İskoçya’da iki gün

Gel bugün gündemden kopalım, çok uzaklara gidelim sevgili hayatı huzur aramakla geçen Habitus okuru.

Haberin Devamı

Eğer o hisleri yüksek apartmanların ortasında, kalabalıklar arasında arıyorsan, dur derim. Aklına tatil deyince her defasında güneşte kavrulmak, denizlerde kulaç atmak, sabahlara kadar azmak geliyorsa, çok şey kaçırıyorsun, huzur hissetmeyi uzaklarda aradığını söylerim.
İskoçya’nın kuzeydoğusundayız.
Aberdeen’den yola çıkıyoruz. Hedef, İskoçya’nın “viski merkezi” olarak bilinen Speyside bölgesine ulaşmak. Havaalanından yola çıkıyor, alabildiğine uzanan yemyeşil çayırları yaran dar bir otoyoldan ilerliyoruz... Önümüzde akıp giden manzara şu: Buz gibi akan bir nehrin kestiği ova... Eski bir trenyolu... Akçaağaç, yaban elması, huş ağacı, çam ormanları... Kısacası, yeşilin aklınıza getirebildiğiniz her tonu...
Tek aracın sığacağı taştan bir köprünün üzerinden geçiyoruz. Yeşilliğin bittiği yerde, kilometrelerce uzanan sapsarı kanola tarlaları başlıyor... Onun bittiği yerde kuzuların gezindiği, gözlerinizi kamaştıran parlak yeşil bir otlak...
Tepenin bittiği yerde masmavi gökyüzü başlıyor... Biraz uzakta oyuncak gibi bir tipik İskoç evi. Hanidir yağmur yağıyor, ilk defa güneş açmış; evin sahibi, bahçede çamaşır asıyor... Yüzünü güneşe dönüyor, derin bir nefes alıyor... Bana, o anı sonsuza kadar hatırlatacak bir fotoğraf veriyor. Ve bir anda dev ağaçların içine dalıyor, gökyüzünü göremez oluyoruz... Ağaçların arasından dev bir şatonun burçları görünüyor... Orman bittiğinde, nefes kesen manzara yeniden başlıyor... Ve bu pastoral şiir, sonsuza kadar tekrarlanıyor... Ardından mini mini, oyuncak gibi bir köyün içinden geçiyoruz. Kutu gibi tipik İskoç evleri... Belki üç, belki beş insan görüyoruz sokakta... Sanki bir film setindeyiz ve çekime ara verilmiş... Burası 1700’lerde kurulmuş ve bugüne kadar en iyi biçimde korunmuş köylerden biri, Archiestown.
Otomobilin camından dışarı, gri şehirlerin hiç var olmadığı bir zamana ışınlanmış gibi bakıyorum... Gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekmek istiyorum. Çekiyorum ama yetmiyor... Nefesimi kesen bu deliliğin gerçek duygusu, iki boyutlu bir görüntünün içine sığmıyor...

Haberin Devamı

Zamanın durduğu yer

Haberin Devamı

İlk durağımız, Drummuir Şatosu. Yani Johnnie Walker’ın “misafirhanesi”. 1800’lerin sonunda inşa edilmiş, Viktoryen/Gotik stilde bir yapı. Yani tam “hayaletli” dediklerimizden...
İkinci durağımız Cardhu İmalathanesi. İki gündür “içki kültürü” diyorum ya. İşte, meraklısı için burada bir tarih yatıyor. Burası, Speyside bölgesinde bulunan ve dışarıdan bakıldığında yapı olarak birbirini andıran damıtım merkezlerinin en önemlilerinden.
Bu bölgede bulunan damıtım merkezlerinde üretilen single malt viskiler, “blend” yani karışım viskilerin yapılmasında kullanılıyor. Mesela, Cardhu maltı, Johnnie Walker Black Label’ın temeli... Johnnie Walker Global Marka Elçisi Tom Jones, viskinin farklı aromalarını ortaya çıkarmak için soğuk su katmayı öneriyor, “viskiye su katılmaz, buz atılmaz”ın sadece kişisel bir tercih olabileceğini söylüyor.
Bir sonraki durak Speyside Cooperage. Yani, damıtım merkezlerinde bakır imbiklerden alınmış viski alkolünün içine koyulup yıllandırıldığı, daha önce sherry beklemiş fıçıların, İskoç viskisine karakterini kazandırmak üzere yeniden hayat verildiği üretim merkezi.
Ahşap fıçı ustaları nefes almadan çalışıyor, burada sanki hiç Sanayi Devrimi yaşanmamış. Belki biraz daha hayatı kolaylaştıran aletlerle, 100 yıl önceki usulden çok farklı olmamak kaydıyla, tek tek “el işi fıçılar” üretiliyor.
Zaman kavramını unuttuğumuz, plastik dünyamızın çok uzaklarında, bambaşka bir kültürü keşfediyoruz...
Yeni keşifler, yeni tatlar ve yeni ülkeler peşindeyseniz, seçeneklerinizin arasına bu dünyayı mutlaka ekleyin... Pişman olmazsınız.

Yazarın Tüm Yazıları