Paylaş
Şehirlerle ilgili, İstanbul’la ilgili üzülecekler listemizde yeni bir sayfa açıldı sadece, biliyorsunuz değil mi?
Artık şehirler insanlar için değil, insanlar şehirler için var...
O yüzden alınan kararlara şaşırmamak lazım aslında...
Bu kadar sene bu gözler neler gördü, bir düşünsenize... Büyükşehir sakinleri, “içine edilme sürecini” bizzat yaşadı...
Türkiye’deki tüm şehirler şehircilik kaygılarından uzak, plansız büyüdüğü için artık yaşadığımız yer, insanın kendisini koruması gereken tuhaf bir organizma.
Şehir, ideal koşullarda, içinde yaşayanların yaşam kalitesini yükseltmek için vardır, öyle değil mi?
Hatta tam da bu yüzden insanlar, yaşam kalitelerinin yükseleceği varsayımıyla kırsaldan şehirlere göç eder. Fakat beklediklerinin aksiyle karşılaşırlar.
Çünkü planlanmamış, kontrol altında tutulmamış göç, şehirlere, özellikle İstanbul’a kaldırabileceğinden fazla ağırlık yüklemiş, milyonlarca insanı, binayı ve aracı kaldıramayan şehir, “canlı düşmanı” bir kimliğe bürünmüştür.
Artık insanlar, şehir merkezinde düşen yaşam standartlarını, şehrin dışındaki uydukentlerde aramaya başlamışlardır.
Kırsaldan göç edip umduklarını bulamayanlar, memleketlerine dönme planları yapmaya başlamışlardır.
Şehir, artık insanları geri püskürtmek istemektedir.
Düşünsenize yaya, ideal koşullarda şehrin odağı iken, şimdi, şehirde canlı kalabilmek için arkasını kollayan, her an bir araç tarafından ezilebilecek zavallı bir mahluk durumundadır.
Arabaların, binaların arasında, yaşam savaşı vermektedir. Sokakta canlı kalabilmek için dört duyusu birden tam kapasite çalışır...
Bir zamanlar bu güdüleri vahşi doğada en iyi şekilde çalışırken, bu durum biçim değiştirmiş, kendini vahşi şehir yaşamına adapte etmiştir...
Siz iyisi mi tatile çıkın
Artık şehirler insanlar için değil, bir grup insanın daha çok para kazanması için bir araç.
Kentler insanların hayatta kalmak için birbirini çiğnediği ve yaşamanın imkansızlaştığı hilkat garibeleri...
Dev alanlara yayılmış çok katlı gecekondu görünümlü apartmanlar sayesinde, estetik diye bir şey kalmamış.
Çünkü apartmanlar, konutlar, arsalar, sistemdeki boşluklara doğru çakallıklar yaparak kendini uydurana nefis bir zenginlik kaynağı oluşturabilediği için, 60’lı yıllardan sonrasında sadece “para kazandırabilirliği” dikkate alınmış.
Güzel bahçeli evlere dozerlerle dalmışız, yerini estetik yoksunu müteahhitlerin elinden çıkma dikdörtgen prizmalarıyla doldurmuşuz...
O dikdörtgen prizmalarını yatayda ve düşeyde mümkün olduğu kadar çok bölmüşüz ki, bir vakitler bir aileye yuva olan ev, en az 12 aileyi barındırabilsin... Hem arsa sahibi kazansın, hem müteahhit...
Sadece para kazanmak için dikilmiş, sağlamlık, estetik gibi kaygılar taşımayan apartmanların rastgele dizilmesine müsaade eden kanunlar, konut alanlarının kanser hücresi gibi büyümesine sebep olmuş... Artık değişse ne yazar...
Bugün bir şehrin orta yerinde durun, Türkiye’nin neresinde olduğunuzu bilemeyebilirsiniz...
Çünkü o çirkin doku, her yerimizi sarmıştır... Şehirleri yıkıp yeniden yapmak mümkün olmadığı için, yeni yapılanlar ve yeni kanunlar doğrultusunda güçlendirilecek olanlar da müthiş estetik kaygılar taşımayacağı için, halihazırdaki dokuyu ne yazık ki “Türkiye’nin dokusu” olarak kabul etmek zorundayız...
Ve sonuç
Bir vakitler estetik kaygısı taşıyan apartmanlar varmış şehirlerde, hâlâ bunlardan bazıları ayakta...
Rezidanslar, işinin ehli mimarların elinden çıkmış hayranlık uyandırıcı yeni binalar, yeni yapılar da var elbette...
Fakat şehrin karakteristik görüntüsünü oluşturan manzarada, onlar ne yazık ki irili ufaklı noktalar olarak kalıyor...
Bize de şehirlerin yüksek tepelerine çıkıp iç çekmek kalıyor...
Ya da Karayollar Genel Müdürü’nün dediği gibi “tatile çıkmak...”
Paylaş