Bu alandaki çarpıklıkların giderilmesine yönelik birtakım önlemler alınacak, onu da net olarak anlamış bulunuyoruz. Kürtaj bir doğum kontrolü yöntemi olarak kullanılmayacak, sezaryene ise tıbben mecburi olmadığı durumlarda başvurulmayacak.
Hoş, kürtaj zaten hiçbir zaman bir doğum kontrol yöntemi olmadı kadınlar arasında. “Hamile kalsam da mühim değil, aldırırız gider canım ne var”, filmlerdeki hayali karakterlerin bile ağzından dökülebilecek cümleler değil... Söz konusu istenmeyen gebeliğe son vermek olduğunda vicdan muhasebesi yapmayacak, kalbi ağrımayacak kadın tanımıyorum.
İçinde bir başka insanın oluşmaya başladığını düşünmek ve buna son vermek, psikolojik ve kimi zaman fiziksel açıdan darmadağın geçen bir süreçtir, bunu yaşayanlar ve yaşayanlara şahit olanlar çok iyi bilir. Bunları düşünmek, hissetmek için “bebek aldırmış” olmak gerekmez, kadın olmak yeterlidir.
Bu duygulara bir erkeğin sahip olması pek mümkün değildir.
Kürtajı kanuna bağlamak, kadınların gül bahçesi içinde yaşamadığı bir ülkede, tecavüzcünün çocuğunu doğur da demektir.
Eğitim vermek yerine kanun koymak, “Ben sana kürtajı yasaklıyorum ama seni eğitmeyeceğim, cehaletin baki kalacak. Cinsel organına şiş soktuğunda, kendini yerden yere atıp bebeğini düşürme yöntemine gittiğinde bunun seni öldürebileceğini anlatmaya lüzum görmüyorum” demektir.
Hepsini geçtim, “Sen kendini bilmezsin, senin bedenini en iyi ben bilirim ama bunu sana anlatmak yerine ne yapacağını kanunla belirlerim” demektir...
Önce “insan nesiller”
Bırakın oturacak, ayakta duracak bile yer yok.
İnsanlar yerlere gazete kağıdı sermiş, merdivenlere çift sıra halinde oturmuş...
Sığılabilecek tek kişilik oturma yeri altın değerinde; yer bulan derin bir nefes alıyor.
Herkes, o kalabalıkta arzu ettiği gibi bir “pazar keyfi” yaşayamayacağının bilincinde, o yüzden yer bularak “ayrıcalıklı” bir konum elde edenin keyfi, “popoyu koyabilecek yer bulabilme” ile sınırlı kalıyor...
Alt alta, üst üste insanların sığışarak yolculuk yaptığı, modern Titanik olmaya aday yandan çarksız bir ada vapuru, İstanbul kıyılarından hızla uzaklaşıyor...
İçinde barındırdığı topluluk, “kalabalık şehir insanları”na dair çok şey söylüyor... Aşırı kalabalık, kuralsız, plansız büyümüş ve “kapanın elinde kalır” anlayışını sakinlerinin aklının derinliklerine işlemiş bir şehrin insanları onlar.
Kuralsız ve plansız şehirlerinde nasıl yaşıyorlarsa, öyle seyahat ediyorlar. “Ettiriliyorlar” daha doğrusu.
Manzara şu: Bacaklarını ve kollarını mümkün olduğu kadar yayarak oturmuş, tek kolunu yanındaki sandalyeye doğru iyice açmış, boşta kalan kolu havaya kaldırıp başparmağını komiye doğru sallıyor: “Şşş, gesshene...”
Komi el pençe divan geliyor. Adamımız ekmek isteyecek “Bana ekmek getir... Şuraya bir parça tereyağı koy...”
Komi onun uşağı, kölesi ya... Kibar olmak ya da “restoran adabı”na göre davranmak durumunda değil. “Alt tarafı 19 yaşında bir komi.” Saygıyı, cümlelerin sonuna bir “lütfen”i hak etmiyor.
Trafikte birbirimizle iletişim kurarken kullandığımız “hayvan gütme” tonu ve “sen kimsin ulen” duygusundan ileri gelen senli benli iletişim modeli, hayatın her alanını kaplamış durumda.
Genel olarak toplum bireylerinin birbiriyle iletişimi sokakta bu eksende seyrediyor. Yakın ilişkilerde ise biraz daha kibar bir tona dönüşüyor ama temel niteliği değişmiyor. (Örnek: Bir yönetici, bir çalışana nadiren “siz” der. Üstelik birçok durumda aksi kabul edilebilir bir durum değilken...)
Ne yazık ki “sen-siz” ayrımını da genellikle “korku kültürü” kontol ediyor. Kendimizden yaşça büyük insanlarla ya da işle ilgili konularda iletişim kurarken kullandığımız resmi dili bir yana koyacak olursak, mecburiyetten gelen “siz” kullanımı söz konusu olunca en büyük sınav başlıyor: Kime, nerede, ne zaman “siz”; ne zaman “sen” denir?
Genellikle sen-siz meselesindeki doğal süreç şu olur: Birbirleriyle ilk defa karşılaşan insanlar, tanışma sürecinde birbirlerine “siz” diye hitap ederken, bu zamanla yerini “sen”e bırakabilir.
Kadın ve erkeği birbirine yabancılaştırma çalışmalarından dolayı kendilerini tebrik etmeli.
Kadını nesneleştiren, tanımını “namus” üzerinden yapan bir anlayış, kadın ve erkeğin birlikteliğini zararlı buldu bugüne kadar; bunda şaşılacak bir yön yok aslında.
Ne var ki, “Normalleşmek” yerine kadın ve erkeği mümkün olduğu kadar birbirinden uzaklaştırarak huzurlu ve “ahlaklı” bir dünya arayışı ne yazık ki pek uzak görünüyor.
Kendi ahlak anlayışlarına göre dünyayı şekillendirmeye çalışan insanların hayallerine ulaşma yolunda körleşmesi, dünya tarihinin hiçbir diliminde mutlu bir döneme işaret etmedi...
Kadın ve erkeği birbirinin yanına sokmayan anlayışta, kadın ve erkek ancak görücü usulü ile bir araya geldiklerinde birbirlerini perdeler arkasından görür ve aileler anlaşıp da evlendikleri günden sonra “namuslu”, kurallara uygun bir “aynı ortam paylaşımı” yaşar. Öteki türlü iki türün -herhangi bir niyetle- bir arada bulunmasından namussuzluk doğar.
Küçükten bu anlayışı yerleştirmekse, bu tür bir “ortam paylaşma kanununun” doğru olduğunun öğretildiği dünya içinde yetişmiş insanların görev edindiği bir konu şüphesiz...
Fakat büyük resimde, gelecekte büyük arızalara yol açıyor.
“Renk” aramayın, çünkü yok
Seneler önce “Belki biraz etkisi olur” hissiyle arka camıma “Arabada bebek var” çıkartması yapıştırmıştım. Beni sıkıştıran, tehlikeye sokan sürücülerin davranışları üzerinde bir etkisi olmadı...
Dikkatinizi çeken, “kesin almalıyım bunu” dediğiniz bir ürün varsa, bilin ki bu, o ürüne sahip olmazsanız öleceğinizden değil, ihtiyaç hissetmenizi sağlayan stratejiden ileri gelir.
Dünya üzerinde yaşayan tüm insanların ortak motivasyonları var hiç şüphesiz. Fakat ülkeleri farklı kılan, içinde yaşayan toplumun farklı kültürlere, dolayısıyla farklı özelliklere sahip olması. Farklı kültürler içinde yetişmiş insanların motivasyonları da farklı haliyle.
Yani -mesela- bir İngiliz’in bir ürünü satın alması altında yatan duygular ile bir Amerikalı’nın ya da Türkiye’de yaşayan birinin aynı ürünü satın almasının -ya da almamasının- altında aynı sebepler yatmayabiliyor. Bu mantık silsilesini hayatının her alanında görebilirsiniz. Amerika’daki bir TV programının çok seyredilmesi, aynı programın Türkiye’de de çok izleneceğini garantilemiyor. Hakları satın alınmış bir derginin “aynısını” yapmak, bir övünç kaynağı olamıyor çünkü içine lokal tatlar, Türk okuyucusunun bağ kuracağı kimi özellikler katmazsanız, satmıyor.
Detaylandırayım: ABD banliyölerinde yaşayan bir grup seksi ev kadınının yaşamı ortalama bir Amerikalı için merak uyandırıcıyken, bunu Türkiye’ye aynen uygulasanız, muhtemelen kimse izlemezdi. Fakat aynı konuyu Türk kadınları etrafında döndürdüğünüzde bir anda ilgi çeken bir diziye dönüşebiliyor...
Şişmanlık, Avrupa ve Amerika gibi ülkelerdeki gibi “bir hastalık belirtisi” iken, bizim kültürümüzde bilinçaltı düzeyinde “semirmiş, kendine iyi bakmış, etli butlu, kanlı canlı” gibi kelimelerle tanımlanıyor.
Eğer obeziteyi bir hastalık olarak düşünmeyen bir kültüre ancak “görüntün düzelsin” ya da “insanların düşünceleri değişecek” gibi ikincil ve kendi kültürümüze ait motivasyonlarla değil, “sağlıklı olmak için zayıflama” duygusunu aşılayabildiğimizde başarılı olabiliyoruz...
Bu tip örnekler varken insan bazı konulara şaşırmadan edemiyor.
İşte bunlar, son zamanlarda karşılaştığım eski arkadaşlarımdan duyduğum cümleler. Neredeyse bir senedir bu sorulara cevap vermekten yorgun düştüm sevgili kilosundan her daim şikayet eden Habitus okuru.
Beni tanıyanlar, benden bir “İştee Sibel Can’ın mucize diyet sırları!!!” tadında bir açıklama bekliyor.
Fakat ben ne yapıyorum biliyor musun sevgili duygusal boşlukları yemekle dolduran Habitus okuru? Onları “kilo vermeye odaklanma”dan daha başka bir noktaya doğru sürüklüyorum.
“Ortalama bir Türk kadınının kilo alma süreci”ni inceleyecek olursanız, kültürümüzle ilişkili psikolojik bir durumla karşılaşırsınız.
Bakınız anlatayım: Yemek, Türkiye’de yaşayan tüm insanlar için “sevgi” anlamına gelir. Hatırlayın: Yemek yemeye dair ilk anılarımız, annemizin bizi beslemesi, kucaklanma ve sıcaklık duygusu, kendini güvende hissetmekle doğrudan ilişkilidir. Yani yemek yeme dürtüsü bizim için alt beyin düzeyinde “hayatta kalma”, “açlıktan ölmeme” kavramlarından daha önce “güvende hissetme” demektir.
Yetişkinlik yaşlarına geldiğimizde, annemiz bizi hâlâ kaşığı çeneden sıyırarak beslemiyor olsa bile, yemekle gelen güven ve tatmin baki kalır. Yemek yediğimizde mutlu oluruz. Karnımız doyduğu için değil, kendimizi güvende hissettiğimiz için... Yemekle ilgili öğrendiğimiz ilk duygulardan yola çıktığımızda, kendimizi ilk kötü hissettiğimiz anda yemek yeme eğilimi göstermemiz de tesadüf olmaz.
Çikolata krizi dediğiniz şey mesela, “Anne, şu anda işte bir hayli stresliyim, beni bir kucağına alıver” çağrısı... Yemekten bir saat sonraki açlık krizi “Şu anda iş yapmak beni çok korkutuyor, anne beni besle, yemek yersem çok güvende ve iyi olacağım” yalvarışı...
Yemek=Rahatlama
Bir yanda işsizlik, istediği işi yapamayan bir dolu genç varken, bir yanda hayal kurmayan, bir hedefi olmayan, zorluklara gelemeyen, bir dolu rahat insan... Elindeki işin en iyisini yapmakla ilgili bir derdi olmayan, hayatının her alanında “salla gitsin” duygularıyla “motive olan”...
Üstelik refah içinde yüzüyor da değiller.
Peki nereden geliyor bu rahatlık?
Ben size söyleyeyim... Gereğinden fazla uzayan “ergen hayatlardan”...
Bilirsiniz, erkekler de kızlar da anne evinden geç ayrılır. Kendi kanatlarıyla uçma dürtüsü geliştirmezler. Ailelerinin o sıcak desteğini her zaman hisseder, “Bir şey olsa bana ailem bakar” hissinin geçmesini asla beklemezler.
Mücadele, hayatta kalma savaşı, kendine hayat inşa etme savaşı olmadıkça, sevdikleri iş bile olsa ona karşı tutku söz konusu olmaz. O iş yapılsa da yapılmasa da hayat yürüyecektir çünkü. Hiçbir şeyin ucunda sefalet ya da açlık yoktur.
Bir lokma zorlanır, işte biraz üzüldüler mi mesela, hemen işlerinden istifa ediverirler. Alternatifi varken niye zorlansınlar ki... Ailenin sıcak kanatlarının altında keyifle mırıldanmak varken...