Yabancı sanatçılar turne programlarına Türkiye’yi alıyor, yabancı yatırımcılar eğlencede yeni yatırımlar için en doğru ülkelerden biri olarak görüyor...
Hafta sonları alışveriş merkezleri yaz mevsiminde bile dolup taşıyor...
Futbol söz konusu olduğu zaman, hayat, maç saatlerine göre ayarlanıyor...
Şimdi sezon finali dönemi ama tüm sene boyunca hayat, maç olmadığı zaman dizi saatlerine göre düzenleniyor....
İşin özeti, hayatımızın “eğlence” tarafında işler tam gaz gidiyor...
Öte yandan toplumsal bir dönüşüm yaşadığımız, kişisel özgürlüklerin ve yaşam tarzına müdahalelerin tepe noktasına eriştiği bir dönem geçiriyoruz.
Her güne “Bugün acaba kim, ne yumurtlayacak, kim hangi konuda ne derecede akıl ve mantık sınırları dışına çıkacak ve kimler, onun gibi düşünmeyenleri kendi dünyasına, kendi inanç ve yaşam tarzına uymaya zorlayacak?” diye uyanıyoruz. Eğlenmeye neden bulabileceğimiz bir durum yok gibi görünüyor. İnsan “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyecek gibi oluyor, öyle değil mi?
- Madonna, bir konser vermedi, şov yaptı dün gece. Bir “Ben daha çok uzun seneler buralardayım ve hepinizi de cebimden çıkarırım” demediği kaldı...
- Bu defa işin içine kan, silah ve şiddet girince, “saf eğlence” beklentisi içindeki ahalinin ağzında buruk tat kaldı... Yine de zamanın ruhuna tam oturuyor bu tavır, o nedenle herhalde Madonna “saf eğlence” beklenecek isimlerden değil... Üstelik geçirdiğimiz dönem itibariyle “sağlam duran aykırı bir insan” görmek iyi geliyor...
- “Express Yourself”in son kısmında “Born This Way”e geçmesi, ardından Lady Gaga’yı kast ederek “She’s not me” demesi... Zaten Lady Gaga’yı senin tahtına aday hiç görmedik sevgili Madonna...
- Yeni albümünden “I’m a Sinner”ın sözleri... Kimseye hesap vermeyeceğini beyan ediyor, “Ben böyleyim arkadaş” diyor. “Ben bir günahkârım ve böyle olmasından hoşlanıyorum (...) Buradaki tüm kızlar ve erkekler bu akşam bizim gibi olmak istiyor...”
- Pek yakında bir noktadan izledim, Madonna gerçekten olduğundan çok daha genç görünüyor... Fakat dikkatli gözler, onun 10 sene önceki mimiklere sahip olmadığını fark etti. Artık Madonna’yı “dozunda dolgu”nun en iyi örneği olarak kabul etmek gerekir herhalde.
Hiç sevmedim
- Üç kişilik bir aile, anne, baba ve kızları. Annemiz pek heyheyli. Tıkış tıkış bir sahne önü, kimsenin kişisel alanı yok. Fakat anne ve baba, kızlarına alan kalması için dört kişilik bir alan açmışlar kendilerine. Mecburen enselerinde duruyoruz ama beyefendi bir adım ileri gitmiyor. Annede de bir sırt çantası var. Çanta, hamile arkadaşımızın karnına sürünüyor. Arkadaşımız “çantayı önünüze doğru takar mısınız lütfen” diyor. Cevap: Hayır, burada bu şekilde duracağım!
Axl Rose iki sene önce sahnede sol tarafında bulunan nehirden çok etkilenmişti...
Megan Fox, İstanbul’u kasaba sanıyordu...
Eğer bu cümleler şaşırtıyorsa, sizi beş dakika için “dünyaya bir Amerikalı’nın gözünden bakmaya” davet ediyorum.
Şu kültürel kodları bilirsek eğer, gelecekte ülkemizi ziyaret edecek Amerikalı ünlülerin “İstanbul bir ülke mi?”, “Boğaz bir nehir mi?” tipi sorularına daha az şaşıracağımızı düşünüyorum:
Ortalama bir Amerikalı’nın, bir Avrupalı’dan temel bir farkı var: Boyut algısı... Dünyanın geri kalanından okyanuslar ile izole edilmiş dev bir dünyada yaşamaları ve yaşadıkları yerle ilgili algıları...
Boyut algısı, kendi ülkeleriyle sınırlı. Avrupa’yı aracınızla birkaç günde aşabilecekken, aynısını Amerika’da yaptığınızda aynı ülke içinde seyahat edersiniz.
ABD sakinleri, “dünyanın merkezi dev topraklar” dışındaki dünyayı “başka bir evren” olarak düşünürler.
Eğer o hisleri yüksek apartmanların ortasında, kalabalıklar arasında arıyorsan, dur derim. Aklına tatil deyince her defasında güneşte kavrulmak, denizlerde kulaç atmak, sabahlara kadar azmak geliyorsa, çok şey kaçırıyorsun, huzur hissetmeyi uzaklarda aradığını söylerim.
İskoçya’nın kuzeydoğusundayız.
Aberdeen’den yola çıkıyoruz. Hedef, İskoçya’nın “viski merkezi” olarak bilinen Speyside bölgesine ulaşmak. Havaalanından yola çıkıyor, alabildiğine uzanan yemyeşil çayırları yaran dar bir otoyoldan ilerliyoruz... Önümüzde akıp giden manzara şu: Buz gibi akan bir nehrin kestiği ova... Eski bir trenyolu... Akçaağaç, yaban elması, huş ağacı, çam ormanları... Kısacası, yeşilin aklınıza getirebildiğiniz her tonu...
Tek aracın sığacağı taştan bir köprünün üzerinden geçiyoruz. Yeşilliğin bittiği yerde, kilometrelerce uzanan sapsarı kanola tarlaları başlıyor... Onun bittiği yerde kuzuların gezindiği, gözlerinizi kamaştıran parlak yeşil bir otlak...
Tepenin bittiği yerde masmavi gökyüzü başlıyor... Biraz uzakta oyuncak gibi bir tipik İskoç evi. Hanidir yağmur yağıyor, ilk defa güneş açmış; evin sahibi, bahçede çamaşır asıyor... Yüzünü güneşe dönüyor, derin bir nefes alıyor... Bana, o anı sonsuza kadar hatırlatacak bir fotoğraf veriyor. Ve bir anda dev ağaçların içine dalıyor, gökyüzünü göremez oluyoruz... Ağaçların arasından dev bir şatonun burçları görünüyor... Orman bittiğinde, nefes kesen manzara yeniden başlıyor... Ve bu pastoral şiir, sonsuza kadar tekrarlanıyor... Ardından mini mini, oyuncak gibi bir köyün içinden geçiyoruz. Kutu gibi tipik İskoç evleri... Belki üç, belki beş insan görüyoruz sokakta... Sanki bir film setindeyiz ve çekime ara verilmiş... Burası 1700’lerde kurulmuş ve bugüne kadar en iyi biçimde korunmuş köylerden biri, Archiestown.
Otomobilin camından dışarı, gri şehirlerin hiç var olmadığı bir zamana ışınlanmış gibi bakıyorum... Gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekmek istiyorum. Çekiyorum ama yetmiyor... Nefesimi kesen bu deliliğin gerçek duygusu, iki boyutlu bir görüntünün içine sığmıyor...
Zamanın durduğu yer
İlk durağımız, Drummuir Şatosu. Yani Johnnie Walker’ın “misafirhanesi”. 1800’lerin sonunda inşa edilmiş, Viktoryen/Gotik stilde bir yapı. Yani tam “hayaletli” dediklerimizden...
Kültürel ve toplumsal özelliklerimizden dolayı, kendimizi dünya üzerinde bildiğimiz ilk andan itibaren içki, bilinçaltımızın derinliklerine “yasak, günah, haram, kötülük kaynağı” ve benzeri olumsuz kodlarla işlenir. Kendi kararlarımızı kendimiz vereceğimiz yaşa geldiğimizde bile ilk öğrendiğimiz duygularla hareket ederiz... Çünkü içkiye dair ilk öğrendiğimiz tarifin üzerine başka adam akıllı bilgi kırıntısı girmemiştir bünyemize.
7 yaşında ne biliyorsak, 40 yaşında da onu biliriz:
İçki sarhoş eder.
Hâl böyle olunca, alkol barındıran içeceklerle ilk deneyimi “yasak delmek”, “günah işlemek”, “sarhoş olmak” olan genç adam, ileride yaşayacaklarını yönetecek ilk duygularını kazanır: Onun için içki, hep “anormal bir sıvı” olacaktır.
Ya hiç tüketmeyecektir, ya aşırı tüketecektir.
Ortası hiç olmayacaktır.
Kalabalık ortamlarda elinde kadehle durmaya çekinen, içki ikram edildiğinde çok istemesine rağmen “Ay yok almıyım” diyerek abartılı bir şekilde yüzünü ekşiten kadının davranışlarının sebebi (tadını sevmeyenler ayrı) genellikle kişisel tercihlerine değil, aynı toplumsal duruma işaret eder.
Aklına ilk “lezzet” kelimesi gelen var mı? Sanmıyorum... Peki bu olumsuz çağrışımların kaynağının sebebini hiç düşündünüz mü?
Hatırlayalım: Kültürel ve toplumsal özelliklerimizden dolayı içki, anlatılacak, eğitimi verilecek bir konu değildir.
Küçük yaşlardan itibaren içkinin zararlı olması, kafayı bulmaya yaraması ve “yasak çağrışımları” dışında pek bir şey öğrenmeyiz.
Öte yandan içkinin, dünyanın farklı yerlerinde, farklı ödevler üstlendiği görülür.
Misal yemeklerin içinde sos, kahvenin içinde aroma, kutlamalarda sembolik bir içecek...
Bu tariflerin hiçbirinde alkolün sarhoş edici etkisinden bahsedilmez çünkü içki, bir lezzet öğesi olarak düşünülür.
Fakat “yasak” kültüründen doğan ve sadece “kafa bulma” ekseninde dönen bir “içki kültürü”, bize başka bir şey söyler. İşte o noktada, içkiyi, sarhoş olmak için içmeyen kültürlerden başka bir yola saparız; -misal- kutlamaların sembolü olarak şampanya içen Fransızlar ya da şarabı yemeklerinin eşlikçisi olarak gören İtalyanlar’dan ayrılırız.
Sebebini araştırmıyor, çok doğal olarak kısa vadede insan ölümlerini azaltmak için en etkili ve kısa vadeli çözümü arıyoruz. (Arıyor muyuz, o konuda da şüpheliyim.)
Halbuki halimizin sebebini anlamak için biraz geriye gitmemiz lazım.
Eğitimciler çok iyi bilir: İnsanın öğrenme sürecinde, duygular ve öğrenme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Öğrenme süreci, duygular işin içine katılmadığında, yarım kalır. Bunu kendi hayatınızı düşünerek dahi görebilirsiniz: İyi bildiğiniz ve aklınızdan çıkmayan konuları, yaşayarak, uzun süre boyunca gözlemleyerek öğrendiğinizi fark edersiniz.
Bir türlü kafanıza girmeyen, yeterince öğrenemediğinizi söylediğiniz konuları ise duygularınızdan uzak bir yerde tutmuşsunuzdur.
Lisedeki biyoloji dersinizde öğrendiğiniz, insan vücudunun çalışmasına dair bilgileri hatırlayamazsınız.
Çünkü çok sıkıcı bir ders kitabından mecbur olduğunuz için öğrenmişsinizdir. Ama eminim National Geographic’de insan bedeniyle ilgili izlediğiniz ve tamamen duygularınızla bağ kurmanızı sağlayan ilginç belgeseli hiç unutmazsınız.
Hal böyleyken, lisede, öğrenirken çok sıkıldığımız bir ders kadar bile öğrenme-diğimiz trafik konusunda, içinde bulunduğumuz durum pek de anormal sayılmaz.
Ne iyi niyetliymişim, ne safmışım. Devlet “Tecavüzcünün çocuğunu doğur, biz bakarız” demiş, artık neyi konuşuyoruz?
TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı da Bosna gibi müthiş örnekler göstererek konuya tam desteğini vermiş, artık neyin değişeceğine inanarak düşüncemizi savunuyoruz?
Farkında mısınız, tecavüzün kendisini değil, tecavüz sonucu hamile kalan kadının doğurup doğurmamasını tartışıyoruz. Bu eylemin kökenini, nedenini sorgulamıyoruz.
Kadın açlığının sebebini tartışmaya korkuyoruz.
Kadın açlığının erkek egemen kültür içindeki tehlikesi ile ilgili konuşmuyoruz.
Tecavüzün kendisini konuşmuyoruz.
Öbür dünyaya o kadar odaklanmışız ki, kendi yaşadığımız hayatın bir değeri yok.