Paylaş
Güneş ne de güzel vuruyor camdan içeri, zıplarsın yataktan, kahveni koyarsın...
Hemen sabah havadislerine saldırırsın. “Neler olmuş bakalım” der, kumandana davranırsın...
Beş dakikaya kalmaz, elinde kumanda, donup kalırsın... Aldığın yudum boğazından geçmez...
Bir haber alırsın, dünyan değişir. Bir anda ölümlere alıştığını, çoktan beri insanı can evinden vuran olaylara karşı bir “3. Dünya refleksi” geliştirmiş olduğunu fark edersin. “Anaların yüreğine ateş düştü” dersin, “ne olacak bu halimiz” dersin, bir sonraki haberi alana kadar. Ne yazık ki bu refleksin kaynağı sen değilsindir. Böyle yaşamaya mecbur bırakılmışsındır.
Bunu çözecek adam da sen değilsindir. Çözmesi gerekenler, başka suni gündemler peşinde koşmaktadırlar, sana sadece “yaşamaya, dik durmaya çalışmak” kalır.
Ölenin öldüğüyle, yananın yandığıyla kaldığı böyle ülkede yaşamak zordur.
Biliyorum, bazen unutuyorsun yaşadığın yerin niteliğini. Kendi kendimizin gözünü boyamayı pek iyi biliriz çünkü. Gazeteleri, dergileri şöyle bir karıştırdığında, magazin gündemine, konser-etkinlik takvimine baktığında, biraz Bodrum havadisi izlediğinde yaşadığı yerin renkli, neşeli, medeniyet diyarı bir memleket sanıverirsin.
Lüks tüketimin tavan yapmıştır, tek kaygımız birilerini bikinili yakalamaktır, konsere bilet bulmaktır, başka da bir dert yoktur, çok, çok canımız sıkılmaktadır...
İşine gelmeyen meselelerle ilgilenmeyen, kişisel refah peşinde olmanın saadetin tek çaresi olduğunu öğrenmiş, siyasetle pek bağı bulunmayan nesiller yarattığımız için, değişen gündemle birlikte uçlarda gezinebilme yeteneğine de sahibizdir.
Keyiften acıya geçmek hep çok kolaydır ama bizler, neredeyse olanaksız olan “Acı”dan “keyif”e saniyenin onda biri sürede geçmeyi de mümkün kılmışızdır içimizde.
Sabah ölenlere üzülürsün, öğlen keyfine devam edersin.
Acı satırları şezlongunda okurken gazeteyi-telefonu bıraktığın anda dertlerini de o şezlongda bırakırsın.
Sonra bir anda “utanç tablosu” gibi haber gelir, yine gittiğin uçtan geri döner, aksi istikamete doğru ışınlanırsın.
Senin canın acırken bu utancı dizi izler gibi izleyenler, doğmamış bebeklerin peşine düşmüştür...
Yetmez... Dahası var
Bu kadar mı? Elbette değil...
Baba ocağına düşen ateş yetmez bize, ateş her yanı sarmıştır...
- İstanbul’da bir avuç kalmış yeşil, yanmaktadır. Yanmayanlar imara açılmaktadır.
Çok uzun zamandır şehirleri insanlar içinde yaşasın diye değil, birileri cebini doldursun diye büyüten devlet politikaları, lazım geldiğinde yine birileri cebini doldursun diye nazar boncuğu gibi kalmış yeşil alanları da imara, -pardon rantiyeye- açmaktadır.
- Kuru bir “Kusura bakmayın” ile köprü bakıma alınmıştır. Vatandaşın trafikte saçlarına ak düşmüş, akli dengesi bozulmuştur. Derde deva olarak "tatile çıkmak" önerilmektedir. Şehircilikten anlaşılan, budur.
Ha, bu arada...
Işık hızıyla değişen gündemimizde çok kısa bir süre önce sözünü ettiğimiz grev hakkı ellerinden alınan ve işten çıkartılan insanlar vardı hani...
Fırtına hızıyla değişen gündemimizde pek yoklar şimdi.
Ölenin öldüğüyle, yananın yandığıyla kaldığı memlekette onlar da işlerinden olduklarıyla kaldılar...
Haklarını arayacaklar şüphesiz ama...
Bulacaklar mı, orası muamma.
Paylaş