Melike Karakartal

Madem sevmiyoruz, niye yapıyoruz?

23 Mart 2012
Artık cep telefonlarıyla, dizüstü bilgisayarlarımızla yaşıyoruz ve bu teknolojik cihazları elimiz kolumuz sayıyoruz, malum.

Cep telefonunu evde unuttuğumuzda titreme geliyor, gözümüz seğiriyor, kısa süreli panik atak krizleri yaşıyoruz.
Bilgisayarsız bir gün geçirmek ise pek mümkün değil. “Kağıt işi” artık “word-mail işi”ne döndü, kalem artık nostaljik bir aksesuvar, defter ise elle yazı yazmayı sevenlerin zevk için kullandığı bir başka aksesuvara dönüştü.
Ben o elle yazı yazmayı sevenlere dahilim. Ara sıra “acaba elle yazı yazmayı unutmuş muyum?” diye önüme boş bir sayfa açar ve bir köşeyi eski usulle yazar, sonra boş bir word dokümanı açıp geçiririm. Her seferinde de “acaba elle becerebilir miyim” diye endişe duyuyorum. Henüz yazamadığım olmadı, bilgisayar dünyasına doğmamış ve hayatının sonraki dönemlerinde bilgisayar kullanmaya başlamış insanlar, kalemle yazı kurma becerisini kolay kaybetmiyorlar. Tabii 90’larda, 2000’lerde doğmuş teknolojik nesillerde durum başka.
?imdi bu cihazlar bu kadar kolumuz-bacağımız olunca başka meseleler işin içine giriyor. Sohbetlerin Twitter, Facebook kontrolü için kesilmesi, sofralarda çatal-bıçağın yanına bir adet cep telefonu koyulması, oturma odasında 4 kişinin kucağında dizüstü bilgisayar, karşılarında bir televizyon, beş saat boyunca konuşmadan durması pek de garip karşılanmıyor artık...
Öte yandan teknolojik cihazların kullanımı konusunda adab-ı muaşeret kurallarının olması gerektiğini savunanların sayısı da hayli fazla.
Bakınız İntel, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’dan 16 ülkede bir araştırma yapmış, mobil cihazların alışkanlıklarımızı nasıl değiştirdiğini, bu alışkanlıklarımızın hayatımızda nereye oturduğunu ve bu cihazların kullanımıyla ilgili en çok rahatsız olunan noktaları ortaya koymuş.
“Mobil etiket” araştırmasına 12 bin 761 kişi katılmış. Bakınız ortaya neler çıkmış:

Yazının Devamını Oku

Bahar geldi, soygunculuk zamanı!

21 Mart 2012
Bahar geldi, her zaman güzel haberler almasak da umutlu ruh halini taşıyanların oranı yükseldi biliyorsunuz.

Güneşin çıkışıyla dış dünyaya olan ilgimizin arttığını söylersek yalan olmaz. Depresif mevsimde evindeki koltukta bacaklarına sarılarak oturup ileri geri sallanmak suretiyle buhranlar yaşayan bizler, bahar gelince bir Amelie’ye, bir Ayşecik’e dönüşüyoruz.
Sokaklarda yere çömelip ilgiyle karınca izleyenler olsun, kelebek görünce sevinç patlamaları yaşayanlar olsun, sabah karşılaştığı herkese işe yeni başlamış bir hostes heyecanlılığıyla sırıtarak günaydın diyenler olsun... Bahar vakti bunların hiçbiri şaşılacak hareketler değil.
Tabii ruh hali böyle yükselince, alışverişe olan ilgi de artıyor, “yenileneceğiz” ya. Çeşitli diyet haplarının, detoks kamplarının, “farkındalık” seminerlerinin çıkış tarihi de yaklaştı, şimdiden önlem almak, kalkanları kuşanmak lazım.
Bakalım bu sene hangi Uzakdoğu bitkisinin kökünden elde edilmiş özün hapını içip zayıflayacağız.
Bakalım bu sene kaç “zengin kocası olan canı sıkılmış kadın” ortaklığa girecek, kimileri tasarım-moda dünyasına dalarken kimileri de şirket açıp “ruhsal bütünleşimle olumlama”, “zen kucaklama yöntemiyle arınma” gibi kurslar, dersler düzenleyip “farkındalık” heveslilerini soyacak.
Tabii insan para ödeyince büyük bir fark elde edeceğini zannediyor ya, yine kim bilir kaçımız bu toplara gireceğiz...
Saçma sapan “zıkkımın kökü otu hapı” gibi zayıflama ilaçları çıkaranlarla canı sıkılmış kadınların arasında bir fark yok ne yazık ki. Herkes para kazanmanın kolay bir yolunu bulduğunu sanıyor.

Yazının Devamını Oku

“Önce ben” sendromu

20 Mart 2012
Artık kalabalık şehirde yaşamaktan mı, “kahpe dünya, adaletsizliğin bir bana” edebiyatından mı yoksa kültür kodlarının beynimizde yarattığı alengirli durumlardan mı bilinmez, bir arızamız var ki tamir edebilene aşkolsun.

Müsaadenizle bu arızamızı “Önce ben sendromu” olarak adlandırmak isterim. Hani yolda yürürken, markette, bankada, pazarda, trafikte, alışverişte bizi sıraya girmekten alıkoyan, “Aman sona kalmayayım” hissiyle başkalarının hakkını umursamamamızı sağlayan o yoğun his.
Toplu yaşam esnasında çıkan sorunların çoğu bu usturupsuz, sabırsız halimizden kaynaklanır. Şöyle ki;
- Bankada para çekerken ensenizde arkanızda duran insanın nefesini bu yüzden hissedersiniz.
- Trafikte sıra beklerken, “kaynak”lar sizden bu nedenle zorla yol alır. (Bir de sinyal veriyor utanmadan.)
- Yolda kalmış bir aracın arkasındaki araçlar dünyanın sonu geliyormuşçasına korna çalıyorsa, bilin ki o da “önce ben sendromu”ndan mustariptir. (Yolda kalan imkanı var da gitmiyor, zevkinden duruyor ya, o nedenle korna çalmak lazım tabii.)
- Kalabalık sokaklarda, pazarlarda yürürken kalabalığı bir sağa bir sola hacıyatmaz gibi sallanmak suretiyle omuz darbeleriyle yaran teyze de aynı sendromu yaşamaktadır. (En taze sebzeleri ondan önce kaçıracak hain kadınlardan önce davranmalı, sokaklarda ona hürmet etmeden yürüyen insanları omuzlarının öldürücü vuruşlarıyla etkisiz hale getirmelidir. Osmanlı tokadı bile “kalabalık sokakta yürüyen teyze darbesi” kadar acıtmaz.)
- Pazar günleri tam bir kâbustur. Tüm ‘önce ben’ciler sokağa dökülmüştür çünkü. Önce ben’ci olmayanlar bile bu sendroma tutulur. Hele bir de bahar gelmişse, eşofman altı-can yeleği hisli pofuduk yelek-90’lar modeli siyah güneş gözlükleri üçlüsünü kuşanmış çiftler, pusetlerini ittire ittire kalabalığı yaracak, kafelerde oturmak, pazar kahvaltısı yapmak için birbirleriyle yarışacaktır. Can yeleklerini kuşanmış ‘önce ben’ci çiftler, mekan kapılarında oluşmuş uzun kuyrukları görmezden gelir.

Yazının Devamını Oku

Çok seviyorum!

16 Mart 2012
Bahar uzaktan uzaktan göz kırpıyor...

Henüz gelmedi ama hafif hafif kokusunu alıyorum sevgili her baharda gözbebekleri tomurcuk olan Habitus okuru.
Şimdi efendim, kimi okurlar diyor ki, sen ne memnuniyetsiz bir insansın. Hep eleştiri, hep eleştiri. Hiç şu hayatın güzel tarafları yok mudur a Melike.
Olmaz mı efendim. Bugün izninizle her daim ortamlarda enerji saçan ve “lüzumsuz neşeli” olarak değerlendirilen insanlara katılıyor hayatımızın bize neşe, mutluluk kaynağı olan taraflarından bahsetmek istiyorum.
Kendimi bana maaş bağlayacakmış gibi reklam yapan kredi kartı reklamında gibi hissediyorum.
Böyle, ne bileyim, Frank Sinatra şarkıları eşliğinde araba kullanıp eşarbımı uçurasım var.
Seviyorum... Çok seviyorum!
Kuş beslemeyi: Kış başında gökyüzünde sürü halinde şaşırtan figürler sergileyen sığırcıkların “Bir durum mu var, alırım aklını” diyecek, tesbih çevirecek gibi sinirli ve asık suratlı bir mahalle delikanlısına benzediğini bilir misiniz mesela?

Yazının Devamını Oku

Çok sıkıldım!

15 Mart 2012
Türkçe’yi unutanlardan: Soru eki olan mi ve bağlaç olan de’yi ayrı yazamama meselesi iyice dallanıp budaklanıyor, her geçen gün yeni bir kullanıma şahit oluyoruz sevgili konuşma dili kadar, yazı diline de itina eden Habitus okuru.

“Oda da ki” “Elim de ki” gibi kafa karışıklıklarına şahit olunca insan düşünmeden edemiyor: Biz ilk, ortaöğretim ve lisenin hangi evresinde hayatımızın sonuna kadar sürdüreceğimiz bir yanlışa düştük?

Diyorum ki, madem bu kadar zor doğrusunu öğrenmek, karşımıza çıkan tüm de-da ve ki’leri ayrı; soru eklerini de birleşik yazalım, rahatlayalım.

“Bel ki, Büyük A da, siname ki, pe ki” hatta “i ki” diyelim, “Gelmiyormusun, sevmiyormusun, şahdamarımmısın” gibi örneklerde de soru eklerini birleştirelim, olsun bitsin.
Twitter’ı bir uzvumuz sananlardan: Mesela ülkenin gündeminde önemli bir mesele var diyelim. Herkes onunla ilgili konuşuyor. İşte tam bu noktada “twitter
hassasları” devreye giriyor. Bu arkadaşlar için durum şöyle: hassas gündemle ilgili fikirlerini Twitter’a yazmıyorsan, o konuyla ilgili bir fikrin yok ya da umursamıyorsun demektir. Gündem bir politik meseleyle çalkalanıyor ve sen oraya –mesela- havalarla ilgili bir cümle yazdın diyelim. Derrrrrhal “Havadan bahsedeceğinize xxx’ten bahsedin!!!!” mention’ları geliverir. Twitter’la yaşıyoruz ya çünkü, günün her anı ne hissettiğini oraya yazacaksın, göstereceksin ki tatmin olsunlar. Onlara göre, göstermiyorsan, düşünmüyorsun demektir.

Yazının Devamını Oku

Alışveriş merkezi savaşları

14 Mart 2012
Sağ gösterip sol vuran, iki gün güneş açıp üçüncü gün bünyesindeki tüm suyu üzerimize yağdıran havalar, aileleri de çaresiz bırakıyor sevgili tüm hafta Pazar keyfi yapmak için çalışan Habitus okuru.

Havalar kötüleşince, pazar keyfinin mekanı ev değilse alışveriş merkezleri oluyor biliyorsunuz. Aslında ona “pazar keyfi” değil, “yeryüzünde cehennemi yaşamak” denir ama “alışveriş merkezi insanları” hallerinden pek şikayetçi görünmüyorlar... Her pazar toplaşıyor, alışveriş merkezini tavaf etmeye gidiyorlar. Çoğu AVM’nin kapasitesi, o gün aşılıyor...
Çile otoparkta başlıyor... Öyle bir ortam var ki, sanırsınız dünyayı uzaylılar istila etti, herkes araçlarıyla şehirden kaçıyor, kimisi de yeraltına, otoparklara sığınıyor... Park etmek için iki saat sabırla araçta oturmak icap ediyor.
Becerdiniz de park ettiniz diyelim. ıkinci çile, girişteki kapıda başlıyor... O yalandan dedektörden geçen herkes istisnasız ötüyor ama kontrol yok tabii. Hâl böyle olunca, insan bu kapıların dedektör değil, “insan sayacı” filan olduğunu düşünüyor...
Sıra geliyor yürüyen merdivenlere. Toplu insan hareketi devam ediyor; merdivende her basamakta en az iki kişi yukarı katlara doğru seyahat etmekte... Sırt sırta, omuz omuza hedefe doğru ilerleniyor...
Çocuklar da garibim, mahşer yerine mi geldik, ailece vakit geçirmeye mi, anlayamamışlar, öyle bir insan seli içine düşüyorlar ki, bebeler avaz avaz ağlıyor, yürüyecek kadar büyümüş olanlar annelerinin koluna asılarak geri geri çekmeye çalışıyor...
Çocuklar için ayrılmış oyun kısmında öyle bir nüfus yoğunluğu var ki 23 Nisan’da bile böyle ortam bulunmaz. Aletlerden çıkan di-dit bi-bip sesleri birbirine karışıyor... Çocukların hepsi itişiyor, birbirlerinin boğazına sarılmak üzereler...
Oyun mu oynuyorlar, ceza mı çekiyorlar belli değil.

Pazar “keyfi”

Yazının Devamını Oku

Koku

10 Mart 2012
99’daki büyük depremde yıkılan Yalova’daki yazlığımızın kokusunu çağrıştıran bir semtte oturuyorum...

Çocukluğumdan kalan oyuncaklarımı hazine gibi saklıyorum, çünkü kokuları hâlâ aynı... Bazen gözlerimi kapar, onları koklar ve çocukluğumu hatırlarım...
Bana mutsuz zamanları hatırlattığı için asla kullanmadığım parfümlerim var...
Bir insanın kokusunu sevmediğimde ondan uzaklaşabilirim...
Kocamla ilk tanıştığımızda, önce kokusuna aşık oldum....
Dergi okurken önce sayfalarını koklarım.
Kitap kokusunu sevdiğim için e-kitap’ları sevemiyorum....
Her ülkenin, her şehrin bir kokusu var ve ben bunu alıyorum.

Yazının Devamını Oku

Kadına şiddet “farkındalığı”

9 Mart 2012
Twitter’ın veciz söze doyduğu, çeşitli ünlülerin bir araya gelip çeşitli dikkat çekici pozlar verdiği ve bu şekilde kadına şiddete tepki gösterdiği bir 8 Mart’ı daha geride bıraktık sevgili güç sahibi Habitus okuru. Bugün nasılsın.

Dün ofis insanlarını konuştuk, bizim 8 Mart muhabbetimiz bugüne kaldı, ne yapalım artık.
Bize her gün Kadınlar Günü zaten, o nedenle bu özel günü bir güne sıkıştırmayalım diyorum. Gönül ister ki, ünlü kadınlarımızı her gün toplayalım, bir gün onları gözleri mor fotoğraflayalım, bir gün çığlık atarken, bir gün üzgün bakarken...
Böylece her gün kadına şiddete dikkat çekebilir, kadının canına kasteden canavarların “Aaa, bir saniye, şu anda aydınlandım. Farkındalık kazandım. Bundan sonra kimseye el kaldırmayacağım. Töre cinayeti mi? A, o da ne?” demesini sağlayabiliriz.
Böyle çalışmalara “kamuoyu bilinçlendirme çalışması” demek yerine, “kadına şiddete karşı çalışan kimi vakıf ve derneklere destek oluyoruz, çalışmamızın da süsü bu fotoğraflar” demek daha doğru olur.
Zira bu tip işler, sadece görsel yönü kuvvetli ve dolayısıyla kendine baktıran fakat -üzülerek söylüyorum ki- bilinçlendirme adına pek işe yaramayan projeler olarak kalıyor.
Sorunun kökünü biliyoruz... Erkeğin kadına bakışı değişmedikçe, şiddetin sonu gelmeyecek, onu da biliyoruz.
Hatta kadının da kendine bakışı da değişecek ki, bir adım yol gidelim.

Kız bebek mutsuzluğu

Yazının Devamını Oku