Paylaş
Axl Rose iki sene önce sahnede sol tarafında bulunan nehirden çok etkilenmişti...
Megan Fox, İstanbul’u kasaba sanıyordu...
Eğer bu cümleler şaşırtıyorsa, sizi beş dakika için “dünyaya bir Amerikalı’nın gözünden bakmaya” davet ediyorum.
Şu kültürel kodları bilirsek eğer, gelecekte ülkemizi ziyaret edecek Amerikalı ünlülerin “İstanbul bir ülke mi?”, “Boğaz bir nehir mi?” tipi sorularına daha az şaşıracağımızı düşünüyorum:
Ortalama bir Amerikalı’nın, bir Avrupalı’dan temel bir farkı var: Boyut algısı... Dünyanın geri kalanından okyanuslar ile izole edilmiş dev bir dünyada yaşamaları ve yaşadıkları yerle ilgili algıları...
Boyut algısı, kendi ülkeleriyle sınırlı. Avrupa’yı aracınızla birkaç günde aşabilecekken, aynısını Amerika’da yaptığınızda aynı ülke içinde seyahat edersiniz.
ABD sakinleri, “dünyanın merkezi dev topraklar” dışındaki dünyayı “başka bir evren” olarak düşünürler.
Hâl böyle olunca, ortalama bir Amerikalı için “keşif”, kendi ülkesiyle sınırlıdır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin resmi kaynaklarına göre, son istatistiklerde 117,014,020 kişinin pasaport sahibi olduğu belirtiliyor. Expeditioner Travel dergisi hesabı yapmış: Bu da her üç Amerikalı’dan ikisinin hayatlarında hiç ülke dışına çıkmadıklarını gösteriyor.
Yeni kanunlara göre Amerikalılar’ın sadece Meksika, Kanada, Bermuda ve Karayipler’e seyahati mümkün kılan pasaport kartlarına sahip olmalarına imkan tanınıyor. Karta sahip 4 milyon 500 bin Amerikalı var, fakat bu imkan sadece saydığım ülkeleri kapsıyor.
Tabii bunun ekonomik tarafı da ağır basıyor. “Keşfetmek” isteyen dört kişilik bir Amerikan ailesi için kendi ülkelerinden dışarıda bir yere, hele ki okyanus ötesi ülkelere seyahat etmek demek, aile ekonomisinin çökmesi demek. Dolayısıyla büyük evlerinde, büyük arabalarında, “kendi alanlarında” hayatlarının sonuna kadar yaşar ve bunun eksikliğini hissetmezler.
Bunun bir “eksiklik” olduğunu da düşünmezler.
Sebebi kültürel özellikler
Bu düşüncelerin kaynağı olarak da kültürel özelliklere bakmak lazım.
Ortalama bir Amerikalı için “dış dünya algısı” şöyledir:
“Bu ülkeyi, yeni bir hayat için, evlerini terk edip binlerce kilometre uzaktaki bir kıtaya okyanusları aşarak giden atalarımız kurdu. Burada kendilerine sıfırdan bir hayat inşa ettiler. Biz de onların izinde hayallerimizin peşinden koştuk, çok çalıştık ve kimseye bağlı olmaksızın imkansızı başardık. Yokluktan dünyanın ‘merkezi’ konumuna geldik. Dünyayı değiştiren icatlar, burada, yeni Amerikalılar tarafından gerçekleşti. Hayatın kaynağı burasıdır. Yeni, parlak olan burasıdır...”
Bu düşünceden yola çıkıldığında bir Amerikalı, okyanuslar ötesindeki “eski-uzak dünya”yı ancak merak ederse veya bir bağlantısı olursa öğrenir.
İşte bu temel “empati”yi kurduğumuzda, “bilgisizliğin” kaynağının dünyayı algılama biçimleri olduğunu söyleyebiliriz.
Hatta bu durumu bilgisizlik olarak görmediklerini de anlayabiliriz...
Tabii bu durumu bilsek de, bunu tüm dünyanın el üstünde tuttuğu isimler yapınca şaşırıyoruz...
Esasında şaşırmaktan
çok hayal kırıklığına uğruyoruz.
Teknoloji öncesi dünyada bu “bilgisizlik” çok daha kabul edilebilir bir durumken, Amerikalılar’ın keşfettiği ve dünyanın dört bir yanına anında bağlantı sağlayan “internet”in varlığında Madonna İstanbul’u yapay göl sanınca şaşırıyoruz.
“İstanbul’u Google’lasaymış bari gelmeden” deyiveriyoruz...
Paylaş