Diyorum ki, dün ‘salla başı al maaşı’cılar, atlı askerler ve çaycılarla başladığımız ofis insanlarına bugün devam edelim ne dersin?
Yabancılar: Onlar, üniversiteyi yurtdışında okumuş, yurtdışında master’ını yapmış, iş hayatına uzaklarda başlamış ve yurda dönmüş ofis insanlarıdır. Günde üç defa bir Sarp Apak haletiruhiyesiyle “Aaaaa. Ben buradaki sistemi anlayamıyorum” der, “OK, Bye, Hi” gibi kelimeler ağızlarından düşmez.
Bu konu bi “mast” mı?, “Bu aydiyaları diskas edelim”, “Brifteki apdeytleri herkese forvardlamalı” gibi konuşmalar, ilk onlar sayesinde ortaya çıkmıştır. Onlarla “komünike edebilme” oranınız, İngilizce sözcük dağarcığınızla sınırlıdır.
Dün, her nasıl otomobiller benzinle çalışıyorsa, kimi insanların da çayla çalıştığını söylemiştim. “Yabancı”lar ise filtre kahve ve espresso ile çalışır. Çayla çalışan insanların bünyeye kahve alımı genellikle öğle yemeğinden sonra içilen bir adet Türk Kahvesi ile sınırlıdır.
Hassaslar: Bozan havanın, yanlış giden bir işin, camdan giren sineğin, hatta politikacıların birbirine girmelerinin, NASA’nın gönderdiği bir uydunun yörüngeden çıkmasının, kısaca evrende gerçekleşen tüm olayların sebebi onlardır. Daha doğrusu öyle sanırlar.
O yüzden hep suçluluk hissederler, hep endişelidirler. Ortamdaki en ufak olumsuzluğun sebebinin hep kendileri olduğunu düşünürler.
Olan her şey, her konuşma, her şey ama her şey onlarla ilgilidir. O yüzden duygu dalgalanmaları fazladır. Küçük Emrah bile filmlerinde onlar kadar endişeli ve üzgün görünmez, size o kadar diyeyim.
Malum, ofisinde evinden daha çok vakit geçiriyorsun.
Her akşam bir parçanı orada bırakıyor, sabah gelip yeni bir güne başlıyorsun. Hayatın böyle geçiyor.
Peki söyle, durmadan işinden, ofisinden şikayet mi ediyorsun?
Öyle yapıyorsan sana dur derim. İşinle, hayatınla eğlenmeyi bilmezsen, mutluluk pek uzak, pek erişilmez, bak söyleyeyim.
Eğer baktığın yeri değiştirmezsen, hiçbir zaman iyi bir işin ve iyi bir hayatın olduğunu düşünemezsin, sevgili masabaşında dirsek çürüten Habitus okuru.
Gel seninle bugün biraz ofis insanlarını konuşalım, ne dersin?
Salla başı al maaşı’cılar: 30 yıl boyunca işini aynı yöntemlerle, aynı sıkıcılıkla yapmakta bir sorun yoktur. Bir adım ileri gitmek, aynı meselelere farklı yaklaşmak, yeni fikirler üretmek lüzumsuzdur. Mücadeleye gerek yoktur. İş, çalışanına güvence sağlıyorsa, çalışan da işi iyi kötü yürütüyorsa, tamamdır. İyi ve doğru yapmak asla önemli olmaz. Yanlış, yetersiz ve hatalı yapıyor ama neticede yapıyorsan, bir şekilde işleyişteki ödevini yerine getiriyorsun demektir. İşte buna “salla başı al maaşı” anlayışı diyoruz. Uzun zaman boyunca bu anlayışla çalışmış insanları asla değiştiremeyeceğimizi kabul ediyor, sinirlenmiyoruz.
30’u geçtikten sonra, gece dışarı çıkmalar azaldığında “yaşlanıyoruz şekerim” muhabbeti yaparız ya hep, halbuki yaşlanıyor filan değiliz, sadece zamanımızı boşa harcadığımızı hissettiğimiz ortamlarda bulunmak istemiyoruz. Onun yerine evde yuvarlanmak daha iyi geliyor.
Dün Öncel Öziçer, nefis bir konuya değinmiş. En kral otelde kalsa, kendini en rahat hissedeceği yuva olan annesinin evine gitse veya en sevdiği arkadaşlarının yanında olsa dahi nasıl “evim de evim” diye tutturduğunu anlatmış...
Nereye giderse gitsin, evini bir insanı özler gibi özlemekten bıktığını söylüyor Öncel...
Öncel’in sebepleri farklıdır belki ama birçok insan böyle dönemler yaşıyor hayatının çeşitli evrelerinde...
Mart ayı geldi, kilolardan şikayet etme zamanı geldi, malum. Kabaca bir matematik hesabı yapacak olursak “Kadınların her kış 5 kilo alması” döngüsünün “Ay şu 5 kiloyu bir versem” evresi mart ayına denk geliyor. Havanın soğuduğu ekimden beri her ay bir kilo almış olsak, martta 5 kiloyu tamamlamış oluyoruz.
Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, bundan sonraki üç ay, geçmiş senelerden farklı olmayacak. Şöyle ki...
“5 kiloyu yaza kadar halletmenin yolu, yavaş ve sağlıklı kilo vermektir” diyecek, her ay 1,5 kilo vermek için harekete geçeceğiz. Martta kilo vermek için harekete geçmiş kadının umut ve heyecanı; patronunun favorisi, çalışkan, gelecek vaat eden işadamı adayında bile yoktur, size o kadarını söyleyeyim.
Her ay 1,5 kilo vermek için büyük hazırlıklar yapmanın ilk evresi, spor salonuna yazılmaktır. Bu evrede kilo değil ama para kaybedersiniz. Çünkü o spor salonuna asla gitmezsiniz.
Martta diyete başlayan kadının diğer büyük umut kaynağı ise diyettir. Yavaş ve sağlıklı kilo verme düşüncesi heyecanlandırıcı olsa da, pratikte pek uygulanabilir değildir.
Düzenli olarak her pazartesi başlayıp her çarşamba bozduğumuz diyetler ve yapmadığımız yürüyüşler sayesinde hızla geçen zaman, kilo verme umudunu, nisan ayı gibi hınçlı bir sinirlilik haline bırakır... Vakit geçmekte, fakat tartıda ibre, bir gram bile oynamamaktadır...
Sıra “bahane” evresine geldi. Bu evrede, gün içinde 10 saat masa başında oturmamıza rağmen “Bir türlü kilo veremiyorum, metabolizmam yavaş” diye şaşırırız... Eve yürüyüş bandı alıp üzerine çamaşır asarız, “Her akşam yarım saat yürüyüş yapacağım” deyip “Muhteşem Yüzyıl”a dalarız... Ofiste öğlenleri bir tas salatayı mideye indirdikten sonra, akşamüstleri girilen açlık krizi sonucu, ne bulursak ağzımıza tıkarız...
Son çırpınış...
Sabah uyandığında, uyku halini üzerinden attığında ilk aklına gelen nedir, sorarım sana. İşte o ilk aklına gelen her neyse, bugün onu çöz.
Yoksa sana uyku haram, bugün, yarın ve her zaman...
Şimdi sizi uyutmayan, uyutsa bile kabuslar görmenize sebep olacak kadar rahatsız eden, uyanınca da ilk aklınıza gelen hayat kavgalarını bir yana bırakalım...
Her Allah’ın günü “tersinden uyanan” insanlara bakalım.
Söyleyin. Bir insan yeni bir güne niçin kötü başlar?
Diyorum işte, ya az uyumuştur, ya da aklını kurcalayan bir mesele vardır...
Bunlar bir kenarda dursun şimdi. Hemen esas konuya gelmeli:
Kahvede otururken sigara keyfinden vazgeçmeyecek, yerinden kalkmadan camdan dışarı bağlanan bir hortum vasıtasıyla içtiği sigaranın dumanını dışarı üfleyebilecekti. Sigara yasaklarının tiryakilerin canını ilk sıktığı zamanlarda bu haberle pek eğlenmiştik.
Bu tip “anca bizim aklımıza gelir böyle şeyler” türünde çok örnekle karşılaşmak mümkün.
Tamam, böyle küçük çakallıklarla eğleniyoruz çoğu zaman ama iş bazı konularda başkalaşıyor. Misal, eminim birçok otomobilde görmüşsünüzdür, hatta belki sizde de vardır, kemer ikaz susturucu...
Biliyorsunuz, otomobil tasarımcıları, biz insanların ne kadar ihmalkâr, ne kadar umursamaz yaratıklar olduğunuzu bildikleri için, emniyet kemerini takmadığınızda zart zart öten bir sinyal icat etmişler. Bu sinyalin ötmemesini sağlayacak bir düğme ne yazık ki yok. Emniyet kemerinizi takıp kendinizi sağlama aldığınızda susuyor ancak.
Eh emniyet kemeri takmayı sevdiğimizi pek söyleyemeyeceğim. O kemer, bizim için bir aksesuvar, bir süs öğesidir. Temkinli teyzelerin veya aşırı pimpirikli insanların taktığı ve hiçbir işe yaramayan gereksiz bir aparattır adeta. O emniyet kemerini takmamak için atmayacağımız takla yoktur. Bir kaza esnasında bizi koruyacak en önemli faktördür ama biz buna bir türlü inanmayız. Aracımıza arkadan hızla çarpan biri olduğunda ön camdan fırlamayı göze alacak kadar nefret ederiz o kemerden...
İşte, “kemer ikaz susturucu” da burada devreye giriyor sevgili hayatının değerini bilmeyen Habitus okuru. O susturucuyu almak için harcadığın enerjinin 10’da birini harcayarak, tek bir hareketle o kemeri takmak niçin bu kadar zor geliyor, sorarım sana. Tamam, sen hatasız ve mükemmel araba kullanıyor olabilirsin, kaza yapmayacağına da emin olabilirsin fakat trafik terörü yaratan bunca adam varken neyine güveniyorsun?
Çok rica ediyorum emniyet kemer tokalarımızın gireceği yuvalardan o susturucuları çıkaralım. Kemerimizi takalım, yolumuza bakalım.
Anlaşılamayanlar...
Görünen o ki, biz kadınları ara ara nefis kandırıyorlar.
İşlerine geldiği zaman vücudumuzdaki yağlar tehlikeli, sağlıksız vs. oluyor, işlerine geldiği zaman “yanlardan pörtleyen yağ değil, o senin karakterin ve sen olduğun gibi güzelsin valla bak” diye oyalıyorlar.
Bir markanın sosyal sorumluluk damarı kabaracak oluyor mesela, o klişeler klişesi “olduğun gibi güzelsin” yalanıyla reklamını yapıyor, tombiş mankenleri kullanıyor, sonra yine tahta modellerine geri dönüyor.
Bakın söylüyorum, 50’li yılların o zamanın normal, şimdinin balık etli kadını, korkarım bir daha asla “normal” sayılmayacak.
Artık moda “anoreksik kadın”a doğru gidiyor.
Marilyn Monroe bugün yaşasaydı herhalde gazetelerde hakkındaki haberleri “balık etli güzel yıldız” diye okurduk.
Buyurunuz en güzel örnek: Oscar töreninde zayıflıktan artık çocuk gibi görünen Rose Byrne’ı görmediyseniz, sizi Google başına davet ediyorum. “Rose Byrne, Oscar 2012” yazıyorsunuz ve “search”e basıyorsunuz.
Her gün en az üç defa “eleştiriye katlanamayan” politikacılardan, şarkıcılardan, oyunculardan, yönetmenlerden, yazarlardan, şirketlerden bahsediyoruz.
Daha doğrusu kendilerine yöneltilen eleştirilere verdikleri cevaplardan, kendilerini savunmalarından...
O kadar çok “eleştiriye katlanamamak” ifadesini kullanıyoruz ki, artık bu iki kelimenin anlamını kaybettiğini hissediyorum.
Bir defa yanlış anladığımız bir konu var. Eleştiri ile ayarsızlık ve hakaret arasında hayli kalın bir çizgi olmasına rağmen kendi beğenimize hitap etmeyen insanlara yaklaşımımız, eleştiriden ziyade ölmesini isteme arzusuna daha çok benziyor.
Dünyadaki insan sayısı kadar farklı fikir, beğeni ve bakış açısı varken, toplum önünde iş yapan bir insanın herkes tarafından sevilmesini, beğenilmesini beklemek olanaksız.
Toplum önünde iş yapan insanların çoğu “hakaret eden, kötü söz söyleyenler umurumda değil” derler, bilirsiniz. Çoğu bunu “takmıyorum” kılıfına sokarak söylese de, esasında duydukları her söz akıllarının bir köşesine yazılır. Kendilerini korumak için kuşandıkları zırhlarını, akıllarında kalan hakaretlerin bir kısmıyla oluştururlar. Öte yandan zamanla, hakaret ve kötü sözü kulak arkası etmeyi öğrenirler, çünkü sevenleri kadar sevmeyenleri olacağının, bunun doğanın kuralı olduğunun farkına varırlar.
O “uyanış”tan sonra, eleştiri kılıfı altında nefret püskürtenlerin, klavye kabadayılarının sözlerini daha az duyarlar, çünkü kendilerini sevmeyen insanların arzularının gerçek dışı taraflarını görmeye başlarlar.