Paylaş
Ve bir daha yemek yemek istemedim.
Öncelikle, lütfen okumadıysanız internetten bulun ve okuyun.
Bu röportajla birlikte şunu idrak ettim: El değmemiş bir ada bulup oraya yerleşmedikçe, kendi çiftliğimizi kurup A’dan Z’ye besinimizi kendimiz yetiştirmedikçe, bedenimize “kaldıramayacağı yabancı madde” sokmaktan kaçamayacağız...
Korktum. İnanın bana çok korktum...
Neler mi var röportajda?
İşte buyrunuz: Kemikleri gelişmesin, bol et yapsın diye antibiyotik verilen civcivler hiç hareketsiz, durdukları yerlerde aynen bir patates gibi büyüyor ve tavuğa dönüşüyor... O tavukların kemikleri öyle ince, öyle kırılgan ki, o canlı tavuğu elinize aldığınızda avucunuzun içinde kemiklerinin kırıldığını hissediyorsunuz... Ve biz, o tavukları yiyoruz. Lezzetli diye, sağlıklı et diye yiyoruz!
Etleri pembe olsun diye demir verilmeyen, çabucak büyüsün diye aşırı hormon verilen danaları tüketiyoruz...
Peki ne yapalım? Mesela, çeşitli varsayımlar üzerinde duralım:
Etten uzak duralım diyelim. Hem bir başka canlıyı öldürüp-pişirip-yemekten uzak kalalım hem de tüketici olarak, dana ve tavuk yetiştiriciliğindeki vicdansızlıkların bir parçası haline gelmeyelim.
Bununla kalmayalım, tavuğu hatta yumurta ve süt ürünleri de yemeyelim. (Zira aşırı antibiyotikli, hormonlu tavuklardan çıkan yumurtaları düzenli olarak yiyince tüy yoğunluğundan kurt adama dönüşmemiz olası.)
Peynir de bir ineğin metabolizmasının izlerini taşıdığı için, hormon, ilaç; hayvana ne verildiyse biz de aynen bünyeye alıyoruz. Onu da yemeyelim.
Böyle varsayımlarla hareket edecek olursak, tek seçeneğimiz sebze oluyor.
Peki sebze yiyip dünyanın en sağlıklı insanlarına mı dönüşeceğiz?
Hayır! Bakınız sebze yiyince de ne oluyor...
Sebzede durum ne?
Konu sebzeye gelince biliyorsunuz tarım ilaçları devreye giriyor. Sebze ile beslenmekle ilgili “Bir canlıya eziyet çektirmeden beslenmenin yolu” diyoruz ama bu defa da eziyet çeken biz oluyoruz.
Çevre kirliliğinin yoğun olduğu yerlerde yetişmiş ürünleri haberimiz olmadan yiyoruz; zira her besinin menşeini bilmemize olanak bulunmuyor.
Mesela deri fabrikalarından çıkan pis suların yayıldığı Ergene’den çıkan -kim bilir Türkiye’nin nerelerine dağılmış- normalin 2 ila 8 katı fazla kurşun ve kadmiyum içeren pirinç ve buğdayı afiyetle tüketiyoruz.
Tek örnek bu değil şüphesiz. İçinde yüksek oranda insan sağlığına zararlı madde bulunan sularla beslenen sebzeleri bünyeye alıyor, bedenimizin kaldıramayacağı, atmak isteyeceği ama atamayacağı maddeleri biriktirmeye başlıyoruz.
İstediğimiz kadar güvenilir markaları tercih edelim, bedenimize hangi koşullarda üretildiği belli olmayan besinleri sokmaktan kaçamıyoruz.
Restoranlara gidiyoruz... Süpermarket alışverişi yapıyoruz... “Her şey kontrolüm altında” desek bile vücudumuza soktuğumuz besinlerle ilgili iplerin tamamen bizim elimizde olmadığı noktasına geliyoruz...
Sonra da niçin kanser oranı arttı diye oturup düşünüyoruz...
Paylaş