Mehmet Yaşin

Sonbaharın ölümü

14 Aralık 2003
Geçen hafta iç Karadeniz'in rengarenk ormanlarında sonbaharı yolcu ettim. Kış beyaz örtüsünü örtmeden doğanın rengarenk boyanmasını, ıssız yolları, kış hazırlığındaki ormanları, sakin akan dereleri, yalnız gölleri seyrettim. Tabii her zaman olduğu gibi, yol üstündeki lezzetleri tatmayı da ihmal etmedim.

İnsanlık dışı saldırıların hemen sonrasında, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar telefon etti. ‘Kalk gidiyoruz’ dedi. Yazdan kalma bir gündü. Veya sonbaharın kışa karşı son çırpınışlarını yaşadığı bir gün. Biz yola çıktığımızda tan yeri fuşya rengine boyanmıştı. Pembeli morluklardan yükselen güneş, eflatun bulutların arasından mahmur bakışlarla bize bakıyordu. Havada ısırmayan bir serinlik vardı ve kıvamında bir lodos esiyordu.

Düzce'den Akçakoca'ya dönünce, doğa birdenbire çıldırdı. Ormanlar birkaç renge boyandı. Meşeler kızardı, kavaklar sarardı. Çamlar ise yeşile olan tutkularını sergilemeyi sürdürdüler. Yazlık misafirlerini uğurlayıp kendi başına kalan Akçakoca, biz oraya gittiğimizde sabah mahmuruydu. Akçakoca düzgün, temiz, şirin bir Karadeniz sahil köyü görüntüsü sergiliyordu. Zeki ile birlikte kıyı kıyı yürüdük. Modern çizgilerin hakim olduğu camiyi gezdik. Henüz açılmamış balık lokantalarını inceledik. Yemek vakti gelseydik, bu lokantalardan birinin önüne atılmış bir masada, hamsi yemeden asla Akçakoca'yı terk etmezdim. Bir dahaki sefere yemek üzere hem balıkları hem de ünlü mancarlı (pazılı) pideyi defterime yazdım.

Antik çağdaki adı Diapolis olan Akçakoca'ya, eski dönemlerden miras bir Ceneviz kalesi kalmıştı. 14. yüzyıla ait yıkık kalenin olduğu tepe parka dönüştürülmüştü. Parktaki patikalarda yürüyüp, kıyıya dik yarlarla inen sahili seyrettim. Karadeniz'in beyaz köpüklü dalgalar bıraktığı tabii plajlardaki, yaz çığlıklarını hayal etmeye çalıştım.

KIYIR KIYIR PİDE

Akçakoca-Alaplı arasında, bir yanına Karadeniz'i diğer yanına rengarenk tepeleri alıp, kıvrıla kıvrıla giden yolda, manzaranın keyfini çıkardım. Karadeniz Ereğli'sinin girişinde önce tersaneler selam sarkıttı. Ardından demir-çelik fabrikası, upuzun bacalarıyla görüntüye girdi. O bacalardan gökyüzüne tırmanan beyaz duman yaşamın belirtisiydi. Sahile doğru inerken içimden, bacaların dumansız kalmamasını diledim.

Karadeniz Ereğlisi, Yunan kolonistler tarafından kurulan Herakleia Pontika antik kentinin yerine kurulmuştu. Dünyanın kendi ekseni etrafında, Merkür ve Venüs gezegenlerinin dünyanın etrafında döndüğünü söyleyen Pontoslu Herakliedes bu kentte doğmuştu. Yükünü bekleyen gemileri rıhtıma emanet edip, mahalle aralarından kıvrıla kıvrıla Cehennem Ağzı mağaralarına gittik. Kapısı demir parmaklıklarla örtülü mağaranın, antik çağdaki adının Hades Mağarası olduğunu okumuştum. O dönemi anlatan kitaplarda yazdığına göre, Herakles, Cehennem Köpeği Kerberos'u almak için yeraltı dünyasına bu mağaradaki tapınaktan gitmişti.

Aslında aklımda fikrimde Ereğli'nin ünlü 'kıyır pidesi' vardı. Bundan önceki gelişimde bu pidenin tadına bakmış, bir daha da unutamamıştım. Geçmiş dönemlerle işimizi bitirip soluğu, Erdemir Caddesi'ndeki 'Meşhur Pideci'de aldık. Masaya oturmadan önce fırına pide süren Hasan Kuru'ya selam saldık. Hasan usta işi babası Ali Kuru'dan öğrenmişti. Arka kısımdaki masalardan birine oturduk. İki tane birer buçuk söyleyip beklemeye başladık.

Beklerken gözüm duvardaki yazıya ilişti. Her yere giden Evliya Çelebi Ereğli'ye de gelmiş, bizim gibi bu pidenin tadına bakmıştı. Daha sonra 'Seyahatname'sinde bu pideye övgüler düzüp onu tüm Osmanlı'ya tanıtmıştı. Duvardaki levhada aynen şöyle yazıyordu:

EVLİYA ÇELEBİ'DEN

‘Bender-i Ereğli'ye vasıl olduğumuzda öğle vaktiydi ve acıkmıştık. 'Bana herkesin sevdiği bir şeyi yedirin' dedim. Çarşıya gittiğimizde ise duyduğum kokuyla mest oldum. Bir fırıncı esnafının mekanına girdiğimizde, ustanın fırına sürdüğü uzun hamurları evire çevire pişirdiğine ve onları fırından çıkarır çıkarmaz bekleyen müşterilerin önüne koyduğuna şahit oldum. Sabırla bekleyen müşterinin gözlerini kapayıp, ağır ağır yemesi bende ibadet ediyor hissi uyandırdı. Adamın dış alemle irtibatı kesilmişti sanki. Biz de beklemeye başladık. Pidelerimizi beklerken ustanın yardımcılarına da göz attım. Kimi etleri satırlarla ince ince kıyıyor, kimi soğanı ayıklıyor, kimi de bakır lengerlerde bu etleri kavuruyordu. Yanımdaki yarenlerden biri bana bir açıklama yaptı: 'Az bişese mideyü şişürü, çok bişese guru olu, o sebebten ben kıyır olsun dedim. Çıkaru çıkarmaz da yımırtayı dökecek.' Ben de ne diyeyim, pekálá dedim.

Sonunda pidelerimiz geldi. Yanımdakiler hemen pide yeme vaziyeti aldılar. Bundan sonra konuşmak yoktu. Ben de aldım pideyi başladım onlar gibi yemeye. İlk ısırdığımda ağzıma hamur geldi. İkinci, üçüncü ısırışlarımda tadına varmaya başladım. Pidenin ortasına geldiğimde ağzımda tarifi imkansız bir tat oluştu. İlk bakışta bir şeye benzetemediğim pide, esrarlı bir kutu gibi açıldıkça açılıyor ve beni büyülüyordu. Hiç konuşmayan ve sadece işini yapan gizemli bir usta ve hamurun içindeki gizli nefaset...’

(Not: İstanbul'a döndükten sonra, Evliya Çelebi'nin Seyahatname’sinin üç-dört cildini karıştırdım ama bu metni bulamadım!)

Biraz sonra pideler sökün etti. Çıtır çıtır pidelerden yükselen kokular aklımı başımdan aldı. Yedikçe, hamurla kıymanın birbirlerini nasıl bütünlediğini fark ettim. Kapalı pidenin içine saklanmış lezzetin tadına baktıkça, Hasan ustaya tebrik üstüne tebrik yağdırdım.

BİTMEK BİLMEYEN YOL

Karnımız doymuş, mutlu, mesut bir vaziyette direksiyonu Devrek'e doğru kırdık. Kent bitti, orman başladı. Kavakların yaprakları limon sarısına boyandı. Dar yolun üstü, kızıl kahve yapraklardan bir örtüyle örtüldü. 45 kilometrelik kısa bir yoldu ama, biz bu mesafeyi üç saatte zor alabildik. Çünkü her virajdan sonra karşımıza başka bir tablo çıkıyordu. Sonbaharın son ışıkları, yapraklarla oynaşıp duruyordu. Çevreye renkli bir sessizlik hakimdi. Üzerinde yaprakların yelken açtığı küçük dereler, ırmaklara kavuşmanın heyecanı ile şırıl şırıl akıp duruyorlardı. Bacalardan yükselen beyaz dumanların taşıdığı odun kokusu insanın içini ürpertiyordu. Çünkü ben ne zaman havada odun kokusu koklasam üşürüm. Aklıma ıslak, soğuk günler üşüşür.

Foto safari düşkünlerine, Karadeniz Ereğlisi'nden Devrek'e doğru uzanan bu muhteşem yolu hararetle öneririm. Tabii doğru mevsimde gidilmesi kaydıyla. Yani kasımın ikinci yarısında, en geç aralık başında. Mesafe olarak kısa ama bitmek bilmeyen bu yola giderseniz, yanınıza bol bol film almayı ihmal etmeyin.

Döne dolaşa, gözlerimizdeki çirkin kent görüntülerini yıkaya yıkaya üç saat sonra Devrek'e vardık. İlçeye önce bir tepeden merhaba dedik. Devrek, Filyos Irmağı'nın iki yanında uzayıp giden kent görünümlü bir ilçeydi.

DEVREK'İN SİMGESİ

Zeki'nin önerisine uyup, karanlık basmadan yatacak bir yer telaşına düştük. Sorduk soruşturduk, Ankara Asfaltı üstündeki Çınar Oteli'nde (372-556 2115) karar kıldık. Temiz, eli yüzü düzgün bir oteldi. Eşyaları odalara bıraktıktan sonra, yarı karanlıkta Devrek'i tanımaya çalıştık. Önce meydana giden yolun üstündeki Bastoncular Çarşısı'na uğradık. Yan yana sıralanmış küçük dükkanlarda ustaları, birbirinden güzel bastonları yaparken seyrettik.

Meydana geldiğimizde hava kararmaya yüz tutmuştu. Meydandaki parka, ilçenin simgesi olan baston heykeli dikilmişti. Meydanın çevresine sıralanan çeşitli mağazalar, dükkanlar yavaş yavaş kepenklerini indiriyorlardı.

Kepenkler inince etraf ıssızlaştı. Devrek tüm Anadolu'da olduğu gibi erkenden evine çekildi. Biz de otele döndük. Restoranda bizden başka kimsecikler yoktu. Önden Bolulu aşçının yaptığı mantar çorbasını içtik, ardından köy tavuğu ile hazırlanmış kebabı yedik. Aslında her yerde olduğu gibi burada da yerel tatları tatmak istedim ama, hiç bir yerde bulamayacağımı öğrendim. Halbuki kitaplığımdaki kaynaklardan buranın yemeklerini okumuş, ağzımı sulandırmıştım. Buraya gelirken beyaz baklavanın, mısır unuyla yapılan malayın, cevizli gömecin, pastırmalı kabalağın, mısır çorbasının, etli yaprak sarmasının, uğmaç çorbasının, mancar yemeğinin tadına bakacağımı düşleyip heyecanlanmıştım.

Yemekten sonra otelin müdüriyet odasında Devrek konulu bir sohbete daldık. Devrek'te

-tüm Anadolu'da- gece erken bitti. İstanbul'un yemek saatinde biz odalarımıza çekilip, bedenimizi uykuya teslim ettik.

BASTONUN SIRRI

Ertesi gün erkenden, Cumhuriyet Meydanı'na açılan dar bir sokaktaki ünlü bastoncu Münteka Çelebi'nin dükkanına gittik. Hukuk okumasına rağmen babasının mesleğini tercih eden Rüştü Çelebi'ye Devrek bastonunu sorduk. O, en iyi bastonun Devrek ve civarında yetişen kızılcık ağacından yapıldığını söyledi. Bu yöredeki ağaçların daha esnek olduğunu, o yüzden de bastonun kolay kolay kırılmadığını belirtti. Aslında çevrede yetişen akçaağaç, döngel, yemişken, ceviz ve yabani gülden de baston yapıldığını, ama hiçbirinin kızılcığın yerini tutamadığını sözlerine ekledi.

Ustanın tavsiyesine uyarak, gövdesine iki yılan sarılmış, kezzapla boyanmış bir baston satın aldım. Gelecek yıllarda belki lazım olur diye, şimdilik kitaplığımın kapısına astım.

Devrek'ten direksiyonu Yedigöller'e doğru kırdık. Karşımıza yine 'rengarenk' bir doğa çıktı. Doğa sanki bir şenliğe gidecekmiş gibi, süslenmiş, boyanmış, takmış takıştırmıştı. Halbuki birkaç hafta sonra kış gelecek -ki geldi- bütün renklerini çıkartacak, yapraklarını soyunacak, çırılçıplak kalacaktı. Soğuk rüzgarlardan korunmak için, beyaz karlarla örtünecekti.

YAPRAKLARDAN HALI

Yedigöller'e tırmanan yol hálá bozuktu. Ama sunduğu görüntüler öylesine muhteşemdi ki, insanın gözü çukurları, taşları, virajları görmüyordu. Bazen yolun sağına, bazen soluna düşen deli ırmağın çağıltısı bütün diğer sesleri bastırıyordu. Ağaçların dibi kızıl kahverengi yapraklardan bir halı ile kaplanmıştı. Bir karış toprak görmek imkansızdı. Göller ağaçların yansıması ile rengarenk bir tuvale dönüşmüştü.

Dönüşte zirvede kar yolları tutmuştu. Buzları yara yara Yedigöller'in en tepesine çıktık. Aşağıdaki renkli vadilere bir de kartal bakışı fırlattık. Sonbaharı yolcu edip, kışa merhaba demek için bir acele İstanbul'a döndük. Bu rotayı bir kenara yazmanızı öneririm. Önce ilkbaharda doğanın uyanışını seyretmek, sonra da sonbaharı renk cümbüşü içinde uğurlamak için en doğru rotalardan biri.

DÜZELTME

Geçen haftaki yazımda, arşivimdeki bir karışıklık nedeniyle Sultan Hanı'nın yerine Doğu Beyazıt'taki İshak Paşa Sarayı'nın fotoğrafı kullanılmıştır. Bu yanlışlık nedeniyle okurlarımdan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku

Şimdinin gezginleri şanslı

7 Aralık 2003
Eskiden gezginlik oldukça zahmetli bir işmiş. At sırtında aylarca süren yolculuk, bitli, pireli han odaları, yiyeceklerden içeceklerden geçen hastalıklar. Alman bilim adamı Friedrich Sarre'nin, 1895 tarihinde Anadolu'da yaptığı geziyi anlatan kitabı okuyunca halime şükrettim. O zaman gezgin olsaydım, ilk seferden sonra pes ederdim. Birkaç haftadan beri ‘kem küm’ ettiğimin farkındasınızdır. Eski gezilerimi, anılarımı ısıtıp ısıtıp önünüze koyuyorum. Çeşitli nedenlerden dolayı uzun süre İstanbul'dan uzaklaşamayınca, doğal olarak konusuz kaldım. Konu torbası iyiden iyiye boşaldı. Her hafta değişik bir yeri yazmanın zorluğundan daha önceleri de yakınmıştım. Gerçekten de gitmek, dolaşmak, okumak, notlar almak, sonra dönüp tüm bu bilgileri, düzgün cümlelere dökmek, hem çok zaman alıyor hem de insanı çok yoruyor. Yazıyı teslim eder etmez, yeni bir yazı için tekrar aynı -soluk soluğa- koşuşturma başlıyor. Başka sorumluluklar olmasa bu tempoya belki dayanılabilir. Diğerleri de sıkıştırınca insanın nefesi kesiliyor. Neyse yine de halimden memnunum. Nefesim elverdiğince -ve sayfalarda yer bulduğumca- bu koşuşturmayı sürdürmeyi düşünüyorum.

Bu hafta size, Alman bilim adamı Friedrich Sarre'nin, 1895 yılının haziran ve temmuz aylarında, iç Ege, göller bölgesi ve Konya civarında yaptığı gezinin anlatıldığı kitaptan bazı bölümler aktaracağım. Türkiye'de ‘Küçük Asya Seyahati’ adıyla yayınlanan kitabın bir bölümünde, Sarre kendisinden sonra aynı bölgeye yolculuk edecek Batılı gezginlere, birtakım pratik bilgiler veriyor. Bu satırları okurken, zamanımız gezginlerinin -başta ben- ne kadar şanslı olduğunu gördüm. At sırtında saatlerce süren zahmetli yolculuklar, şimdi arabayla birkaç saatte gerçekleşiyor. Tahtakurularının, pirelerin cirit attığı han odalarının yerini ise tertemiz otel odaları aldı. Bir tek o dönemin yemeklerinde aklım kaldı. Grubun aşçısının, yolculuk sırasında vurduğu kekliklerden, çulluklardan yaptığı yemekleri bu devirde bulmak imkansız...

AYLIK BEŞ LİRA

Siz Friedrich Sarre'nin yolculuk anılarını okurken, ben İstanbul'dan çok uzaklarda, dağlarda, bayırlarda, belki de deniz aşırı ülkelerde olacağım. Torbam dolunca da dönüp, gördüklerimi, yediklerimi, yaşadıklarımı sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Şimdi sözü Alman bilim adamı Sarre'ye devrediyorum:

‘İzmir'de yanımıza aldığımız Rum aşçı, anadilinin yanısıra biraz Fransızca ve su gibi Türkçe anlıyor ve konuşuyordu. Bu nedenle de hem aşçılık hem de tercümanlık yaptı. Ücret olarak ayda 5 Türk Lirası (yaklaşık 90 Mark) aldı. Kendimiz ve hizmetkarımız için gereken binek atlarının dışında eşyamızın taşınması için üç yük beygirine ihtiyaç vardı, ama onları satın almadık, belli aralıklarla kiraladık.

Konya'dayken, herhalde Doğuluların adetleri yüzünden çok uzun zaman alan, hatta bazen birkaç gün süren pazarlıklara uygun olarak, biz de uzun pazarlıklar sonucunda altı at kiraladık. Birçok gezginin yaptığı gibi at satın almayı tavsiye etmeyeceğim. Gezginin, seyahatin sonunda, hele bir de zamanı kısıtlıysa, uzun bir yolculuk yüzünden yorulan ve kuvvetten düşen hayvanları zarar etmeden elden çıkarması zor olur.

İç bölgelerde seyahat etmiş olan arkadaşlarımızın tavsiyesine uyarak yanımıza daha çok bozuk para almıştık. Çünkü buralarda büyük para bozdurmak neredeyse imkansızdır. Ayrıca sadece çil gümüş para kullandık, çünkü buralardaki insanlar yıpranmış paraya güvenmiyorlar ve reddediyorlar. Hatırı sayılır miktarda altın parayı da göğsümüzde ve küçük bir deri torbada taşıdık.

YOL BOYU AVCILIK

Elbise olarak yanımıza yün iç çamaşırı, İngiliz binici pantolonları, sarı deriden yüksek hafif çizmeler, alçak deri çizmeler ve tozluklar, su geçirmez Yukarı Bavyera ceketleri, beyaz hafif ve siperlikli kasketler almıştık. İnce plastikten paltolarımızı ise çok seyrek kullandık. Eyerlere, atları yönetmekten ziyade büyük çoban köpeklerini uzaklaştırmak için kullanmak üzere kırbaçlar bağlamıştık ve yanımıza küçük bir Amerikan revolveri almıştık.

Sadece keklik, yaban kazı, ördek, toy kuşu ve çulluk avlayabileceğimiz av partisinden çok zevk aldık. Tavşan çok azdı. Bana İzmir'deki Konak tarafından verilen avlanma izni tabii ki hiçbir yerde asla sorulmadı. Biz silahlarımızı çoğunlukla hizmetkarımıza taşıttık ve o da silahtarlık yapmaktan çok zevk aldı. Kendisi kervanın önünde yol aldı ve avlanacak bir hayvan gördüğü zaman bizi bundan haberdar etti. Biz sık sık ona da keklik vurma zevkini tattırdık. Boz Dağ'ın ve Anamas Dağı'nın eteklerinde olduğu gibi bazı yerlerde o kadar çok keklik vardı ki, avladığımız bütün hayvanları tüketemedik.

Avladığımız hayvanların yemek listemize yeni tatlar katmadığı hallerde, mönü iyice yeknesaktı. Sabahları yola çıkmadan önce çay, yumurta ve marmelatlı bisküviden oluşan bir kahvaltı yedik. Mola verme durumuna bağlı olarak saat 11 veya 12'de, bir gece önce pişirilmiş söğüş tavuğu İngiliz sosuyla tatlandırarak yedik. Akşamları da kaldığımız yere vardıktan bir saat sonra temel öğünümüzü yiyorduk. Bu öğün konserve çorba, pişirilmiş veya kızartılmış tavuk ve yumurtalı bir yemekten meydana geliyordu. Av etinin, yumurtanın ve tavuğun olmadığı yemek hemen hemen hiç olmadı. Taze sütten ve yörük köylerinde bulunan ekşi sütten (ayran) hoşlanmadım.

KONUK EVLERİ

İçki olarak çay veya içine biraz konyak koyduğumuz sıcak suyu içiyorduk. Mataralarımızı sabahları soğuk çayla dolduruyorduk. Çay son derece rahatlatıcı bir içkidir. Çünkü öğle güneşinde mataraların içinde ısındığı için tadını kaybetmez. Bir damla konyak da damlatılırsa gerilen sinirleri yumuşatır.

İnsan, en küçüğü de dahil olmak üzere, bütün köylerde konukları kabul eden evler buluyor. Ondan sonra da konuk zaten bütün köyün misafiri oluyor. Bu evlerin genellikle bir ya da iki boş odaları var ve yoksulluklarına rağmen sürülerce hain, sinsi misafirleri oluyor. Bunlar gece oldu mu kana susuyorlar ve bütün koruyucu örtülerle veya öldürücü tozlarla alay ederek, kurbanlara saldırıyor ve uykuyu sürgüne gönderiyorlar. Bu eziyetin pek az konuk evinde var olduğunu söylemem gerekir. Evler genellikle temiz sayılır. Her ne olursa olsun şehirlerdeki hanlara tercih edilir. Pisliğin yanı sıra, sürekli merak içerisinde olan ve rahatsız eden kalabalık yüzünden hanlarda kaldığımıza pişman olduk.

İnsan bazı hanlarda bir alay yabancıyla aynı odayı paylaşmak zorunda kalıyor. Varlıklı bir şehirlinin konukseverliği de her zaman rahatlatıcı olmuyor. Çünkü Türk usulüne göre hazırlanan ve Avrupalılar için hazmı zor olan yemeklere katılmak zorunlu hale geliyor. Ve insan bir oteldeki gibi kendi kendisinin efendisi olamıyor, çünkü ev sahibi konuğunu hoş tutmayı ve onu görev olarak bellemiş bulunuyor.

Anadolu köylüsü yabancıya, sosyal açıdan eşit konumda ve eşit haklara sahip olarak, asil bir sükunetle yaklaşıyor. Yabancıyı ciddiyetle ve ölçülü bir biçimde buyur ediyor ve yabancıyı evinde ve köyünde rahat ettirmeye özen gösteriyor.

Resmi yetkililer bizim bilimsel araştırmalar yapacağımızı bildikleri için hiçbir sorun çıkarmadıkları gibi, çalışmalarımızı kolaylaştırmak üzere her alanda destek verdiler.

Dağlık arazi gibi zor olan yerlerde rehber aldık. Böyle durumlarda rehberi sadece kısa mesafelerde, mesela bir sonraki köye kadar olan yolda kullanmayı öneririm. Çünkü yerli halkın yöre bilgisi son derece sınırlı ve insanlar genellikle kendi köylerinden başka bir yeri tanımıyorlar. Her yerde küçük bir ücret karşılığında zevkle rehberlik yapmaya hazır insanlar bulunuyor...’
Yazının Devamını Oku

Gökyüzündeki vadi Palovit

30 Kasım 2003
Sayısız akarsu, kırmızı benekli alabalıklar, sır köprüler, karlı geçitler, taş patikalar. Doğal yaşlı ormanlar, bin bir çeşit bitkinin yarattığı koku deryası, her şeyi yok eden yerdumanı, bulutların üzerinde inci tanesini andıran kütük evler. Bu hafta ATLAS Dergisi'nin son sayısında yer alan, Kaçkar Dağı'nın kuzeybatı yamacındaki Palovit Vadisi'ne gidiyoruz. Aşağıda özetini sunduğum yazıyı Mehmet Demirci kaleme aldı.

Palovit Vadisi, 3 bin 937 metrelik Kaçkar Dağı'nın kuzeybatı yamacına düşüyor. Aygır Gölü'nün diplerinden başlıyor, birçok yayla ve akarsuyu içine alıp Palovit Deresi'nin Fırtına Deresi'ne kavuşma noktasında son buluyor. Vadinin yaylalarından Apevanak, 2 bin 400 metre rakımıyla Kaçkarlar'ın en yüksek yaylalarından biri. Dikkat çekici yanı büyük taş bir köprüye sahip olması. Apevanak Deresi üzerindeki bu tarihi yapının bir sırrı var. Bu yükseklikte nasıl ve neden yapıldı?

Yontma taşlardan inşa edilmiş köprüde 'horosan' kullanılmamış. Hemşin yöresindeki kemer köprülerde kullanılan horosan, kireç ve yumurta akından elde edilen yapıştırıcı özellikte bir madde. Ayrıca köprünün yapımı ahşap iskelet kurulmadan mümkün değil ama, 2 bin metrenin üzerindeki Apevanak'ta ağaç yetişmiyor. En güçlü ihtimal iskelede kullanılan ağaçların, üç saatlik mesafede bulunan 1850 rakımlı Amlakit Yaylası'ndan getirilmiş olması. Ağaçlar belki de üzerlerinde bir tulumcuyla buraya taşındı. Yörede eski bir gelenek bu. İki kişinin taşıdığı, ağırlığı 150 kilogramın üzerindeki kalaslara bir de tulum çalan biri oturuyor. Hemşin insanının çalışmayı ve zevki nasıl birleştirdiğini gösteren iyi bir örnek bu gelenek. Burada her şey gibi çalışma da şenlikli ve coşkulu.

İsmini vadiden alan 2 bin 300 metredeki Palovit Yaylası ile karşısındaki Meleskur Yaylası'nı tam ortadan akan Palovit Deresi ayırıyor. Palovit ve Meleskur yaylalarında tüm araziler taş duvarlarla çevrili. Her aile, evinin çevresindeki sebze ektiği bostanından başka yerleşim alanı dışında böyle arazilere sahip. Eski bir gelenek olan ve ağustosun ikinci haftasında kutlanan 'oğnak'ta buralar biçilir, sonra otlar kurutulurdu. Hayvanlara verilecek kuru otlar evlerin çatı aralığındaki 'oçğan'lara yerleştirilirdi.

GÜL SUYUYLA ISLATMA

Palovit Vadisi'nin zenginliklerinden Kermukereç Menderesi'nin düzlükleri, yayla şenliklerinde horonun ve diğer oyunların mekanı. Bu oyunlardan biri yörede 'metlugi' olarak bilinen çelik çomak. Bir diğeri de buralara özgü 'hudutlugi'. Bu oyunda amaç rakibin büyük kayalar üzerine diktiği bir taşı küçük taşlar atarak devirmek. Kaybedenin işi zor, çünkü kazananı sırtına alıp taşıyor.

Amlakit, coşkuyla kutladığı Vartavor Şenlikleri’yle ünlü. İnsanların birbirini, bereketi simgeleyen gül suyuyla ıslatması anlamına gelen vartavor, çok eski bir bağbozumu bayramı. Bir hafta süren bu şenliğin öteki yaylalardakilerden bir farkı var. Yaylacıların ortak malı olan ve 'çardak' denilen yerde akşamları oynanan horona yalnızca erkekler katılıyor. Bayanlar yine çardakta bulunuyor ama horona girmiyorlar. Genç kızlar horon halkasının dışındaki tribünlerde, evli ve yaşlı bayanlar ise halkanın ortasında 'semli' denen küçük sandalyelerde oturuyor. Tulumcu halkanın içinde ve ayakta çalıyor. Vartavor aynı zamanda bekar erkek ve bayanlar için bir tanışma fırsatı. Bu olay özellikle çardak akşamlarında daha gizemli bir hal alıyor. Erkekler en güzel kıyafetlerini giyiyor. Bayanlar ise her gün sardıklarını değil, geceye özel ve kendilerine en çok yakışan İran şaylarını kuşanıyor. Sahil kesiminde 'puşi' de denen bu çok renkli başörtüsü Hemşin yöresine özgü ve değişik bir şekilde başa bağlanıyor.

KEYİFLİ ROTA

Hazindağ Samistal yaylaları arasındaki patika, bölgenin en keyifli yürüyüş rotalarından. Samistal 2 bin 450 metrelik rakımıyla bölgenin en yüksek yaylası. Burada geleneksel mimarinin en güzel örneklerini, taş ustalığının ulaştığı en son noktayı görmek mümkün.

Sise yakalanmamak için sabah erken harekete geçilirse, Hazindağ-Pokut yolunun manzaraları yakalanabilir. Pokut Sırtı'nın güney yamacına kurulmuş yayla evleri, zaman zaman Meğo ve Ayder vadisine biriken yerdumanı sayesinde, bulutların üzerine dizilmiş inci tanelerini andırır. Karanlık çökmeden Pokut Sırtı'na tırmanışa geçilirse, Karadeniz'de günbatımı bu kez deniz kenarından değil, 2 binli metrelerde seyrediliyor.

Bu coğrafyada gündoğumu da kaçırılacak cinsten değil. Kaçkarlar tüm görkemiyle karşınızda. Sırt takip edilip Sal Yaylası'na vardığınızda kendinizi kenarları evlerle çevrili bir düzlükte buluyorsunuz. Tam ortasında da bir çeşme. Sal ve Pokut yaylaları susuzluklarıyla da ünlüler. Sırt üstünde kuruldukları için yanı başlarında herhangi bir ırmak veya dere yok. Kaynak suları ise yaylaların çok aşağılarında çıkıyor. Onun için yayladaki birkaç kaynak, ağustostaki yoğunluğa yetmiyor.

Evlerin hemen üzerindeki alana çıkıldığında ise Altıparmaklar'dan Kemerli ve Büyük Kaçkar'a kadar 'en yüksekler' karşınızda dizilip poz veriyor.

Mehmet Demirci, Atlas'ın son sayısında Türkiye'nin cennet köşelerinden birini böyle anlatmış. Önümüzdeki yaz tatil programınıza Karadeniz rotasını, yukarıda anlatılan yaylaları almanızı hararetle öneririm.

ATLAS'TA BU AY

Ağrı'nın Üç Eteği

Öyle bir dağ ki, gümrük kapıları, sınır köyleri, kaçakçıları ve mültecileriyle ancak kendine özgü bir hayata izin veriyor. Eteklerindekiler ekmeklerini sert bir iklim ve coğrafyadan çıkarmaya çalışıyor. Atlas Aralık sayısında, Ağrı Dağı'nı çevreleyen coğrafyada üç ülkenin insanlarına kulak verdi.

Meriç'in öte yakası

Sadece Türkiye ile Yunanistan'ı ayırmıyor Meriç Nehri. Misak-ı Milli'nin ‘Türk muhiti’ addedip vatan saydığı bir toprak parçasını, Batı Trakya'yı Doğu Trakya'dan, orada yaşayanları da öte yakadaki akrabalarından ayırıyor. Ortak yaşanmış bir kaderi, duyguları, sevinçleri ve kederleri koparıp atıyor. Lozan Antlaşması'yla Yunanistan'a bırakılan Batı Trakya'da yaşayan Türkler, 80 yıldır sorunlarla boğuşuyor. Azınlık haklarını kullanamıyor, etnik ve kültürel kimliklerini ifade edemiyorlar. Atlas son sayısında, Batı Trakya Türklerinin unutulmuş öyküsünü araştırdı.

Mucizenin tükenişi

Sadece mercanlar söz konusu olduğunda bile, yeryüzündeki türlerin üçte ikisinden fazlası Filipinler'de yaşıyor. Oysa birçok araştırmacı, bu rakipsiz biyolojik çeşitliliğin geriye dönülmez şekilde azaldığını söylüyor. Çin ve Endonezya arasında yedi binden fazla ada, yok olması önlenemez türlerin çokluğu nedeniyle sıcak nokta olarak tanımlanan alanların en kritiği. Atlas mucizenin tükenişini yerinde izledi, görüntüledi ve yazdı.

Kırklareli: Köprü kent

Kıtalar arasında uygarlık dolaşımlarına giden yollar üzerinde bir köprü kent Kırklareli. Sokaklarına insan ve yurt sevgisinin, samimiyet ve hatıralara saygının sindiği bir kent. Tarih boyunca sayısız kez geçiş ve istilalarla karşı karşıya kaldığından pek çok güzelliği de toprağın altında gizli. Atlas okurlarını son sayısında bu köprü kente götürüyor.
Yazının Devamını Oku

Bayram kaçışları

23 Kasım 2003
Uzun bir bayram tatili başladı. Bazıları sıcak diyarlara, bazıları karlı zirvelere kaçtı. Bazıları da kentte kalıp, tembellik hakkını kullanmaya karar verdi. Ben kentte kalanlardanım. Yoğun bir program yaptım. Balık tutup, fotoğraf çekip, sokaklarda yürüyüp, yemek yapıp, kitaplığımı düzeltip tatilin tadını çıkaracağım. Bir bayram daha geldi. Kim bilir kaçıncı bayram? Aslında sayabilirim ama ne gereği var. Çok bayram geçti işte. İyi, kötü, eğlenceli, hüzünlü... Çocukluk anıları çok uzaklarda kaldı. Hepsi hayal meyal... El öpmeler, paralar, mendiller, şekerler, çikolatalar, atlı karıncalar, lunaparklar, çarpışan otolar, kayık salıncaklar, çivili rulet masalarında masum kumarlar... Herkesin anılarında birer ikişer bulunan kırık dökük bayram görüntüleri hepsi. Bu eğlenceler şimdi yok mu? Yoksa onlar yerli yerinde duruyor da ben mi uzaklaştım onlardan!.. Veya onlar kent merkezlerindeki alanlardan varoşlara mı taşındılar? Kent merkezlerinde bayram yeri kurulacak alanlar kalmadı mı? Hepsi mi gökdelen, site, apartman, işyeri oldu? Kentlileri kim bayramsız bıraktı?

Uzun bir bayram tatili başladı. Aslında böyle tatillerde İstanbul'u terk etmeyi pek sevmem. Yollara düşmüş kalabalıkları gözümde büyütürüm. Deli sürücülerin 'teker koşturduğu' yollardan korkarım. O güzelim tatil günlerinin, tıkanmış yollarda, egzoz kokan trafikte harcanıp gitmesine izin vermem.

Bu yazı, 'Bayramda nereye gidilir?' konulu bir yazı olmayacak. Zaten bunun için vakit oldukça geç. Tatile gitmeye niyetlenenler, programlarını çoktan yaptılar bile. Hem de aylar öncesinden. Kimi kışın denize girmenin hayalini kurdu, kimi karlı zirvelerde yer ayırttı. Böyle olması da doğal. Yoksa ne uçaklarda, ne otobüslerde ne de otellerde yer bulmanın imkanı var.

Tatil önerisi için hem vakit geç hem de zor. Zor çünkü, İstanbul'da oturan birisi olarak önerilerim, daha çok kentin çevresindeki mekanlarla ilgili olacak. Örneğin, 'güneşi gördüğünüzde atlayın arabanıza İznik Gölü'ne gidin. Suyun kıyısındaki bir restorana oturup, bol salatayla ya yayın şiş veya sazan tava yiyin, yanına belki de bir duble rakı' diye öneride bulunsam bu, çevredeki birkaç kentte oturanları ilgilendirir. Uzaklardaki okurlarım haklı olarak, 'bize ne İznik'ten' diyebilirler. Onun için önerilerde bulunmaktan çok, kendi bayram tatilimi anlatmaya çalışacağım.

ÇIRILÇIPLAK AĞAÇLAR

Bu bayram, kışın sonbahara ölümcül darbeler vurduğu bir anda geliverdi. Sonbaharın can çekişmesini izlemek, beni hem hüzünlendirir hem ruhuma dinginlik verir. Onun için eğer yağmursuz bir gün yakalarsam, soluğu Batı Karadeniz'in ormanlık bölgelerinde alacağım -biraz Yedi Göller, biraz Devrek çevresi. Orada sonbaharın son sarılarının, son kırmızılarının doğayı renklendirmek için sarf ettikleri gayreti izleyeceğim. Dallarında bir iki inatçı yaprağın sallandığı ağaçların soyunmasını seyredeceğim. Yağmurun üşüttüğü çırılçıplak ormanların fotoğraflarını çekeceğim. Bulunduğunuz kentin biraz uzağında, mutlak ağaçlık bir alan vardır. Siz de ağaçların soyunmasını seyredebilirsiniz. İşte size bir günlük bir tatil kaçışı.

İstanbul'u bir türlü gezip bitiremiyorum. Kentin büyüme hızına yetişmemin olanağı yok. Her fırsatta bir semti keşfediyorum. Bu tatilde köşe bucak gezmeye niyetim yok. Bir günümü -yetmezse bir gün daha- Mimar Sinan'ın mekanlarına ayırmak niyetindeyim. Sinan'ın romanını -Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım- yazan Mehmet Coral'ın peşine takılıp, kubbelerin, duvarların, şadırvanların, minarelerin arasında anlatılacak öyküleri dinleyeceğim. Siz kentinizi ne kadar biliyorsunuz?.. İşte size fırsat. Daracık sokaklarda avarelik yaparak, onu daha yakından tanımak size keyif vermez mi?

BALIK PEŞİNDE

Çaparilerimin takılı olduğu kamış paslandı. En son ne zaman elime aldığımı bile unuttum -belki de geçen bayram. Havanın izin verdiği bir gün Boğaz kıyısında -belki Kuzguncuk, belki Akıntıburnu, belki de Kireçburnu- balık tutmaya kararlıyım. İstavrit garanti de acaba lüferden kaçan sarıkanat takılır mı?.. Küçük bir kova almak lazım. Taburemi de bulmalıyım. Siyah balıkçı berem nerede acaba? Lastik çizmeleri giysem abartmış mı olurum? Ya geçen sefer olduğu gibi elim boş dönersem?.. Şimdiden heyecan bastı. Tatilin iki gününü balığa ayıracağım garanti. Sizin oralarda oltanızı sallayacağınız bir dere, bir ırmak, bir göl yok mu? İşte tatilin en has adresi. Size huzur, sessizlik, ruh dinginliği vaat ediyorum. Haydi rasgele...

Yemek pişirmeyle aranız nasıl?.. Benim iyidir de, koşuşturmaktan mutfağa girmeye fırsat bulamam. Bu tatilde tüm eşe dosta ziyafet çekeceğim. Bayramda kapalı olur korkusuyla malzemeleri şimdiden aldım. Günaydın Kasap'ın sahibi Cüneyt de -et profesörüdür- etleri hazırladı. Eşim aldığım malzemelerle bir ordunun doyacağını iddia ediyor. Birkaç gün mutfaktan çıkmamaya karar verdim. Niyetim geleneksel Türk yemelerinden bazılarını yorumlamak. Bakalım neye benzeyecekler?.. Siz de yemek yapmaktan hoşlanıyorsanız işte bulunmaz bir fırsat. Bu tatilde yemek işini siz üstlenin. Zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız bile.

Bir de kitapları düzeltme işi var. Bu biraz canımı sıksa da erteleyemem. Bu tatilde hallederim diye eşime söz vermiştim. Dile kolay, dört bine yakın -veya geçkin- kitap. Kitaplıkta yer kalmadı. Masaların, kalorifer dilimlerinin üstü, pencere pervazları, her yer kitap dolu. Neler olacağını biliyorum: Tatilin bir günü eve kapanıp kitapları yerleştirmeye çalışacağım. Elime aldığım her kitabın sayfalarını karıştırıp, ilginç olanlardan bir iki paragraf okuyacağım. Sonra bir tanesi çok hoşuma gidecek. Her şeyi bir kenara bırakıp o kitabı okumaya başlayacağım. Ve tahmin edebileceğiniz gibi kitaplığı bu bayram da toplayamayacağım. Sizin düzeltecek kitaplığınız yok mu? Varsa, siz de düzeltir gibi yaparak, bir gününüzü kitaplarla baş başa geçirebilirsiniz.

DÜŞ YÜRÜYÜŞLERİ

Ben bu tatilde biraz da yürümek niyetindeyim. Yürümek dediysem, kalbimden sorumlu hekim dostum Tuğrul Okay'ın dediği türden tempolu yürüyüş değil. Yıldız Parkı'nda, Emirgan Parkı'nda, Boğaz kıyısında veya yakın bir kırsalda, iki elim arkada, düşüne düşüne yürümek benim kastettiğim. Sorunları düşünerek içinizi karartın demiyorum. Hayal kurmaktan, geleceği düşlemekten bahsediyorum. Arada bir insanın kendisini kandırmasında yarar var. Zaman zaman gerçeklerle düşlerin yer değiştirmesi ruh sağlığı için gerekli. Bayram tatilinin en güneşli gününü bu tür yürümelere ayıracağım. Sizin düşlerle aranız nasıl? Gerçeklerden bir süreliğine kaçmaya gereksinimiz var mı? Varsa işte fırsat. Bir gün iki eliniz arkada uzun uzun yürüyün.

Bayram tatilinde -eğer vakit bulursam- bir bankta oturup bulutlara bakacağım, belki de sinemaya gidip, kendimi bir filmin kahramanının yerine koyacağım. Gördüğünüz gibi yapacak çok işim var. Hepsini bu tatile sığdırabilecek miyim?

Niyetim bayramda birkaç tane de iyi restoran -meyhane veya lokanta- keşfetmek. Bayramın arkasına sığınarak, birkaç kadeh eşliğinde lezzetli yemekler yemeyi düşlüyorum. Söz içkiden açılmışken, Reşat Ekrem Koçu'dan okuduğum bir bayram adetini sizlere aktarmak isterim:

Cumhuriyetin ilanından önce ramazanda meyhaneler arife günü kapatılıp, bayramın birinci gününün akşamı açılırmış. Bu nedenle akşamcılar o gün katmerli bayram yaparlarmış. Büyük meyhanelerin sahipleri, bayramın birinci günü devamlı müşterilerinin evlerine, 'cennet kaçkını' denecek kadar güzel çıraklarla çeşitli mezeler gönderirlermiş. Bu meze tabaklarında, mevsimine göre midye veya uskumru dolması olurmuş. 'Unutma beni dolması' denilen bu dolmalarla, meyhanenin açılışı hatırlatılırmış.

SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI

Eskileri karıştırırken bir de, Sultan Üçüncü Mustafa döneminde, bayramda kadınların sokağa çıkmalarının yasaklandığını öğrendim. İstanbul kadısına hitaben yazılı Mart 1766 tarihli fermanda, yasağın gerekçeleri şöyle anlatılıyordu:

'İstanbul kadısı faziletlu efendi,

Bayram günlerinde kadınların sokaklarda, pazarda ve mahalle aralarında dolaşmaları ferman ile yasak olduğundan, mahalle imamlarını şeriat meclisine çağırıp, önümüzdeki ramazan bayramının ilk gününden, bayramın sonuna kadar kadınların sokaklara ve pazarlara çıkmayıp ve mahalle aralarında gezmeyip evlerinde oturmaları hususunu tembih ederiz. Eğer bayram esnasında fermana aykırı harekete cesaret edip, sokak ve mahalleler arasında dolaşanlar olursa, muhakkak hadlerinin bildirileceğini imamlar mahalle ahalisine tehdit yolu ile ifade etsinler.'

Bir kadın dostuma bu yasağı anlattığımda aynen şöyle dedi: 'Keşke bu devirde de dışarı çıkmak yasak olsa da bacaklarımı uzatıp evimde doya doya otursam...' Siz ne dersiniz bilemem!..

Bir gün sonra bayram. Eğer bir yerlere gitmediyseniz önerilerime kulak verip tatilin tadını çıkartın. İster kendinize yasak koyup evde oturmanın keyfine varın, ister balık tutun, ister ormanlarda yürüyüşe çıkın... Ne yaparsanız yapın ama yaşam akünüzün pilini şarj etmeyi ihmal etmeyin. İyi bayramlar diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Kelimelerle yolculuk

16 Kasım 2003
Bazen hastalık, bazen başka işler. Bavulum her ne kadar hazır olsa da her zaman yollara düşemiyorum. Tepemde gri bir bulut, üstümde yağmur, camgüzeli gibi dünyayı pencereden seyrediyorum. Geçen hafta da öyle oldu. Ben de eski gezileri, eski defterleri karıştırdım. Bazen alıp başımı gidemem. 'Ben gidiyorum' diyemem. Tıpkı geçen haftalarda olduğu gibi. Gidemem çünkü, gözün bile göremediği bir virüs beni yaka paça eder, salya sümük süründürür. O zaman yollara düşmeye mecalim kalmaz. Gidemem çünkü, başka işler önüme yığılır, duvar olur bırakmaz. Koca kente hapsolurum. Bir camgüzeli gibi pencereden seyrederim dünyayı. İşte o zaman kelimelerden yardım isterim... Kapısını çaldığım sadece dört kelimedir;

Tundra, Tayga, Parana, Pampa...

Ne zaman bunlardan konuşulduğunu duysam, içim cızz eder, alır başımı giderim. Veya aklım beni terk eder. Durduğum yerde görünmez olurum. Şahlanan gitme duygularıma gem vuramam...

Onlar benim için dört sihirli kelimedir -uçan halı gibi-... Ne zaman biri bunları kulağıma fısıldasa, kendimi uzak coğrafyalara doğru giderken düşlerim. Dur durak bilmez bir yolculuğa çıkarım -nereye gittiğimi bilmeden-.

Tundra kelimesi, onu görmeden önce bende hep yalnızlık çağrıştırırdı. Sözlükteki karşılığının, bir başınalık, mutlak sessizlik olmasını isterdim. Tundraları gördükten sonra da bu yargılarım değişmedi. Daha da pekişti. Tundralarla, Alaska'nın Kuzey Kutbu'na yakın bölgelerinde tanıştım. Göz alabildiğine uzanıp giden hayalet topraklardı. Veya kimsesiz. Üzerinde yosunların sarktığı, çam benzeri yapraksız, çelimsiz ağaçlardı tek dostları... Dallarında ne bir kanat sesi ne de hışırtılı bir esiş vardı bu ağaçların. Kuşsuz ve rüzgarsız ağaçlardı. Bu ağaçların süslediği tundralar, öylesine yapayalnız ve sessiz topraklardı ki... Saatlerce baktım. Nereye baktım, niçin baktım, neden baktım? Bilmiyordum. Uçsuz bucaksız topraklarda bir tek ben vardım. Dünya üstünde, yapayalnız kalmış gibi hissettim kendimi. Ürktüm. Yalnızlık, hüznümü korkuya çevirdi.

ESKİMOLAR ARASINDA

Kutuptan kopup gelen kuzey rüzgarının soğuğu iliklerime işleyince, soluğu arabamda aldım. Kapılarımı, olmayan kimselere karşı kilitleyip, dünyanın tepesinde bir başına kalmanın keyfini, bir süre daha yaşadım. Daha sonra, tundraları kutup rüzgarına emanet edip, Alaska'nın Kuzey Denizi kıyısındaki Barrow kentine gittim. Kentin sakinleri olan Eskimolar, geldiğimin farkına bile varmadılar. Veya beni görmediler. Onlar, topraklarını kaybetmenin hüznünü alkolde söndürüp, dünyanın en uzak noktasında yalnızlığı yaşıyorlardı. Yanı başlarındaki sessiz ve kimsesiz uzanıp giden tundralara benziyorlardı...

Tundraları ne zaman düşünsem, aklıma hep yalnızlık, Alaska'nın kuzeyi ve konuşmayan Eskimolar gelir. Tundralar beni sessizliğe uçurur.

Tayga'yı duyduğumda ise, iliklerime kadar üşürüm. Sibirya gelir aklıma, bembeyaz karlar gelir. Kulaklarıma, dondurucu rüzgarın uğultusu dolar. Romanlarda okuduğum Sibirya'daki acımasız çalışma kamplarını düşlerim. Gıcırdayan kırık kapıların açılıp kapandığı kampları. Veya kimsesiz köyleri, tren geçmeyen istasyonları... Taygaları da Alaska'da gördüm. Ama oralar, benim düşlerimdeki topraklara hiç benzemiyordu... Etrafta ne kar ne dondurucu rüzgarın uğultusu vardı. Dikenli bitkilerle kaplıydı. Zirveleri karlı dağların eteklerine doğru uzanıp gidiyorlardı. Bu topraklara Tayga dendiğini söylediler ama güldüm geçtim onlara. İnanmadım. Düşlerimi Sibirya'dan kopartıp, Alaska bozkırlarına getiremedim. Bana göre Tayga, sadece Sibirya'da olmalıydı.

O topraklara tayga denmesine itiraz ettim. Coğrafya kitaplarında, oralar her ne kadar 'tayga' diye anılıyorlarsa da ben katılmıyordum. Çünkü karsız topraklara, tayga demek bence doğru olmuyordu.

Bu kelimeyi duyunca bir de ilk gençliğimi hatırlarım. Bu hatırlayışın coğrafya ile hiçbir ilgisi yoktu. Gençliğimle birlikte, İstanbul Talimhane'deki Tayga adlı Amerikan bar, barmen Osman, yardımcısı Lilian ve rahmetli Orhan Avşar'ın tangoları aklıma geliyordu. Beni eskilere götüren 'Tayga', soğuk toprakların aksine sıcaktı, dumanlıydı, sarhoştu. Bu geri dönüşü de Sibirya düşü kadar severim.

Taygayı ne zaman düşünsem, üşürüm, gençleşirim.

SEVGİLİM PARANA

Paranayı duyduğumda ise sırılsıklam terlerim... Kalabalıkların arasına sıkışıp kalırım.

Parana Nehri'ni, Yukon kadar, Amazon kadar, Çoruh kadar, Zap Suyu kadar severim... Sevgi paylaşımında ona da eşit pay ayırırım.

Parana'dan önce, onun arkadaşı İguaçu ile tanışmıştım. Brezilya'daydım. Mutlak, görkemli ve ürkütücü İguaçu Şelalesi'nin karşısında, üç nehrin, olanca güçleriyle birbirine çarpıp, yükseklerden aşağıya oluk oluk dökülüşüne şahit oldum. Azgın suların düşüşünü seyretmek için aştığım ormanda, Tapirlerle karşılaştım, rengarenk kuşlara ad bulmaya çalıştım. Zehrinin gücünü bilmediğim yılanlardan korktum. Ama hiç durmadan hep o sese doğru yürüdüm. Bu sesin adı; 'gümbürdeyen şırıltı'ydı... Ben öyle koymuştum. Son ağacın dallarını araladığımda, tam karşımda buldum onu. Ormanın içinden sakin sakin gelip, birden delirerek aşağıya atlayan suların, Parana'ya kavuşmak için acele ettiklerini orada öğrendim. Şelaleye dokunamadım ama havada uçuşan zerreciklerden sırılsıklam oldum.

Parana ile, Brezilya'dan Paraguay'a geçerken tanıştım.

BİR KÖPRÜ İKİ ÜLKE

İki ülkeyi bağlayan köprünün bir kaldırımından, yüzlerce kişi, karşıdaki Paraguay'ın sınır kentine geçiyorlardı. Karşı kaldırımdan ise yine yüzlercesi, ellerinde bavullar, sırtlarında kutularla Brezilya'ya dönüyorlardı. Nefes nefese... Köprü çok kalabalıktı ve nemli-sıcak buram buram terletiyordu.. Ben de kalabalığın arasına katılıp, yeni bir macera için köprüyü geçmeye başladım. Ve işte tam o sırada, sakin sakin akıp giden Parana ile tanıştım. Korkuluklara dayanıp bir süre seyrettim. Sonra ite kalka, kıza bağıra, vizesiz, pasaportsuz Paraguay'a geçtim. Burada fiyatlar, karşı kıyıdaki ülkeye oranla yarı yarıya daha ucuzdu. Onun için Brezilyalılar buraya alışverişe geliyor, bavullarını doldurup dönüyorlardı.

Parana Nehri, iki yakası arasındaki bu koşuşturmadan habersiz, akıp gidiyordu. Köprüyü geçince kalabalığı alışverişe uğurlayıp, nehrin kıyısındaki bir kahveye oturdum. Soğuk bira söyleyip, sakin sakin akan nehre baktım... Uzaklardan geliyordu ama yorgun değildi. Amazon'dan sonra, kıtanın en büyüğü olmanın gururunu taşıyordu. Bütün gün kıyısında oturdum. İlk kez bir ülkeden, diğer bir ülkeyi seyrediyordum...

Acıkınca, sarı manyok ununun üstüne kara fasulye döküp yedim. Güneş, Parana'nın sularını kızıla boyamaya başlayınca, bir acele tekrar karşı kıyıya geçtim. Çünkü Paraguay'ın bıçaklı bıçkınlarıyla karşılaşmak istemiyordum.

Parana'yı duyunca, Güney Amerika'nın ortası gelir aklıma... Sıcağı ve kalabalığı düşlerim... İguaçu'dan düşen suları görürüm. Dilini bilmediğim insanlarla yaptığım sohbetleri hatırlarım.

GÖRMEDİĞİM DÜZLÜKLER

Pampa'yı duyduğumda, karışık duygulara kapılırım.

Uçsuz bucaksız düzlükleri, sığır çobanı goşoları, Darwin'in gezilerini düşünürüm.

Pampalar ülkesi Arjantin'e gittim ama o gidişimde geniş düzlükleri hiç görmedim. Sıcak tuz çöllerini aştım, Salta kentinden, trene binip And Dağları'na tırmandım. Ara istasyonlardaki kısa duruşlarda Lamaları sevdim, etrafımı çeviren çekik gözlü, esmer tenli sümüklü çocuklardan, And Dağları'ndan toplanmış taşlar satın aldım. Fötr şapkalı kadınların, sırtlarına bağladıkları bebekleri öptüm. Trenden, And Dağları'nın eteğindeki, dünyanın en kurak çölü Atacama'da indim. 10 gün boyunca bu çölde, gündüzleri cehennem sıcağıyla, geceleri ise dondurucu soğukla boğuştum, yeşili özledim... Düşlerimde hep soğuk pınarlar gördüm. Bu kadar zahmet çektim ama pampalara bir türlü ulaşamadım. Yanımda taşıdığım, Darwin'in gezilerini anlatan kitabı okumakla yetindim.

PAMPALARIN SÜSÜ

Bu toprakların bir asır öncesini öğrenip, şimdisini düşledim. Ünlü bilginin, pampaların süsü goşolar hakkında yazdıklarını, çöldeki aylak günlerimde ezberleyip yuttum:

'Son derece sert ve dayanıklıdırlar. O başıboş ortamda bile, bıyıkları ve omuzlarına dökülen siyah saçlarıyla vahşi ve güzel bir canllık sergiliyorlardı. Geniş binici pantolonlar, kırmızı pançolar ve kocaman mahmuzlu beyaz çizmeler giyiyorlardı.. Bıçakları da kuşaklarına sokulmuş oluyordu. Yedikleri sadece etti. Hayvan kemiklerini de, yemek pişirdikleri ocakta yakıt olarak kullanıyorlardı. Avlanmadıkları zaman gitar çalmayı, arada bir de kafaları biraz dumanlayıp, bıçak dalaşı yapmayı seviyorlardı..'

Darwin böyle anlatıyordu, Pampaların meşin derili, özgür insanlarını.

Peşinden koşturup durduğum Pampalarla sonunda Patagonya'da tanıştım. Güney Kutbu'na kadar uzanan bu ıssız topraklarda kendimi cennette sandım. Çayırlarında doğanın tüm renklerini gördüm. Göllerinde gökyüzünü seyrettim. And Dağları’ndan gelen soğuk rüzgarla oynaştım. Pampa kelimesini ne zaman duysam, karmaşık duygulara kapılırım. Patagonya'da kaybolmak geçer içimden. Uçsuz bucaksız toprakların yalnızlığını özlerim.

Dört sihirli kelime: Tundra, Tayga, Parana, Pampa..

Sihirli halı gibi... Ne zaman istesem, birini düşler, üstüne binip kaybolurum.
Yazının Devamını Oku

Hasankeyf'e sadakat

2 Kasım 2003
Bu haftaki yolculuğumuzu Atlas Dergisi ile yapacağız. Konumuz ise bir zamanlar Mezopotamya'da erişilmesi en güç kentlerden biri Hasankeyf. Ortaçağ'da 'ilmi arzulayanların kenti' denen Hasankeyf'i yaşatmak için geçmiş medeniyetler ellerinden gelen tüm gayreti göstermişler. Ya biz ne yapmışız?.. Yıllardan beri onu suyun altına gömmek için uğraşıp durmuşuz. Tevfik Taş, Atlas'ın son sayısında bu muhteşem kenti anlatıyor.

Mezopotamya'nın yabanıl topraklarında at koşturanlar, suların koruduğu kaleler, kentler arzulardı. Sadakat gösterirlerdi kentlerine ve karşılık beklerlerdi; ırmakların çağlayışınca delişmen ve kayalar misali kavi duygularla. Söylence odur ki, Hasankeyf, bu kale kentlerin erişilmesi en güç olanıdır.

Bu kenti gerçekten isteyenlerin duyguları, geçici heveslerin çok ötesindeydi. Onu gören her uygarlık, gelecek özlemleriyle Hasankeyf arasında kopmaz bağların olacağına inanırdı. Onun verdiği olanakları tanıyan hiçbir uygarlık ve kavim yoktur ki, başka bir kılıcın altında yenilmeden, burayı 'yabancı' bir ele bırakmanın ağır kederine tutulmadan Hasankeyf'ten ayrılmış olsun.

Dicle'nin kenarında, kayaların oylumlarında akşamla kurşunileşen kentin harabelerine bakarak düşünüyorum bunları. Issız yol boyunca serpiştirilmiş elektrik lambalarının antik kentin yüceltilerine ve ırmağa düşürdüğü çiğ ışıklardan kurtarıp hayalimi, zihnimde bu kenti yeniden kuruyorum.

Zaman Ortaçağ'dır. Büyük kalenin burçlarında meşaleler yanıyor. Ve mağara kentin ara sokakları, çıkmazları, vadileri ayın şavkına sere serpe uzanmış yatıyor. Ulema toplanmış, ırmağın çağıltısını dinleyerek belagat, ticaret ya da bahçecilik üzerine konuşuyor. El Cezeri, mağarasında bir kandilin ölgün ışığında, handiyse aklını kanatırcasına suyla çalışacak robotlar düşünüyor. Tahtalara ve terbiye edilmiş ince derilere, birbirini iten, çeken ve döndüren şekiller çiziyor. Bir basınç merkezinden ötekine geçerken, uzun uzadıya hesaplar yapıyor, dalgınlaşıyordu. Bunlar, bu kayalarda yaratılan ilk mekanik harikası, savaşan ve satranç oynayan ilk robotlardı. 'Burası ilmi arzulayanların kenti' dendiğinde, zaman yine Ortaçağ'dı ve kent, Selçuklu'nun gazi emirlerinde Artukoğulları’na emanetti.

GÜZİDE BİR ÖRNEK

Ortaçağ çiziyor hayalimizin sınırını. Çünkü, burayı anlamaya çalışan bilim insanları diyor ki, 'Bize, daha derine inecek zaman verilmeli. Baraj gelip yutmadan, bu çağın öncesini bilmek lazım'. 'Bilmek neye yarar' diyenler yok değil. Belki biz de katılırdık onlara, eğer eskiçağ felsefecilerinden şunu öğrenmemiş olsaydık: 'Bilen insanın erdemsizlik etmesi daha zordur.'

Mezopotamya'nın iki azgın ırmağını yol eyleyenler, göğe uzanan kayaların, vadilerin ve uçurumların üstünde güvenli kentler arzular. Hasankeyf, bu zor arzuya karşılık gelecek güzide bir örnektir. Bu kente ulaşmak söz konusu olunca, tarihte, önce ırmaktan söz edilir: 'Diyarbakır'la Cizre arasındaki Hasankeyf'e yalnızca Dicle Nehri'nden ulaşılır.' Bu kente ulaşmanın ikinci yolunu, El-Vakidi, o günkü adıyla Hısn Lugüba olan kentin Müslümanlarca fethedilmesini aktarırken gösteriyor:

'Yukanna'ya yenilen Yutalikun'un karısı, adamlarıyla danıştıktan sonra, şehri barışçıl teslim etmeye karar verdi. Müslümanlar da açılan köprüden geçerek şehri teslim aldılar.'

Burada sözü edilen, Ortaçağ'ın 'en gösterişli köprüsü' kırk metrelik kemer açıklığıyla Artuklu döneminin 'mühendislik harikası' olan köprüden başkası değildir. Yani, coğrafyayı hırçın kılıcıyla ikiye bölen Dicle engelini, geniş kapsamlı ekonomik ilişkilere, bilimsel ve düşünsel alışverişlere çeviren görkemli yapıt.

MİMARİ FARKLILIK

Hasankeyf yapıların, kentlerin, ulusların 'kendi olmasının' önemini anımsatan bir bütünlüğün tartıya gelmezliğiyle bakıyor dünyaya. Önce mimari ve estetik dokusuyla gösteriyor farkını. Açığa çıkan yapılarının çoğunluğu, üzerinde yükseldikleri gelenekten yararlanmış. Doğu ile Batı'nın, Bizans ile Pers'in, Sasani'nin, Hıristiyan ile Müslüman'ın buradaki tanışmalarının yarattığı bütün etkileşmeleri olanca açıklığıyla gösterir bize bu yapılar. Ama her biri, 'bir kendine özgülük' taşıyarak.

İster, Eski Roma kalesinin yerine yapılan ve IV. yüzyıla tarihlenen kaleye, bakalım, ister İS 2. yüzyıldan kalma kaya kiliselerine... İster taşlarının hemen tümünde Artuklu taş ustalarının işaretlerini taşıyan Büyük Saray'a ya da duvarlarına altından şiirler işlenerek yapılan Küçük Saray'a... İster Dicle'ye inen merdivenlere, yeraltı yollarına; Eyyubilerin açtıkları ve onardıkları görkemli kapılara ya da Eyyubi sultanının 728 yılında yaptırdığı Ulu Cami'ye... Eyyubiler döneminin diğer anıtlarına; Süleyman Eyyubi'nin yaptırdığı Cami-el Rızk'a, Sultan Süleyman Camii'ne, Kızlar Camii'ne bakalım. Bahçelerine, hanlarına, çarşılarına ve meydanlarına... Akkoyunlular döneminde yapılan, Semerkand-Timuri geleneğinin ülkemizdeki tek örneği olan Zeynel Bey Türbesi'ne bakalım... Bütün bu eserlerin yalnızca o günün estetik istemini ve anı birlik yaşamsal gereksinmeleri karşılamak üzere değil; estetik bir gelenek yaratmak, geleceğe çıkma istemiyle yapıldığını görürüz.

GEÇMİŞLE BULUŞMAK

Buradaki tarih bir şeyi daha gösteriyor: Birbirinden çok farklı bu uygarlıklar, olanaklarını Hasankeyf'i yok etmek için kullanmamışlar. Geçici olana kanıp yaratma cesaretlerinden, yaşama heveslerinden vazgeçmemişler. Dur durak bilmeksizin yüceltmek ve esenlikle yaşanabilir bir kent bırakmayı amaçlayarak uğraşmışlar.

Ancak, Roma ve Bizans, Artuklu, Eyyubi ve Akkoyunluların üretim, ticaret ve mimari birikimini bugüne taşıyan bu kentten artakalana bakıp şunu bile söyleyecek yüze sahip değiliz: 'Bu kenti yaşatmak için, yıllardır kimse bir çaba göstermedi.' Çok iyimserce olur bu söz. Belki, yitirenlerin kendini avutması olurdu. Yazık ki utanmak düşüyor bugünün insanına. Yıllardır türlü biçimlerde saldırıldı ona. Ve yıllarca susuldu.

Ilısu Barajı Diyarbakır'ın Bismil İlçesi’yle, Batman, Siirt ve Mardin illerinin akarsu bölgelerinde yükselerek yayılacaktır. Baraj bu bölgelerde, bir kısmında arkeolojik yüzey araştırması yapılabilmiş ama önemli bir bölümüne henüz hiç dokunulmamış 325 kilometre alanın neredeyse tamamını yutacak. ODTÜ TAÇDAM Projesi Koordinasyonu bölgede ilk elde arkeolojik olarak araştırılması gereken alanın 37 bin 750 hektar olduğunu belirtiyor.

Hasankeyf, içine doğduğu ve yükselmesine katkıda bulunduğu bütün bu bağıntılarından ayrı düşünüldüğünde, üzerinde topladığı bütün estetiğe, görkeme karşın, yine de zayıftır. Ona sadakat göstermek, Hasankeyf'i de yaratan, insanlığın büyük geçmişiyle buluşmayı istemektir.
Yazının Devamını Oku

Safranbolu'da şölen

26 Ekim 2003
Safranbolu'ya birkaç kez uğramış ama hiç gecelememiştim. Bu kez iki gün asırlık bir konağın konuğu oldum. Dar sokaklarında geçmişin öyküsünü dinledim. Yöre yemekleriyle donatılmış yemek masalarının başında damağıma bayram yaptırdım. Safranbolu'nun görüntüsü de, tadı da damağımda kaldı. Yazılarımın bazılarında, bir yere gitmeden önce sıkı sıkı çalıştığımdan bahsetmiştim. Elimdeki kaynakları didik didik eder, gideceğim yörenin tarihi, kültürü hakkında bilgi edinmeye çalışırım. Daha sonra, aldığım notları kendi gözlemlerimle harmanlayıp sizlere aktarırım.

Mutfak Dostları Derneği Başkanı Semih Somer, beni Safranbolu'ya davet edince de aynı uğraşın içine girdim. Ama baktığım kaynaklarda dişe dokunur bir bilgiye raslayamadım.

Türk gezginlerinin anılarında da -ulaşabildiklerimde- Safranbolu'nun izini bulamadım. Yani anlayacağınız, Türkiye'nin ortalık yerindeki bu şirin yerleşim yeriyle ilgili dişe dokunur bir bilgiye ulaşamadım. İlçeye gittiğimde bulduğum, Muammer Aksoy ile Aytekin Kuş'un birlikte kaleme aldıkları, 'Müze Kent Safranbolu' adlı kitap imdadıma yetişti.

ASIRLIK KONAK

Böylesine uzun bir girizgahtan sonra sıra yolculuğa geldi. Çisiltili bir ekim sabahı -serin, kurşuni, ıslak- yola çıktım. Gide gele artık ezberlediğim yoldan ilerleyip, Gerede sapağından Amasya istikametine kıvrıldım. Çevreyi baharda yemyeşil bırakmıştım. Doğayı boyama sırası şimdi sarıya gelmişti. Turunculu, kırmızılı yapraklarını takıştırmış ağaçların süslediği sarı ovaları yara yara önce Karabük'e, sonra Safranbolu'ya vardım.

Daha önceleri Safranbolu'dan gelip geçmiştim. Ya yemek yemek için ya da fotoğraf çekmek için birkaç saatlik kısa molalarla yetinmiştim. Bu kez iki gece konaklayacaktım. Sora sora kalacağım Gülnur Konağı'nı buldum. Ev sahibi Gül ve İbrahim Canpolat çiftinin kapı önündeki sıcak karşılamasından sonra, yüksek duvarlarla çevrili, ortasında dalları ayva ile kaplı bir ağacın bulunduğu avluya girdim. Küçük havuzun kıyısındaki taht benzeri büyükçe sedire bağdaş kurup, İbrahim Bey’in açıklamaları eşliğinde konağı seyrettim.

Konağın yapılış tarihi 1850'li yıllara dayanıyordu. Restorasyonda mümkün olduğunca orijinal malzemeler kullanılmıştı. Sadece iyice çürüyen ahşap malzeme değiştirilmişti. Dış ön cephenin çatıya yakın alınlığı, renkli kalem işi ile süslenmişti. Aynı süsler odaların tavanında ve duvarlarında da yer alıyordu. Dış cephede daha çok ağaç ve vazo içinde çiçek figürleri, odalarda ise kaleler, yandan çarklı vapur figürleri göze batıyordu. Tavanlar üst üste bindirilmiş tahtalarla kaplanmıştı.

KUVVET MACUNU

Dört yıl süren restorasyon, Altın Safran Belgesel Film yarışmasında birincilikle ödüllendirilmişti. Konağın ilk sahibi Macuncuzade İzzet Efendi'ydi. Bugünkü sahibi İbrahim bey, İzzet Efendi hakkında pek bilgi edinemediğini belirtti. Ben ise birtakım verileri birleştirerek, bir ipucu yakalamak istedim. Şöyle ki; o devirde padişahların kuvvet macunu, sahlep ve safranın bol olduğu Safranbolu'da yapılıyordu. İzzet Efendi belki de bu macunu üretenlerden biriydi. Macunun faydasını gören padişahın ihsanları sayesinde bu konağı yaptırmış olabilirdi!..

Hava biraz serinleyince, eskiden ahır olan bölüme geçtik. Ahırın bir bölümü Amerikan bara dönüştürülmüştü. Geri kalan alan ise modern eşyalarla döşenmişti. Kendimi rahat koltuklardan birine atıp, nereden geldiğini anlayamadığım caz müziğinin sihirli ritmine terk ettim.

Safranbolu evlerinde mutfağa, 'Ekmek evi' deniyordu. Konağın ikinci katındaki ekmek evi, oldukça büyüktü ve modern gereçlerle donatılmıştı. İbrahim Bey ve Gül Hanım, önlüklerini takıp akşamın ziyafetini hazırladılar. Gecenin mönüsü şu yemeklerden oluşuyordu: Torba yoğurt ve kaplıca bulgurlu yayla çorbası, fırında imam bayıldı, yanında cacık ile ciğer sarması, patates püresi eşliğinde papaz yahnisi, dut pekmezi ile tatlandırılmış safranlı muhallebi.

KONAKLAMA MERKEZİ

Ertesi gun Aytekin Kuş'un rehberliğinde Safranbolu gezisine çıktım. Bildik birisiyle dolaşmak bir başka keyif veriyordu insana. İlk öğrendiğim Safranbolu'nun adları oldu. İlçenin adı Bizanslıların döneminde Daybra idi. Bu isim 1196'da Selçuklular döneminde Zalifre oldu. Beylikler ve Osmanlılar'ın ilk dönemlerinde ise Borglu ve Borlu oldu. Yöreye yerleşen Taraklı aşireti buraya Taraklıborlu adını taktı. Osmanlı döneminde, 18. yüzyıl ortalarında Zağfiran-ı Borlu, 19 yüzyılın ikinci yarısından sonra Zağfiran-ı Benderli oldu. Son olarak ise Zafranbolu ve Safranbolu'ya dönüştü.

Aytekin Kuş ilçeyi kuş bakışı gören Hıdırlık Tepesi'nden evleri tek tek göstererek anlattı; Safranbolu 17. yüzyılda Gerede-Tokat-Sivas kervanyolu üstünde önemli bir konaklama merkeziydi. İlçenin ortasında hálá eski ihtişamı ile duran Cinci Han'ı o devirdeki ticaretin hacminin en önemli kanıtıydı.

Geleneksel Türk mimarisinin en güzel örnekleri de yine burada sergileniyordu. İlçedeki 2000 geleneksel evden 800 tanesi yasal koruma altına alınmıştı. Çoğunlukla 3 katlı ve 6 odalı olan bu evler, daracık sokaklarda öylesine iyi konumlanmışlardı ki, biri diğerinin manzarasını asla kapatmıyordu.

Safranbolu'nun daracık taş sokaklarında dolaşmak, insanı başka bir zaman dilimine itiyordu. Altından dere akan Lütfiye Camisi, Cinci Hamamı, Köprülü Mehmet Paşa Camisi'nin avlusundaki güneş saati, müzeye dönüştürülen Kaymakamlar Evi, Çizmeciler Evi'nin muhteşem merdiveni, Kileciler Evi'nin ahşap süslemeleri, Asmazlar Konağı'nın havuzu, eski belediye binası, radyo müzesi, kapılar, kilitler, süslemeli çeşmeler, demirciler çarşısı, eski tabakhane derken Arasta'da, bir çardak altı kahvesinde ancak soluğumu toparlayabildim.

Gördüklerimi düşündükçe, bildiğim Safranbolu'yu aslında hiç bilmediğimi fark ettim. Bildikçe de daha çok sevdiğimi...

YEMEK ÁDETLERİ

Gezinin en heyecanlı bölümünü akşam yemeğinin oluşturacağını biliyordum. Çünkü İbrahim ve Gül Canpolat, bu yemekte geleneksel yöre yemeklerinin ikram edileceğini müjdelemişlerdi. Yemeği hazırlama işini de, bu konuda araştırmalar yapan Yrd. Doç. Dr. Nuray Türker üstlenmişti. Yemek öncesi hayattaki taht-sedirde Nuray Türker ile sohbet ettim. Öğrendiklerime göre Safranbolu mutfağı, saray mutfağının etkisi altında kalmıştı. Safranbolu'da 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar günümüz kahvaltısı bilinmiyordu. O dönemde sulu yayım (erişte çorbası), cevizli pekmez, papara, kuru çörek, ocağın közünde kızartılan külbastı 'sabah yemeği'nin vazgeçilmez gıdalarıydı. Öğle yemekleri ise hafif geçiştirilirdi!.. Erkekler dükkanlarında simit-ayran, bükme denilen ıspanaklı, kıymalı kapalı pide ile açlıklarını bastırırlardı!..

Akşam yemekleri ise tam bir şölen havasında geçerdi. Erkek eve dönmeden önce her şeyin hazır olması gerekiyordu. Onun için ev halkı hummalı bir faaliyet içine giriyordu. Yer sofrası et yemekleri, hamur işleri, sebzeler, kompostolar, tatlılar ile donatılıyordu. Yemeklerde kullanılan etlerin bol yağlı olmasına özen gösteriliyordu. Düğün ve bayram yemekleri ise belli bir sırayla sofraya getiriliyordu. Sıra etli yaprak sarmasına gelince, sofradakilerin suratı asılıyordu. Çünkü yaprak sarması, yemeğin sona erdiğinin haberciliğini yapıyordu.

LEZZETLER PEŞ PEŞE

Nuray Türker, benimle çene yarıştırırken neredeyse yemeklerin dibini tutturacaktı. Onun için sohbeti kısa kesmek zorunda kaldık. Benim gibi yöre yemeklerine meraklıysanız size iyi bir haberim var. Safranbolu Meslek Yüksek Okulu'nda görev yapan Nuray Türker, Nihan Alca ve Esra Bölükbaşı'nın birlikte hazırladığı 'Safranbolu Yemekleri ve İkram Kültürü' adlı kitap, yakında kitapçılarda satışa sunulacak.

Tüm bu bilgileri yüklenip, yemek masasındaki yerimi aldım. Masaya önden 'Perohi' geldi. Bu, içi naneli torba yoğurdu ile doldurulmuş bir çeşit mantıydı. Arkadan 'Uzun Pakla' ile yaprak sarması masadaki yerini aldı. 'Uzun Pakla' aslında haşlanmış taze fasulyeydi. Haşlandıktan sonra süzülen, daha sonra üstüne eritilmiş tereyağ gezdirilen fasulye, kuru soğan ile birlikte yufkaya sarılıp yeniyordu.

Daha sonra erik gallesi eşliğinde 'Cevizli Yayım' geldi. Bu yemek şöyle pişiriliyordu: Haşlanmış ev eriştesi süzüldükten sonra genişçe bir tabağa konuyor, üstüne keşle karıştırılmış ceviz serpiliyordu. Yani bir kat erişte, bir kat keşli ceviz... Bu işlem birkaç kez tekrarlanıyordu. En üste ise kızdırılmış bol tereyağı gezdiriliyordu.

Eriştenin ardından 'Bütün Et' kendini gösterdi. Bu, ziyafet sofralarının baş yemeği idi. Kuzu ön kolundan hazırlanan etler önce kızartılıyor, daha sonra tencerede az sıcak su ilavesiyle yavaş yavaş pişiriliyordu. Daha sonra servis tepsisine alınan etlerin üstüne bol maydanoz kıyılıyordu.

Son yemek olarak koruk suyu ve kuzu kuşbaşı ile pişmiş bamya geldi. Tatlı olarak 'Cingan Baklavası' sofrayı süsledi. Bu tatlıda yufkaların arasına ceviz, şekerli tereyağlı su gezdiriliyor, fırında pişirildikten sonra üstüne pekmez dökülüyordu. Tüm yemek boyunca ise soğutulmuş Kiren Suyu (kızılcık şerbeti) içildi.

İki günde sokakları, evleri, tarihi, yemeği ile Safranbolu içime işledi. Laf aramızda tadı damağımda kaldı. Sonbaharın renk cümbüşü bitmeden, bu güzel ilçeye bir daha kavuşmak niyetindeyim. Size de öneririm.
Yazının Devamını Oku

İzmir’in kardeşi Selanik

19 Ekim 2003
Bir koşu Selanik'e gittim geldim. Tabii ki bol bol yedim içtim. Etraftaki görüntüler o kadar tanıdıktı ki, sınır geçtiğime kendimi bile inandıramadım. Bildik mezeleri yerken kendimi İzmir'in Kordon’unda zannettim. Onun için Selanik'e İzmir'in küçük kardeşi dedim. Hiç hesapta yokken kendimi orta boy bir otobüsün içinde, Yunanistan'ın Selanik kentine doğru giderken buldum. Geziyi İstanbul'daki tek Yunan restoranı olan Ta Nisya'nın patronu Mehmet Şehitoğlu düzenlemişti. Kısacık gezi -sadece iki gün- yeme içme ağırlıklı olacaktı.

Sınırları çoktandır arabayla geçmiyordum. Eskisi gibi beklemeli, didik didik aramalı, zahmetli bir geçiş olacağını sanıyordum. Hiçbiri olmadı. Tıkır tıkır... Kısa sürede tüm işlemler bitti. Arabamız ıssız bir otoyoldan Yunanistan'ın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Öğleyi biraz geçe ilk yemek molası, sınırdan 40 kilometre uzaklıktaki Alexandroupoli'de -Dedeağaç- verildi. Alexandroupoli bir sahil kentinin tüm özelliklerini sergiliyordu. Orada biraz Ayvalık'a, biraz Köyceğiz'e rastladım. Her yerde olduğu gibi, restoranlar kıyı şeridinde denize doğru dizilmişlerdi. Ben oldum olası lezzetle manzara arasındaki ilişkiyi çözememişimdir. İnsan lezzetli bir şey yerken aklı fikri tabağında olur -veya benim öyledir-. Yemeğin tadını, eti, salçayı, yağı, baharatları, dilinin ucuna gelip de adını söyleyemediği malzemeleri, aşçıyı, masa arkadaşlarının yediklerinin lezzetini düşünür. Yoksa elini çenesine dayayıp, denizin enginlerine dalıp gitmez.

MEZELERİN GEÇİDİ

Neyse ben denize arkamı dönüp, çevreyi seyretmeye başladım. Restoran tıka basa doluydu. Bütün Akdeniz şeridinde olduğu gibi, burada da yemek uzun uzun yeniyordu. Kimsenin bir yere yetişme telaşı yoktu. Uzolar -veya şaraplar- yudum içiliyor, lokmalar tabaklara banıp çıkıyor, çatal ve bıçaklar ahenkli bir yardımlaşma içinde lezzetleri ağızlara taşıyorlardı. Yemek yiyenlere baktıkça ağzım sulandı, sabrımın süresi kısaldı.

Durakladığımız yer bir aile işletmesiydi. Çoluk çocuk hep beraber koşuşturuyorlardı. Müşteri çok, hizmet eden az olunca doğal olarak beklemek zorunda kaldık. Bekledikçe de acıktık. Belki de bu yüzden gelen mezelerin tadına doyamadım.

Yunanistan'da yemek denince akla, deniz mahsullerinin ağırlıkta olduğu mezeler geliyordu. Yunanlılar ayrıca balığı çok seviyorlardı. Gezi dönüşü elime geçen ‘Türk-Yunan Mutfağı’ adlı kitaptan öğrendiğime göre, Yunanlıların balığa olan tutkuları klasik ve Helenistik döneme kadar dayanıyordu. O dönemden kalan yazılı kaynaklara göre, insanlar çocuklarına ‘İkhthion’, ‘Kovios’ gibi balık adlarını verecek kadar balığı çok seviyorlardı.

Engin Akın ile Mirsini Lambraki'nin birlikte hazırladıkları bu kıymetli eserin gezi öncesi elime geçmediğine hayıflandım. Eğer daha önceden okuyabilseydim, bu gezi sırasında yemekleri daha bilinçli olarak seçebilirdim.

Homurdanmalar ayyuka çıkarken masa donandı: Cacık, pilaki, kalamar dolması, hurma zeytini, zeytinyağlı yeşillikler, barbunya tava, fava, kum midyesi, midye dolma, üstünde koca bir dilim beyaz peynir bulunan çoban salata, patlıcan tava, mayıs balığı ızgara -ben orkinosa benzettim-, Girit'in ünlü rakı mezesi Vrehtokukia -suda bekletilmiş çiğ bakla-, ekmek banmak için Girit zeytinyağı, tabii ki bol bol uzo... Fazlası vardı ama eksiği yoktu. Görüntüsüyle, lezzetiyle bildik yiyeceklerdi. Meze tabaklarıyla süslenen masa, kültürlerin nasıl iç içe girdiğinin en güzel kanıtıydı. Biz sanki arkamızdan kurt kovalıyormuş gibi bir acele yedik kalktık, bizden önce gelenler ise hálá damaklarını şapırdata şapırdata, mezelerin tadını çıkarta çıkarta yemeyi sürdürüyorlardı.

KENTİ TANIMAK

Selanik'e vardığımızda karanlık bastırmıştı. İ.Ö 316’da kurulan ve Büyük İskender'in kız kardeşi Thessalonike'nin adını alan kente ilk gelişimdi ve hakkında bildiklerim bölük pörçüktü. Örneğin 1430'da II.Murad tarafından ele geçirilerek Osmanlı sancağına çevrildiğini, İspanya'dan gelen 20 bin Yahudi'nin yerleşmesiyle, önemli bir Yahudi merkezi haline geldiğini, Selanik'te üretilen çuha ile yeniçerilerin giysi gereksinmelerinin önemli ölçüde karşılandığını, İttihak ve Terakki Cemiyeti'nin merkez olarak bu kenti seçtiğini, Mustafa Kemal'in bu kentte doğduğunu biliyordum. Ama bunları biliyorum demenin Selanik'i tanımakla eşdeğerli olmadığının da farkındaydım. Onu koklamak, tadına bakmak, sokaklarını arşınlamak, insanlarıyla konuşmak, ruhunu kavramak gerekiyordu. Bunun için bir-iki günün yetmeyeceğinin farkındaydım. Onun için gördüklerimle yetinmeye karar verdim.

Bütün Akdeniz'de olduğu gibi Selanik'e de gece geç geliyordu. Akşam yemeği için 22.00'den önce masaya oturulmuyor, ancak sabaha karşı evli evine köylü köyüne dönüyordu. Otelin karşısındaki sokaktan kıyıya doğru indim. Ara sokaklar İstanbul'daki Nevizade Sokağı benzeri bir manzara sergiliyordu. Kaldırımlardan taşan masalar tıklım tıklım doluydu. Garsonlar, ellerindeki büyük tepsilerdeki tabakları masalara dağıtma telaşındaydı. Hava buram buram kızartma, anason, şarap ve bira kokuyordu.

BİLDİK MANZARALAR

Denize yaklaştıkça Selanik tanıdık gelmeye başladı. Sanki İzmir'deydim. Önce ikinci kordonu geçtim, sonra birinci kordon ve denizi gördüm. Kıyı boydan boya kahvelerle doluydu. Güç bela bir masa bulup oturdum. Gözüm çevreye alışınca kordonun bitimindeki Beyaz Kule'yi fark ettim. Görünce de Despina Pandazi'nin ‘İstanbul’un Kızı Selanik’te yazdıkları aklıma geldi:

‘Beyaz Kule'ye baktıkça, yine fırçalarıma sarılmak, Rumelihisarı'nın, Avrupa kulesinin resmini yapmak geliyor içimden. Stratejik önemini yitirince, onu da Beyaz Kule'ye yaptıkları gibi hapishaneye dönüştürdüler. Lanetlenmişe benziyorlar, ikiz kardeşler gibi.’ Selanik'i İstanbul'un kızına -İzmir'in de kız kardeşi- benzeten Pandazi, kitabında bir İstanbul göçmeninin özlemini şöyle anlatıyordu:

‘Boğaz'dan her bahsettiğinde, melankolik bakışları bir anda ışıldamaya başlardı. Şu bir gerçek ki Selanik kenti, özellikle de denizi, yani Termaikos, onun için büyük bir teselliydi. Kule ve hisarlara baktıkça Rumelihisarı'nı görür gibi oluyordu. Kentin kiliselerinin mimarisine olduğu kadar, insanlarına ada büyük Bizans geleneği hakim. Zengin bir kültür mozaiği. Modiano Çarşısı ve etrafındaki dükkanlar Kapalıçarşı'yı ve Mısırçarşısı'nı andırırmış...’

Birkaç kadeh sakız rakısı eşliğinde kalabalıkları, denizi seyrederek günü bitirdim.

Ertesi gün erkenden soluğu kordonda aldım. Gecenin karanlığı yerini sabah pusuna bırakmıştı. Kahveler henüz ayılmamıştı. Aheste adımlarla Beyaz Kule'ye kadar yürüdüm. Selanik'i eski ve yeni tüm fotoğraflarında kendine yer bulan kulenin tepesine tırmanıp kenti yüksekten seyrettim. Bildik, yabancı olmayan, bize benzeyen, şaşırtmayan bir kentti Selanik.

TÜRK İZLERİ

Kuleden sonra yeni Selanik'te, modern binaların arasında dolaştım. Kentin sırtlarını çevreleyen surlara çıkıp çevredeki Osmanlı'nın izlerini aradım. Birkaç restore edilmiş cumbalı ev dışında pek bir şey bulamadım. Halbuki 1900'lü yılların başında buraların Türk mahallesi olduğunu biliyordum.

Surların olduğu yerden Selanik, denize doğru açılan bir istiridyeyi andırıyordu. Fotoğraf çekmemi engellediği için kentin üstüne çöreklenen pusa lanetler okuyarak dar sokaklardan tekrar aşağıya indim. Türk Konsolosluğu'nun bahçesinde yer alan Atatürk'ün doğduğu evi gezdim. Daha sonra evin tam karşısındaki Büyükada Kahvesi'nde sade Türk kahvesiyle soluğumu toparladım.

Çarşı'da Yunanlılarla ne kadar benzeştiğimizi bir kez daha gördüm. Seyyar satıcılarından manavlara, dükkanlardan sakatat satan kasaplara kadar bildik görüntülerin arasında dolaştım durdum. En çok zeytin tezgahlarında oyalandım. Rahmetli Tuğrul Şavkay'ın tavsiyesiyle hurma zeytininden, kalamatadan, kırma yeşil zeytinden, Girit zeytinyağından makul miktarlarda aldım.

İKİ GÜN YETMEDİ

İki günde bu kente alışmakta epey zorluk çektim. Akşam yemeğinin yeneceği 23.00'e kadar nasıl vakit geçireceğimi şaşırdım. Kah sokaklarda dolaşıp neşeli kalabalıkları gözledim, kah kıyı kahvelerinde oturup uzo ile altlık yaptım. Yemek vakti masanın bir ucuna oturup, masayı süsleyen tabakları gittikçe artan bir iştiha ile seyrettim: Beyaz lahana salatası, Kavala usulü midyeli pilav, tarama, ahtapot ızgara, taratorlu köpek balığı tavası, domatesli beyaz peynirli midye -menemen benzeri-, kalamar dolması, üstünde kalınca bir dilim beyaz peynir olan çoban salata, domates, soğan ve sarmısakla pişmiş patlıcan, zeytinyağı ile tatlandırılmış yeşillikler, ekşi mayalı, kalın kabuklu ekmek... Kiminden az kiminden çok ama hepsinin tadına baktım.

Ertesi gün dönüş yolunda pencereye yansıyan görüntülere bakıp Selanik'e iki günün yetmediğini düşündüm. Vakitsizlikten koştura koştura görmüş, acele acele yiyip lokmaları boğazıma dizmiş, müziğine tempo tutamadan dönmek zorunda kalmıştım. Alexandroupolis'teki son öğle yemeğinde -mezeler aynı olduğu için yazmıyorum- uzoları tokuştururken kendi kendime, ‘bir dahaki sefere sindire sindire’ dedim.
Yazının Devamını Oku