aldığınızda avucunuzun içinde kemiklerinin kırıldığını hissediyorsunuz... Ve biz, o tavukları yiyoruz. Lezzetli diye, sağlıklı et diye yiyoruz!
Etleri pembe olsun diye demir verilmeyen, çabucak büyüsün diye aşırı hormon verilen danaları tüketiyoruz...
Peki ne yapalım? Mesela, çeşitli varsayımlar üzerinde duralım:
Daha önce bir sorun yoktu, eğitim sistemi herkesin içindeki yeteneği çıkarmaya yarayan doğru bir sistemdi ve YGS, herkesin doğru üniversiteye yerleşmesini sağlayan doğru bir sınavdı.
Sınav sürecinde öğrenciler psikolojik olarak büyük zarar görüyordu. Fakat kimse ölmediği için bunda bir sorun yoktu. Hem birtakım ergen hezeyanları yüzünden koskoca sınav sistemini gözden geçirecek değillerdi ya. Çocuklar madem bu kadar bunalıyorlardı, sınavdan sonra biraz tatil yapsınlar, geçerdi.
Öğrencilerin gördüğü zarar, biri bu sebepten hayatını kaybedene kadar gerçek bir sorun olarak değerlendirilmedi.
Örnekler bir değil, beş değil
- 18 yaşındaki Kayak Milli Takım sporcusu Aslı Nemutlu, Erzurum’da antrenman yapıyordu. Kayağı ayağından çıktı ve pistin kenarındaki perdelere çarptı. Pistin kenarına ağlar yerine tahta perdeler çekildiği; üstelik süngerle kaplanmadığı için çarpma sonucu boynunu kırdı. Pist kenarında ambulans yoktu. ıhmal üzerine ihmal, bir cana mal oldu. Yetkililer uyandı. Ancak gencecik bir sporcu hayatını kaybettikten sonra hata yaptıklarını anladılar.
- 1999 depreminde yaklaşık 17 bin 500 kişi, binaların altında kalarak can verdi. Son olarak Van, yüzlerce insana mezar oldu.
Büyük depremlerden sonra yetkililer uyandı. Deprem bölgesinde yaşadığımızı fark ettiler. Bunu fark etmeleri için usulsüzce yapılan binaların altında kalarak ölmemizi beklediler.
Sigara içmem. Her gün düzenli olarak ‘farkındalık’ kelimesini kullanır, pilates, yoga yapar, şehrin kaosundan da kaçarım” dedikten ÜÇ saat sonra votka-enerji’leri yuvarlayan, eve gitmeden de kocaman bir dürümü bütün olarak yutanları...
- Öğleden sonra telefon edip “Ayyy, uyuyor muydunnnn?” diyen insanları... (Tüm günü bilgisayar başında konuşmadan çalışarak geçirenlere önerim: Telefonu açtığınızda o ilk “alo”yu dinamik söyleyebilmek için, ofiste ya da evde, bir tur koşun. Sonra nefes nefese telefonu açın. Böylece kimseye “Ayyyy, uyuyor muydun?” deme zevkini tattırmamış olursunuz.)
- Ke-dilere karasinek muamelesi yaparak kovalayanları... Dünyanın çok az yerinde sokak hayvanları bu sefillikteyken, bu duruma alışmakla kalmayıp, sokak hayvanlarına “pislik” muamelesi yapanları...
- Tüm ayakkabıcıları ve kadınları sarmış olan platform ayakkabı deliliğini.. Be arkadaş, üç-beş santimlik topuklu şık ayakkabı bulmaya çalışıyorum. Ne mümkün! Alışveriş sitelerine giriyorum, dükkanlarda geziyorum, manzara şu: Artık dünyanın en zor işi, striptizci ayakkabısı gibi olmayan şık topuklu ayakkabı bulmak. Alçak topukluların neredeyse hepsi ortopedik nene ayakkabısını çağrıştırıyor. Düzlerin de aşağı yukarı hepsi babet. Orta topuklu düzgün ayakkabı bulmak için üstün bir performans sergilemek gerekiyor.
Bundan böyle platform topuğa savaş açıyorum, “Kadınlara striptizci ayakkabısına son!” hareketini başlatıyorum.
Candır...
- “Ne yemek var?” sorusuna, “Pilavım var, köftem var, sebze yemeğim var, biraz da yoğurdum var cevabını verenler candır.
Biz de artık çok gelişmiş ülkelerden sayılırız.”
?u noktada bir düzeltme yapmak isterim.
Hayır efendim, sayılmayız.
Neden mi?
Bir ülkenin gelişmiş olup olmadığını, belli bir kitlenin yaşam tarzına, haberlere konu olan hayatlara, dünyanın belirli bir bölgesinde “yıldızlaşmasına” bakarak değil, ancak hayatın içinden basit meseleleri irdelediğinizde tayin edebilirsiniz...
Mesela, gelişmiş ülkelerde sokakta gece yarısı kağıt mendil satmaya zorlanan çocukları göremezsiniz.
Gelişmiş ülkelerde insanlar tesadüfen yaşadıklarını, başlarına gelecek her şeyi büyük bir vakarla kabul etmeleri gerektiğini düşünmezler.
Kimimiz geçmişte başımıza gelen bir olayda daha farklı davranmış, bugünü etkileyecek başka kararlar almış olmayı arzu ederiz...
Geçmişi yönetsek, her şey bugün daha farklı olabilecekmiş gibi sanki... Öyle olduğunda içimiz sızlar, “keşke” der, derin bir nefes veririz.
Sana bir şey diyeyim mi sevgili kaderci Habitus okuru. O derin nefesi rahatça verebilirsin. Çünkü iyisiyle kötüsüyle başına ne geldiyse, ne kararlar aldıysan, hepsi sen şu hayatta bir adım ileri git diye oluyor.
Kendi aleyhine karar verdiğini sandığın zamanlar, aslında hayat seni başka bir evreye hazırlıyor.
İnan bana geçmişe dönmek, kararlarını değiştirmek; bugünkü bilinçli halinle geçmişi tekrar yaşamak istemezdin.
Çünkü buna imkan olsaydı, bugünkü sen, sen olmazdın.
30’larını yaşamakta olan ben, kendimi 20’lerimden çok daha iyi hissediyorum. Neden mi? Çünkü kafam daha az karışık. Aklımın filtresi daha net. Kime kulak asacağımı, kimi dikkate almamam gerektiğini iyi seçebiliyorum.
Dün bahsettiğimiz üzere babetli kızlar, kırmızı boxer’ı görünen erkekler piyasaya çıktı...
Şu noktada yanınızdan geçtiğinde bilincimizi kaybedeceğimiz kadar ağır parfüm sıkmış kızları da atlamamak lazım.
Bence bir insanın sabah sabah başına gelebilecek en tatsız hadise, bir toplu taşıma aracında yanına, sahneye çıkmak için hazırlanan bir Sibel Can haletiruhiyesiyle tepeden ayağa parfüm sıkmış kızın oturmasıdır.
Onlar, parfümü hoş kokmak için değil, kitle imha silahı olarak kullanmayı tercih ederler...
Bu yoğun koku ile başa çıkmak olanaksızdır.
Kızımız gittiği her yere bir koku bulutu içinde girer. Etrafa saldığı ağır koku yetmiyormuş gibi gün içinde takribi dört kere parfüm tazeler.
Ağır parfümlü kız, rahatsızlık vermek konusunda sabah sabah ter kokmayı başaran adamla yarışır.
Paltolarla, montlarla, kabanlarla oluşturulan perdelerin ortadan kalkmasını, renkli kıyafetlerin ortaya çıkmasını, çizmelerin yerini ayakkabılara bırakmasını yeni mevsimin ilk emaresi olarak düşünebiliriz bence, ne dersin.
Zaten ben baharın başladığını yürürken pedal çeviriyormuşçasına dairesel hareketler yaparak ilerleyen “babetli kız” gördüğümde anlarım arkadaş.
Babetli kız ortaya çıktı mı, gevşek bereli öğrenci beresini ve kesik parmaklı eldivenini çıkardı mı, ilkbahar çiçekleri açar.
İlkbahar çiçekleriyle beraber, aylar boyunca sokakta görmediğimiz o zımbalı-simli-taşlı kot giymiş, platform topuklu, Tülay kızılı saçlı, postişli kız ve popo çatalındaki bol pantolonuyla donunu sergileyenler de ortaya çıkar.
Bir diğer bahar belirtisi ise nereye baksak “aşırı pot yapmış ve torbamsı amca kotu” görmeye başlamamızdır.
Avrupa ve Amerika’da popüler olan “anne kotu” bizim topraklara cinsiyet değiştirerek gelir ve bahar aylarında “amca kotu” olarak ortaya çıkar.
Her 40 üstü erkeğin gardırobunda bir “amca kotu” bulunur.
Katılımcıların neredeyse yarısı, arkadaş ortamında ve hatta yatak odasında cihazlarını kullanmaya devam edeceklerini belirtmişlerdi hatırlarsanız. Yüzde 17’lik bölüm ise “cep telefonum için sevgilimden/eşimden vazgeçebilirim” gibi enteresan bir yorum getirmişti meseleye.
Gelelim bu yanıtların bize ne söylediğine...
Cep telefonu ve bilgisayara bu kadar bağımlı olmamızın sebeplerinden biri “sosyal kamuflaj” aslında.
Yeni, çeşitli araçlar kullanarak kendimize konfor alanı yaratma halimiz... Bulutlu havalarda güneş gözlüğü takmak, sigara içmek, internette kimliğini gizleyip sağa sola saldırmak, kalabalık bir ortamda ayakta dururken bir cebe ya da elimizde tutacağımız bir kadehe, çantaya ihtiyaç duymak...