İşin dijital ayağıda seçilen “hashtag”in tüketicide bir karşılığı varsa, derhal rüzgar esmeye başlıyor. Bu rüzgarı doğru kullandıklarında ise, istedikleri kadar tüketiciye ulaşıyor ve olumlu bir izlenim bırakıyorlar. Mesela yakın bir zamanda Coca Cola’nın sosyal medya çalışmalarından biri #anneanneyemekleri’ydi. Bu hashtag ile sosyal medya kullanıcıları arasında bir rüzgar estirebildi, çünkü bu hashtag’i yaratırken herkesin anneanne yemekleriyle ilgili söyleyecek bir iki sözü olacağını biliyordu.
Bu çalışmadan sonra bir “anneanne”ye kullanıcıların en çok bahsini ettiği yemekleri yaptırdı. Bir okul kantininde oturan öğrencilere bir sürpriz etkinlik hazırladı ve bu yemekleri öğrencilere yedirdi, bunu da kamera ile kaydetti.
İşte, bu akıllıca tasarlanmış sosyal medya çalışmalarından biriydi.
Tüketicide karşılığı olan bir yansıması varsa eğer çalışıyor. Ama markayla ya da kitleyle bağlantısı olmadığında çöp oluyor.
Twitter’da çok takipçi sahibi kullanıcıların kendilerine sunulan kötü projeleri kabul etmeleri, uzun vadede profilleri açısından olumsuz bir durum yaratıyor. Yazdıkları güzel olduğu için takibe alınmış kişiler, takipçi gözünde başka bir profile dönüşüyor ve sadık takipçilerini kaybedebiliyorlar.
Dolayısıyla artık markalarla çalıştığı bilinen çok takipçili kullanıcılar için durum ipte yürümekten farksız.
Twitter’da reklam
Twitter’da, “Allah Allah, bu da nesi?” dediğimiz hashtag’ler ve Trending Topic’ler gördüğümüzde bir markanın reklam çalışması yaptığını artık öğrendik, malum.
Her meslek iyi/kötü kaleme alınabilir, haberi yapılabilir ama iş polislere gelince ağzını açan “düşman” ilan edilir.
Her meslekte iyiyi-kötüyü sorgulayabiliyoruz ama konu polislere gelince hiçbir şeyi sorgulayamıyoruz.
Soracak gibi olduğumuzda anında “kasti konuşmakla” suçlanıyoruz.
Ancak ve ancak herkesin izlediği o rezil videodaki gibi bir olay olacak, iş sınıra dayanacak, ancak o zaman konuyu açabiliyoruz.
Hazır yeri gelmişken şu soruların cevaplarını bir vatandaş olarak çok merak etmekteyim, sormak isterim:
Bu arada, polislerden uzun süredir “özlük hakları”, “sesimiz olur musunuz” mail’leri yağıyor basın mensuplarının posta kutularına. Onlar da çoğu meslek grubu gibi “sorunlarımızın çözülmesi için gazeteci ve yazarları toplu taciz etmeliyiz, böylece bizi haber yaparlar ve bu haberleri okuyan bakanlar sorunumuzu çözer” yönteminin çalışacağını düşünüyorlar.
Tamam, sıkıntıları gerçek fakat...
Şehirlerle ilgili, İstanbul’la ilgili üzülecekler listemizde yeni bir sayfa açıldı sadece, biliyorsunuz değil mi?
Artık şehirler insanlar için değil, insanlar şehirler için var...
O yüzden alınan kararlara şaşırmamak lazım aslında...
Bu kadar sene bu gözler neler gördü, bir düşünsenize... Büyükşehir sakinleri, “içine edilme sürecini” bizzat yaşadı...
Türkiye’deki tüm şehirler şehircilik kaygılarından uzak, plansız büyüdüğü için artık yaşadığımız yer, insanın kendisini koruması gereken tuhaf bir organizma.
Şehir, ideal koşullarda, içinde yaşayanların yaşam kalitesini yükseltmek için vardır, öyle değil mi?
Hatta tam da bu yüzden insanlar, yaşam kalitelerinin yükseleceği varsayımıyla kırsaldan şehirlere göç eder. Fakat beklediklerinin aksiyle karşılaşırlar.
Güneş ne de güzel vuruyor camdan içeri, zıplarsın yataktan, kahveni koyarsın...
Hemen sabah havadislerine saldırırsın. “Neler olmuş bakalım” der, kumandana davranırsın...
Beş dakikaya kalmaz, elinde kumanda, donup kalırsın... Aldığın yudum boğazından geçmez...
Bir haber alırsın, dünyan değişir. Bir anda ölümlere alıştığını, çoktan beri insanı can evinden vuran olaylara karşı bir “3. Dünya refleksi” geliştirmiş olduğunu fark edersin. “Anaların yüreğine ateş düştü” dersin, “ne olacak bu halimiz” dersin, bir sonraki haberi alana kadar. Ne yazık ki bu refleksin kaynağı sen değilsindir. Böyle yaşamaya mecbur bırakılmışsındır.
Bunu çözecek adam da sen değilsindir. Çözmesi gerekenler, başka suni gündemler peşinde koşmaktadırlar, sana sadece “yaşamaya, dik durmaya çalışmak” kalır.
Ölenin öldüğüyle, yananın yandığıyla kaldığı böyle ülkede yaşamak zordur.
Biliyorum, bazen unutuyorsun yaşadığın yerin niteliğini. Kendi kendimizin gözünü boyamayı pek iyi biliriz çünkü. Gazeteleri, dergileri şöyle bir karıştırdığında, magazin gündemine, konser-etkinlik takvimine baktığında, biraz Bodrum havadisi izlediğinde yaşadığı yerin renkli, neşeli, medeniyet diyarı bir memleket sanıverirsin.
Hayatlarımız o incecik pamuk ipliklerine bağlı. Ve ne yazık ki biz eğirmiyoruz o ipleri... Ne kadar kalın olacağını tayin edemiyoruz...
Zaten tayin etsek ne olacak ki... Adı üstünde pamuk ipliği...
Elbet bir gün kopacak. İşin sırrı yaşadığını hissedebilmekte...
Bir nefes alıp buna on kere şükredebilmekte...
Bengü “O anları yaşayın, çünkü ben öyle yapacağım” diyor...
Yüreğimizi ağzımıza getirdikten sonra, tatsız bir kazanın sonunda, bizi, bize anlatıyor...
Bir “idrak” anı yaşamak için hep o savrulmaları yaşamak zorunda gibi davranıyoruz...
- Ter kokan insanlara ter koktuğunu söylemek.
Restoranda koltuk altını tam burun hizasından geçirerek servis yapan servis elemanlarına “Bir saniye durur musun?” demek, çantadan çıkardığımız deodoranı koltuk altlarına hiç çekinmeden sıkmak.
- Gelip tampona yapışan sol şerit canavarları için özel bir çıkartma tasarlamak, çıkartmaya “Takip mesafesi bırak, yoksa ani fren yaparak duracak ve seni pataklayacağım” notu iliştirmek.
- Deniz ve havuzlara çocuklarını işeten anne babaların yanına giderek, “Ben sizin çocuğunuzun çişini yutmak zorunda mıyım?” diye sormak, bununla yetinmeyerek tüm günü zehir etme pahasına “Burası umumi tuvalet mi?” diye avaz avaz bağırmak.
- Gerçek dünyayı bırakıp babadan emekli, kocadan emekli tasasız insanların tasalarını, “hayat mücadeleleri”ni dinlemeyi, okumayı bırakmak.
- Hayatın sosyal ilişkilerden ibaret olmadığına, iyi, güzel işlerin sadece iyi ve güzel işler oldukları için yükselebileceğine inanmaya devam etmek.
- Birtakım popüler mekânlarda servis edilen ve sözde “taze malzemelerle hazırlanan” berbat içkileri, hazırlayan barmene zorla içirmek.
Selülitlere, iki gram yağa, saçlarımızdaki beyazlara savaş açıyor, kendimizi asla olduğumuz gibi kabul etmiyor, sonra da bir kadının, sanki bir eşyaymışcasına “bozuk” tarafları gözler önüne serilmesine şaşırıyoruz. Şaşırmak demeyelim de aslında, alınıyoruz, bozuluyoruz, bu durumu adaletsiz buluyoruz.
Peki soralım o zaman: Neden bunu her zaman yapmıyoruz?
Neden saçımızı kendi rengiyle, popomuzu selülitleriyle, tırnaklarımızı kendi rengiyle bırakamıyor, bir erkek gibi sabahları yüzümüzü yıkayıp ofise gidemiyoruz?
Peki güzelliğin yüceltildiği, “ulaşmanız gereken nokta, budur” diye sunulduğu bir düzeni değiştirebilir miyiz dersiniz?
Sebeplerimiz açık: Ya gidip hiç ama hiç hazzetmediğin mekanlarda, hiç sevmediğin müziklere maruz kalarak kazık gibi dikilecek, etrafı keseceksin; ya da festival-konserlerde yine kazık gibi dikilip, bir de buna ek olarak birbirine saygı göstermeyen insanlar arasında ezilmeyi kabul edeceksin.
Ezilmek istemiyorsan da “etkinlik ruhu”na aykırı düşecek, sahneyi bir kilometre öteden görme pahasına kendine özel, “nezih” bir yer ayarlayacak, kendini meseleden soyutlayacaksın. “Uzaktan gözlemci” olacaksın.
Yavaş yavaş “eğlenme” kavramından uzaklaşıyoruz. Eğlence dediğimiz, iki elin parmaklarını geçmeyen sayıda mekanlardaki içki tüketimi ve beraberinde gelen rahatlama sonucu “havaya girme/girememe” sınavı.
Bu sınavı vermek istemeyen ve şehirde gerçek eğlence bulamayanlar da “artık arkadaşlarla uzun bir sofra muhabbeti daha keyifli” diyor, elini eteğini gecelerden çekiyor ve vaktinden evvel emekli hayatı yaşamaya başlıyor.
Uzun yürüyüşler, uzun akşam yemekleri, ev toplantıları...
Bilhassa İstanbul... Ne yazık ki ağız tadı kaçmadan eğlence vaat edebilen mekanlar pek az. Çoğu ya içeride tat kaçırır ya da kapılarda sıkıntı yaşatır...