İşte 2012 model “plaj tipleri”:
- “Vitrin”ciler: “Vücudum çok güzel, yaz gelmeden kendimi forma sokmayı başardım ve sizlere bunu plajda bir aşağı, bir yukarı dolaşarak göstereceğim”ciler. Plajda geçirilen vakit boyunca kendini insanların kendine bakmasını sağlamaya vakfetmek nedendir, sorarım size. Bir kadının kendisini iyi hissetmesi için bu “güzelim, bakın, baktığınızı göreyim” turu şart mıdır? Mutlaka fark etmişsinizdir, tüm gün mal beyanı yapan ve “güzellik turu” atanlarda gün batana kadar güneş gözlükleri hiç çıkmaz. Gözler, “kim bana bakıyor”u tespit etmek için tam mesai çalışmaktadır. Fakat gözlük, bu tespit halini örtmekte, kadınımıza “cool, etrafı umurunda olmayan” havası vermektedir.
- Yumurtacılar: Vitrinci kadınların “erkek modeli” de var elbette. Tüm sene boyunca göz bebekleri yumurta şekli alana kadar yumurta beyazı tükettiler, yüzlerini buruşturarak ve “ımghhh”, “hıaa” sesleriyle push-up’larını, pull-down’larını, efendime söyleyeyim, bench press’lerini yaptılar. Günlük hayatları “cim’den önce” (gym) ve “cim’den sonra” olarak şekillendi...
“Cim” için geceleri çıktıklarında içki içmeyi bile bıraktılar. Ama değdi mi? Değdi. Şimdi pazuları, karın kaslarını gösterme zamanıdır. Şimdi sabahtan geceye tişörtleri fora etme, sörf şortuyla dolaşma, iskelelerde gerinerek yürüme, balıklama atlama zamanıdır.
- Aksesuvar dükkanı açanlar: Küçüklüğümüzdeki plaja kollarını ve boynunu altınlarla donatarak gelen, A’dan Z’ye makyajlı, meçli saçlı, kelebek tokalı, topuklu tahta takunyalı ve kırmızı rujlu kadınlar ufak değişikliklerle aramızda. Öncelikle, üzülerek söylüyorum ki, büyük şehirleri saran ve ani karşılaşmalarda insana “Allah’ım!!! Kör oldum!!!” dedirten o lanet neon elbise modası plajları sarmış. Göz sağlığı için temkinli olmalı.
Peki nasıl tanıyacağız aksesuvarcı kadını?
Bir defa maşanın bozulmaması için denize girmek bir yana, şapka bile takmayacaksın. Dudağındaki parlatıcı Kuzey Yıldızı kadar parlak olacak, 10 dakikada bir tazeleyeceksin... Neon elbiseni, payetli bluzunu eksik etmeyeceksin. Takıp takıştırmak konusunda Afrika yerlileri ile yarışacaksın. Küpe, bilezik, kolye, halhal, ne bulduysan takacaksın.
Bakınız, yönteminizde bir hata var.
Şöyle anlatayım: Yemek yemeye niyetli olmadığı açık, sokakta yürüyen herhangi bir insan olduğunuzu düşünün. Çantanız elinizde, sağa sola bakmadan yürüyorsunuz. Ben bir servis elemanıyım ve bir anda önünüze fırlayarak “buyrun efendim buyrun, yerimiz var, balık var zart var zurt var” diye yolunuzu kesiyorum. Bana sinirlenmez misiniz?
Peki, böyle bir “avlama” tekniği kullanan bir adamın servisine, yemeğinin lezzetine güvenir misiniz? Zaten bomboş olan bir mekana sizi çekmek için “boş yerimiz vardır” desem “Alay mı ediyosun kardeş?” demez misiniz? Siz işinize ya da evinize doğru gitmekte ya da öylesine sokaktan geçmekte iken, bir anda önünüze “balıkvaretvarkolavarfantavarayranvar” diyerek fırladığımda elimdeki malı pazarlama tekniğimden müthiş etkilenerek, “Ne? Et ve balık mı var dedin? Üstelik kola ve ayran da varmış! Aman Allah’ım! İnanılmaz!” tepkisi mi verirdiniz yoksa sinirleriniz mi oynardı?
Madem siz yıllardır bu “teknik”ten vazgeçmiyorsunuz, ben de bundan sonra şunu yapacağım: “Et var, balık var” diyen servis elemanlarına “Eee? Yani? Ne yapabilirim bu durumda?”, “Et ve balık var mı diye sordum mu?”, “Yemek yemek ister bir halim var mı?”, “Yemek yemek istediğim kanısına nereden vardınız?”, “Et ve balık olması konusunda sizin için ne yapabilirim?”, “Esas restoranınızda et ve balık olmaması garip olmaz mıydı?” gibi sorular soracağım. Evet, buna vakit ayıracağım.
Bir de bu var!
Bir bıktıran ısrarcı daha var: Yoldan geçerken kaldırımda uçan boş torbaya bile korna çalacak kadar işi abartmış taksici ve dolmuşçular.
Be arkadaş, binecek olsam ben taksinin boş olduğunu görmüyor muyum? Yirmi kere kornaya bastığın zaman yürümekten vazgeçip “Aman Allah’ım! Bu bir piyango! Bir mucize! Bir boş taksi! Taksiye binmeliyim!” mi diyeceğim? Bu ısrar niyedir? Bir kere korna çalmak ve “Taksi lazım mı?” bakışı yeter, iki, üç kere korna çalmak, nedendir? Binmiyorum arkadaşım. Israr etme, binmiyorum.
Kendi kendinizi “Ben böyle davranmam ki?”, “Ne oluyor bana!”, “Merkür mü geri gidiyor acaba?” diye söylenirken
yakalıyorsanız...
Karar mekanizmanızın şaştığını, yanlış tercihler yaptığınızı, bir türlü dümeni doğrultamadığınızı hissediyorsanız...
Her şeyin ters gittiğini düşünüyor, “işimiz fallara kaldı” diyorsanız...
“Ofis falcısı” arkadaşınız tarafından bakılmak üzere ters kapatılıp soğumaya bırakılmış bir Türk kahvesi fincanı masanızın daimi misafiriyse...
Bu mutsuz hallerinizin sebeplerini astrolojide değil, meteoroloji haberlerinde bulabilirsiniz.
Hava sıcaklığının üzerimizdeki etkisini düşündüğümüzde genellikle soğuk ve karanlık havaların o depresif duygusu aklımıza gelir. Bunda bir anormallik yok, zira yılın neredeyse 7 ayını gri havalarda daha da grileşen ve çirkinleşen şehirleri sevmeye çalışarak geçiriyoruz. Karanlık havalarda ruh halimizin nasıl değişeceğini, nasıl davranışlar gösterebileceğimizi aşağı yukarı biliyoruz: Kış depresyonuna girer, yorganın altından çıkmak istemeyiz. Yatak sabahları bizi bir kara delik gibi içine çeker.
Tatsız tuzsuz yemeklerine aşırı fiyat bindirip, hiç utanmadan müşteriyi enayi yerine koyanlar. Meyhane kültürünü Zeki Müren fotoğrafı çerçeveletip asmak ve müşteriye çöp yedirdikten sonra onu soyup soğana çevirmek sananlar.
- Sosyal medya aktivitesi, işine yarayacak adamların Twitter mention’larına cevap vermek ve çeşitli mecralardaki fotoğraflarını “like” etmekle sınırlı olanlar. Yatırımını “bu adam kariyerimde önemli sıçramaya neden olabilir, pek yakında çok işime yarayabilir, aman aramı iyi tutayım”a yapanlar. Benzer şekilde, işine gücüne bir etkisi olmayacağını düşündüğü “işine yaramayacak” insanlardan uzak duranlar...
- Sıcaktan nefes alamazken, kadınların dilediği gibi giyinememesine sebep olan tacizciler... “Uzuvları kapatmadıkça” bir rahat nefes aldırmayan sözde ahlakçılar. İki bacak, bir kısa elbise görünce kilitlenenler... Kilitlenenler bir yana, görüntü kimilerine göre “fazla müstehcen”, “kendi ahlak anlayışına” uymadığı için toplum içinde kınayanlar, rahatsızlık verenler. Türlü türlü insanın, dolayısıyla fikrin, görüntünün, anlayışın birlikte yaşamasının nasıl da imkansızlaştığını bizlere gösterenler...
- “Özgürlük kısıtlanması” meselesinin boyut değiştirmesine neden olanlar... Vaziyet itibariyle artık işi başka bir noktaya taşımanın zamanının geldiğini düşünenler, “ses kesilmesi” meselesinin kanunlaştırılması konusunda çabalayanlar...
- Müzik festivallerine “içki satılan şer yuvası” muamelesi yapanlar. Kendi kültürlerinde yer olmayan ne varsa tu kaka diyenler. Kendilerinden başka düşünen, yaşayanların varlığını kabul etmeyenler. Edip kökünü kazımaya niyetlenenler. Bağnazlıkta sınır tanımayanlar. Ve elbette, onlara alkış tutanlar. Güç kimdeyse, fikir, görüş, anlayış değiştiren, güçlü tarafa meyledenler.
- Babalarının, kocalarının, akrabalarının, yakın dostlarının güçlerini işlerinde hiç çekinmeden kullananlar. Bunu utanılacak bir durum olmaktan çıkaranlar, normalleştirenler. Sorduklarında ise “kendim yaptım” diyenler. Sıfırdan başlamış numarası çekenler. Haliyle, medya ile ilişkilendirilebilecek tüm işleri para kazandıracak, “değirmeni döndürecek iş” olmaktan çıkaranlar. “Medyada çalışan kadın” kavramının niteliğini değiştirenler.
- Az tanıdığı insanların arkasından, sahip olduğu önyargılar doğrultusunda konuşmaktan zevk alanlar. Onlara kibar davranan insanların Pollyanna’cılık oynadığını sananlar. Kendilerine nezaket gösterenlerin “fikri olmayan, hep mutlu, hep mutlu ahmaklar” olduğunu düşünenler. Selam verip konuştuğuna pişman edenler...
Havaalanında valizimizi beklerken itişiriz.
ATM’den para çekerken arkamızdakinin nefesini ensemizde hissederiz.
Trafikte ilerlerken öndeki otomobile çarpmamak için bıraktığınız takip mesafesi, diğer sürücüler için “araya girilecek boşluk” demektir.
Sıraya girmeyi sevmeyiz, “sıranın önünde tanıdık” varsa çok seviniriz, hatta sıraya girmemize lüzum kalmayacak tanıdıklarımızın olmasını isteriz.
Toplu yaşama kültürümüz olmadığı için birbirimize saygı göstermeyiz.
“Ben kendimi kurtardım, gerisi diğerlerinin başına” der, yolumuza devam ederiz. Hayatımızı “kendini kurtarma” üzerine inşa etmekten başka çaremiz bulunmuyor ya hani...
Hâl böyle iken, çevremizde hareket eden canlıların bir önemi kalmıyor sanki...
İlk iş sıcaktan bunalmış köpeği rahatlatmak. Servis elemanı köpeğe su getiriyor, hayvancık rahatlıyor. Sadece kafe değil, çevrelerindeki insanlar da hayvan dostu, herkes çekinmeden ve korkmadan köpeği seviyor.
Sıra geldi genç adamların siparişlerine. Birer kadeh kokteyl ve çerez almaya karar veriyorlar.
Kısa bir süre sonra siparişler geliyor. Çocuklar içmeye başlıyorlar. Gevşiyorlar, keyifleri yerinde.
Ve o müthiş cümle geliyor: “Köpeğin suyuna da koyalım mı?”
Köpeğin suyuna alkol kattıklarında, zavallı hayvanın bundan hoşlanacağını, aynen kendileri gibi keyif alacağını düşünüyorlar.
Eminim siz de hayatınızda en az bir kere karşılaşmışsınızdır: Hayvanlara içki içirip hallerini canları acımadan, vicdanları sızlamadan izleyebilen bir tür insan var.
Kimileri bunu sokak hayvanlarına yapıyor, kimileri ise kendininkilerine.
Onun için çalışıyor, onun için ilişki kuruyor, sabah gözümüzü açtığımızda onu hissedebilmek için kendimizi parçalıyoruz.
En büyük mücadelemizi, onu bizden almak isteyenlere karşı veriyoruz.
Elimizden gitme ihtimalini düşündüğümüzde yüreğimiz sıkışıyor.
Hayatımızı güzelleştiren, çok uğraşarak kazandığımız ne varsa, gözünü dikenlerden kendimizi uzaklaştırmaya çalışıyoruz.
Arkamızdan konuşanlara aldırmamaya, söyledikleri sözlerin, kişisel görüşlerinin dolaylı olarak hayatımıza müdahale etmeyeceğine inanmak istiyoruz.
Görüyoruz ki konuşanlar, hep kendiyle bitmeyen derdi olan adamlardan çıkıyor.
Kalbindeki boşlukları dolduramayanlardan.
İnsan bazen unutuyor 2012 yılında yaşadığını, ondan soruyorum.
Öyle olaylar yaşıyoruz, öyle haberlerle karşılaşıyoruz ki, sanki yüzyıllar öncesindeyiz...
Şehircilik gelişmemiş, el yordamıyla yaptığımız binaların içine sığınmışız.
Afet ne demek bilmiyoruz, öğrenmek de istemiyoruz.
Öğrensek de uygulayamıyoruz...
Önce deprem umurumuzda olmamış.
“Hallederiz, bize bir şey olmaz”cı zihniyet, fay hattına kağıttan ev yapmakta bir sakınca görmemiş.