Fakat bahar geldiğinde ne kadar renkli pantolon ve çiçekli elbise varsa gardıroplardan dışarı saçılır...
Kahverengi saçlı kızlarımız, saçlarını kuaför “seni açar” diye kanına girdiği için kızıla ve sarıya boyatır.
Babetler giyilir, çoraplar atılır ama kıştan bahara ani geçiş olduğu için stil konusunda biraz kafalar karışıktır...
Bahar pek güzel mevsim, lakin dikkat edeceğimiz bir iki noktayı atlıyoruz zannediyorum:
Renkli pantolon: Bence biz renkli pantolonları bir hayli yanlış anladık. Bu tip pantolonlar satılırken üzerine bir de “nasıl giymeli?” yönergesi eklemek lazım. Zira “bahar canlılığı”nı yanlış anlayan çok. Kırmızı pantolon üstü yeşil ceket, sarı çanta ve mavi spor ayakkabılar mıdır bahar canlılığı, sorarım size.
Jüpon: Baharlık penye elbise giydiğimize altımıza jüpon ya da dışarıdan görünmeyecek ince bir etek daha giyelim. Ha, yok, “Ben arkadan ışık geldiğinde içimin görünmesinden rahatsız olmuyorum ya da rüzgar eteğimi bacaklarıma yapıştırıp mal varlığı beyanında bulunmamı sağlasa bile pek umursamıyorum” diyorsanız, ben onu bilmem.
Topuk: Striptizci ayakkabısı (yüksek platformlu ve bir kilometre sivri topuklu) giymeye kararlıysanız, satın aldığınız ayakkabıyı en az bir gün evinizde giymenizi rica ediyorum. Sokaklarda zombi yürüyüşüyle salınan, birinin koluna girmeden, sevgilisinin elini tutmadan yürüyemeyen kadınlardan olmak istemiyorsanız, mutlaka önceden denemesini yapın.
Göreceksiniz ki, şarkının ilk birkaç saniyesiyle birlikte insanlarda genel bir tatlılaşma, bir sakinleşme... Efendime söyleyeyim, bir mayışma.
Şarkı devam ettikçe göz kapaklarının yarıya kadar indiğine şahit olacak ve herkesin yavaş yavaş sağa sola sallanmak suretiyle dünyevi dertleri unuttuğunu göreceksiniz.
Bana kalırsa bu şarkıyı bilim adamları incelemeli. Zira bu hale düşen sırf biz değiliz.
Bakınız Michel kardeşim, klibinde, şarkısının sadece bu sakinleştirici etkisini göstermekle kalmamış, kendinden geçerek şarkıya eşlik edenlerle klibi de bedavaya getirmiş.
Şu noktada kendisine “seni çakal seni” diyor, işaret parmağımı sallıyorum.
Kızdırdı
Süpermarket işkencesi: Çalışan bir insanın evine erzak alacağı tek zaman hafta sonudur değil mi?
Bir anda burnunuza bir lağım kokusu geldi, irkildiniz!
Sonra denize doğru kafanızı çevirdiniz ve...
Aman Allah’ım o da ne!
Bir parça kaka!
Hayalinizdeki romantik gün batımı, bir başkasının dışkısının denizden size el sallamasıyla son buluyor...
Lütfen şaşırmayınız. Çünkü Marmara’dasınız. Bu denizde, önünüzden her an her şey geçebilir. Kayalıklarda gemi batığı gibi eski bir bulaşık makinesi veya bir kanepe görebilirsiniz...
Deniz dibi temizliği yapıldığında çıkanlarla, rahatlıkla bir eskici açılabilir. Hatta denizin dibinden çıkanlarla bir ev bile düzülebilir! Tencereden iskemleye, cep telefonundan tabağa, televizyondan tabloya, her türlü ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz.
Bilir misin ki, Türkiye’de 36 milyonu aşkın kadın yaşıyor. Çalışan kadın sayısı ise sadece 7 milyon kadın ile sınırlı.
Bakınız rakamlara: 1988 yılında kadınların İşgücüne Katılım Oranı yüzde 34 iken, 2011 yılında bu oran yüzde 29’a gerilemiş. ?ehirlerin nüfusu her geçen gün artıyor fakat kadınlar iş gücüne katılmıyor ya da katılmalarına müsaade edilmiyor. “Kadın dediğin çalışmaz, evine bakar, çocuğuna bakar” anlayışı ne yazık ki değişmiyor. ?ehirlerde erkeklerin İşgücüne Katılım Oranı yüzde 71 iken kadınlarda bu oran sadece yüzde 25’te kalıyor...
Eğitim seviyesi düştükçe kadın eve kapanıyor ya da kapatılıyor. Düşük eğitimli erkeklerin, düşük eğitimli kadınlara göre işgücüne katılım oranı bir hayli yüksek.
Türkiye’de lise mezunu erkeklerin yüzde 69’u, kadınların ise sadece yüzde 29’u işgücüne katılıyor. Lise altı eğitimli kadınların istihdam oranı yüzde 25 iken, bu rakam erkeklerde yüzde 70. Bu dengesizlik ancak kadın üniversiteyi bitirebiliyorsa çözülüyor...
Türkiye’de belli meslek ve çalışma alanlarında kadınların oranı, aynı şartları taşıyan erkeklere göre çok düşük. Eminim hayatınızda bir sıhhi tesisatçı Semra usta, elektrikçi bir Melik’aanım, vinç operatörü Umay ya da ne bileyim, inşaat işleri yapan bir Zeynep efendi yoktur. Toplum tarafından “erkek işleri” olarak tanımlanan mesleklerde kadınların varlığı söz konusu bile değil...
“Sanatkârlar ve ilgili işler” ve “tesis ve makine operatörleri ve montajcılar”, “elektrik, gaz, su işleri”, “inşaat ve bayındırlık işleri”, “ulaştırma, haberleşme ve depolama” gibi iş alanlarında kadın temsili çok düşük...
Fikrim artık işim!
Türkiye’de çalışma potansiyeline sahip 29 milyon kadının varlığı göz önüne alınarak, İstanbul Ticaret Odası (İTO), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), İstanbul Kadın Girişimciler Kurulu ve Coca-Cola, ortak bir girişim başlattı.
Metre, santimetre, kilometre, kilogram, gram gibi ölçü terimlerine bir yenisi daha eklendi, müjdeler olsun.
Artık “bu çorba çok sulu, biraz daha koyu olmalı, orası çok uzak, yürünmez, bu torba bu ağırlığı taşımaz, saçımı biraz daha kestirmem lazım” gibi cümleler kurarken daha az düşünecek, hiç kendimizi kasmayacak, daha serbest, daha rahat cümleler kurabileceğiz.
“Bu çorba bi’ tık daha koyu olmalı, bu torba bi’ tık daha hafif olsa tamam, yol bi’ tık daha yakın olsaydı yürürdük, saçım bi’ tık daha kısa olsa rahatlayacağım” diyecek, meseleyi kapatacaksınız.
Gördüğünüz gibi samimiyetten uzaklaşmadan, araya teknik terimler katmadan, diyeceğimizi dedik, kendimizi ifade ettik. “Bir tık daha samimi” konuşmayı becerdik.
Peki nereden geldi bu “tık”?
Hiç şüphe götürmüyor ki bilgisayarla ve daha da önemlisi, internetle. Mouse’unuza tıklayarak dünyaları değiştirdiniz. Parmağınızın o minik hareketi bir “kelebek etkisi”ne sebep oldu, kim bilir belki de insanların hayatında -iyi ya da kötü- fark yarattınız...
Alışveriş yaptınız, battınız...
Umarım seni eğlendirebilirim bugün.
Belki de kızdırırım, kim bilir? Veya gülersin bana, kahvaltı ederken kahkaha atarak, karnını tutarak.
Ya da yüzünde müstehzi bir gülümseme oluşur, “Amaaaan” der, sayfayı çevirirsin. Bilemem. Ama her ne sebepten ötürü bu satırları okuyorsan, teşekkür ederim. Vallahi bendeniz, dört senedir, salıdan cumartesiye her gün bu sayfalardayım, her zaman beklerim efendim.
Diyorum ki, her gün hayatın içinden çeşitli konuları masaya yatırıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz... Bugün de seni yatıralım, ne dersin?
Hazırsan başlayalım:
* “Merhaba sevgili Habitus yazarı”cılar: Tatlı mail’leriyle, ortak hissettiğimizi düşündükleri durumları, güzel fikirlerini ve düşüncelerini dile getirenler... Onlar ne yapar, biliyor musunuz? Bu satırları okurken ne hissediyorsa, aynen o duygularla yazar, onlara hissettirdiklerimi, bana geri yansıtırlar. Mutluluk verirler, mutlulukla beslenirler. Kötü bir gün geçiriyorumdur mesela, günümü aydınlatırlar.
* “İlk defa okudum, bundan sonra hep okuyacağım”cılar: Kendinden bir şey bulmuş, okuduğu onu yakalamış, bundan sonra bu sayfada hep duracak, ne mutlu bana.
Bu farklı dünyaların bizim için büyüklüğü, içindeyken kendimizi nasıl hissettiğimize bağlı olarak değişiyor. Herkes kendini içinde iyi hissettiği dünyayı “en büyük” görüyor. Nerede vaktinizi çok geçirirseniz, nerede sevildiğinizi düşünürseniz, nerede fikirlerinizi değerli hissederseniz oraya bağlıyorsunuz kendinizi...
Konu işe gelince de aynı hikaye. Farklı meslek gruplarından, işinde kendini iyi hisseden farklı insanlara sorun, herkes kendi dünyasının en büyük olduğunu düşünecek, hatta bunun gerçekliğine yüzde yüz inanmış olarak sorunuza cevap verecektir. Ancak bir gün kendi dünyasından sıyrılıp başka bir dünyada kendine yer açtığında, o büyüklüğün tamamen kendi yarattığı bir hayal olduğunu görebilecektir.
Evde çok vakit geçirdiğinizde evinizdeki minik sorunlar, mesela çamaşır makinesinin olmayacak bir zamanda bozulması, titreyerek ağlamanıza sebep olabilir. Normal koşullarda bu sıradan bir olayken vaktinin çoğunu evde geçiren bir ev kadını için “düzen bozulması” işareti sayılır ve -garip ama- duygusal tarafı daha fazladır.
İş dünyasında da aynı sistem çalışır. Karşılaşılan güçlükler ve verilen duygusal tepkiler konusunda, ev kadınlarıyla çalışan kadınlar arasında pek bir fark yoktur. Bir kadının küçük dünyalarından en büyüğü işse eğer, karşılaştığı güç durumlarda da, sevinçli anlarda da, herhangi bir insanın verebileceği tepkinin on katını verir.
Ancak o dünyadan sıyrıldığında, yaşadıklarının “o kadar da büyük” olmadığını görebilir. Kendi duygularını da, tepkilerini de orantısız bulur...
“Denge” meselesi...
Eminim siz de yaşamışsınızdır: 10 sene önce iş hayatınızda başınıza gelen bir tatsızlığın ağzınızda bıraktığı tat, 8 sene önce hissettikleriniz kadar kuvvetli değildir... Belki hatırlamıyorsunuzdur bile, önemsiz geliyordur bugünün koşulları ile değerlendirildiğinde...
Gün boyunca dikkatini toplamakta güçlük çekiyor, sık sık duvarda kendine bir nokta seçip ona uzuun uzun baktığını mı fark ediyorsun?
O halde sen uyku eksiği birikmiş bir insansın sevgili yorgun savaşcı Habitus okuru. “Allah Allah, niçin bu kadar bitkinim?” diyorsan, durumunun kaynağını bulamıyorsan, şimdi sana sebeplerini açıklayacağım, buyur faydalan.
Öncelikle, gece yatmadan yemek yemek, her gece kabuslar içinde kıvranmanın esas sebebidir. Gece tıkınmak, “ben kabus görmek istiyorum” anlamına gelir.
Mesela rüyanda kendini Kapalıçarşı’nın çatısında kiremitleri kıra eze seni kovalayan bir motosikletten kaçarken görüyorsan eğer, yatmadan önce atıştırmış, bir yandan da internette haber okumuşsun demektir.
Yemek yemekten sonra, ikinci uyku düşmanı hareket, elektronik aletlerle haşır neşir olmak. Bu elektronik alet grubunun içine, sarılıp uyuduğunuz akıllı telefonunuz, yatak odanızdaki televizyon ve yatakta kucak kucağa oturduğunuz bilgisayarınız giriyor.
Başucunuzda duran telefonunuz bile, uyku kalitenizi etkiliyor.
Yaydıkları elektromanyetik dalgaları bir kenara bırakıyorum, yatmadan izlediğiniz tüm programlar, baktığınız tüm internet siteleri beyninizi “alarm” durumuna getiriyor ve uyku saatini öteliyor. Yani uyurken Baby TV gibi “az uyarıcı” bir kanal izliyorsanız dahi, kendinizi dinleniyor ve iyi uyuyor sanmayınız. “Ben televizyona bakarak harika uykuya dalıyorum valla” yalanından kendini bir an önce kurtarmanı dilerim sevgili bahaneci Habitus okuru. Kendinizi gerçek iyi uykudan mahrum ediyorsun, haberin yok.
Diğer sebepler...